Cilt: 34  Sayı: 2 - 2018
Özetleri Gizle | << Geri
ARAŞTIRMA
1.
Feokromositoma tanılı hastalarda I-123-MIBG sintigrafisinde, planar görüntüleme ile SPECT-BT görüntülemenin karşılaştırılması
Comparison of Planar Imaging with I-123 MIBG Scintigraphy and SPECT-CT Imaging for Pheochromocytoma
İlhan Tumar, Filiz Özülker
doi: 10.5222/otd.2018.59140  Sayfalar 57 - 65
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada feokromositomalı hastalarda I-123 MIBG sintigrafisinde planar sintigrafi ile SPECT-BT görüntülemenin karşılaştırılması ve planar sintigrafiye hibrid SPECT-BT ‘nin katkısını değerlendirmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olarak 24 feokromositoma tanılı hasta değerlendirildi. Tüm hastalara I-123 MIBG tüm vücut planar sintigrafisi ve adrenal bölge SPECT-BT görüntüleme yapıldı. Planar sintigrafi, SPECT ve SPECT-BT görüntüleri 10 yıldan fazla tecrübesi olan nükleer tıp uzmanı tarafından değerlendirildi. Planar görüntülerde izlenen lezyon sayısı ile SPECT-BT’ de izlenen lezyon sayıları kaydedildi. SPSS 12 paket programı Wilcoxon Signed Rank Test ile aradaki farkın anlamlılık düzeyi sınandı. Özellikli olgular lezyon bazlı analiz ile incelenerek yorumları yapıldı.
BULGULAR: Planar görüntülerde 21 adet, SPECT-BT görüntülerinde 36 adet lezyon saptandı. Saptanan lezyonların sayıları arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulundu (p=0,001<0,05). SPECT-BT 24 hastanın 11’inde planar görüntülemeye tanısal katkı sağlamıştır.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Feokromasitoma hastalarında, tüm vücut planar görüntülerde saptanan lezyon sayıları ile SPECT-BT ile saptanan lezyon sayılarının arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardır.
INTRODUCTION: This study aimed to compare planar imaging with I-123 MIBG sintigraphy and SPECT-CT imaging for pheochromocytoma and evaluate the incremental value of I-123 MIBG hybrid SPECT-CT over planar scintigraphy.
METHODS: 24 patients with a diagnosis of pheochromocytoma were retrospectively evaluated. All patients had undergone I-123 MIBG whole body planar scintigraphy and SPECT-CT of adrenal region. The planar scintigraphy, SPECT and SPECT-CT images were evaluated by a nuclear medicine specialist with over 10 years experience. The number of lesions assessed with planar images and the number of lesions SPECT-CT were recorded. The difference between the level of significance was tested using Wilcoxon Signed Rank Test, SPSS 12 software package. Special cases were evaluated by investigating with lesion based analysis.
RESULTS: 21 foci were detected on planar images and 36 foci were detected on SPECT-CT images. Difference between the number of detected lesions was found to be a statistically significant (p=0.001<0.05). SPECT-CT added diagnostic value in 11 of 24 patients over planar imaging.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with pheochromocytoma, there was a statistically significant difference between the number of lesions detected on whole body scan planar imaging and the number of lesions detected on SPECT-CT.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

2.
Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalar ve Sağlıklı Kardeşlerinin Şizotipi Özellikleri Açısından Karşılaştırılması
Comparison of Schizotypal Characteristics of Bipolar Patients and Their Healthy Siblings
Ömer Faruk Demirel
doi: 10.5222/otd.2018.23865  Sayfalar 66 - 70
GİRİŞ ve AMAÇ: Şizotipi genellikle şizofreniye yatkınlık oluşturan bir durum olarak bilinse de genel olarak nonspesifik psikoz eğilimliliği olarak da ifade edilebilir. Boyutsal değerlendirmeyle bakıldığında şizotipi boyutunun normalden başlayıp sadece şizofreni spektrumu ile sonlanmadığı, bipolar bozukluk (BP) ve obsesif kompulsif bozukluk gibi diğer patolojilere de genişletilebileceği söylenebilir. Bu nedenle bu çalışmada, bir grup BP tanılı hastada şizotipal özelliklerin değerlendirilmesini ve BP tanılı hastalar ve kardeşlerinin şizotipal özellikler açısından karşılaştırılmasını amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bipolar bozukluk tanı ölçütlerini karşılayan, remisyonda 31 birey ve herhangi bir psikiyatrik tanı konmamış olan 31 sağlıklı kardeş çalışmaya alındı. BP hastaları ve sağlıklı kardeşlerine Şizotipal Kişilik Ölçeği (ŞTKÖ) uygulandı.
BULGULAR: ŞTKÖ toplam skorları açısından karşılaştırmada hastaların skorlarının sağlıklı kardeşlerden anlamlı düzeyde yüksek olduğu belirlenmiştir (p<0,001). Şizotipi ölçek skorlarının hasta ve kardeşler arasında karşılaştırmasında dokuz alt ölçekten altısında hasta grubu skorlarının sağlıklı kardeşlerine göre anlamlı düzeyde yüksek olduğu gözlenmiştir. Üç boyutlu değerlendirmede bilişsel algısal şizotipi ve kişilerarası şizotipi skorları hastalarda anlamlı düzeyde yüksek görülürken (p<0,001), iki boyutlu değerlendirmede ise hem pozitif hem de negatif skorlarda hastaların ölçek skorlarında anlamlı yükseklik olduğu belirlendi (sırayla; p<0,001; p<0,001). Hasta ve kardeşlerinin ölçek puanları arasında da korelasyon olduğu gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda BP tanılı hastaların ŞTKÖ toplam ve alt skorlarının kardeşlere göre yüksek olduğu ve bu sonucun kardeşleriyle korele şekilde ortaya çıktığı gösterilmiştir.
INTRODUCTION: Although schizotypy is generally described as a condition predisposing to schizophrenia, it can also be referred to as the nonspecific psychosis proneness in general. When we look at the dimensional evaluation, it may be suggested that the size of schizotypic dimension can be extended to other pathologies such as bipolar and obsessive compulsive disorder which do not end with the schizophrenia spectrum. Therefore, in this study, we aimed to evaluate the schizotypal features in a group of BP patients and to compare BP patients and their siblings in terms of schizotypal features.
METHODS: Thirty-one bipolar patient and 31 healthy siblings who did not have any psychiatric diagnosis were included in the study. BP patients and healthy siblings were administered the Schizotypal Personality Questionnaire.
RESULTS: Total schizotype scores of the patients were significantly higher than healthy siblings (p<0.001). In the comparison of scale scores between patients and siblings, it was observed that six of nine subscales of patient group were significantly higher than the scores of healthy siblings. According to three dimenisonal evaluation, cognitive perceptual and interpersonal schizotypy scores were found to be significantly higher in the patients (p<0.001). Besides, negative and positive schizotype scores were also higher in patient group (p<0.001). It was observed that the scale scores of the patients and their siblings were correlated.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study showed that the total and subscores of Schizotypal Personality Questionnaire for BP patients were higher than their siblings, and that this result was correlated with the siblings.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Opere Küçük Hücre Dışı Akciğer Kanserinde Tümör Lokalizasyonunun Relaps ve Sağkalım Üzerine Etkisi Varmıdır?
Does Tumor Localization of Operated NSCLC Have an Effect on Relapse and Survival?
Çağlayan Geredeli
doi: 10.5222/otd.2018.48802  Sayfalar 71 - 75
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer heterojen bir organdır bu yüzden erken evre akciğer kanserinde tümör lokalizasyonunun nükse ve sağkalıma etkisini araştırmak istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya retrospektif multisentrik olarak 2012-2015 tarihleri arasında 182 erken evre küçük hücre dışı akciğer kanserli hasta alındı. Primer tümörün sağ üst lob, sağ orta lob, sağ alt lob, sol üst lob ve sol alt loblardaki lokalizasyonları tespit edildi. Loblara göre relapssız sağkalım ve genel sağkalım oranları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Toplam 182 hasta alındı. Median yaş 61 idi. Median takip süresi 24.8 ay idi. 38 (%20,9) evre 1, 82 (%45,1) evre 2, 62 (%34,1) evre 3A hasta vardı. Tümör lokalizasyonuna bakıldığında sağ alt lob 23 (%12,6), sağ orta lob 13 (%7,1), sağ üst lob 61 (%33,5), sol alt lob 27 (%14,8), sol üst lob 58 (%31,9) tümör vardı. Tümör lokalizasyonu relapssız sağ kalım (p=0,862) ve genel sağ kalım (p=0,750) açısından anlamlı bir farklılık göstermedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Erken evre küçük hücre dışı akciğer kanserli hastalarda tümör lokalizasyonu relapssız sağkalım ve genel sağkalım açısından herhengi bir anlamlı farklılık göstermedi
INTRODUCTION: Our aim was to investigate the effect of tumor localization on relapse and survival in early stage lung cancer.
METHODS: In this multicentered, retrospective study, 182 early stage non small cell lung cancer patients were included between the years of 2012-2015. The localizations of the primary tumor were determined as right upper lobe, right middle lobe, right lower lobe, left upper lobe, left middle lobe and left lower lobe. Overall survival and relapse-free survival rates were compared according to the lobes.
RESULTS: In total 182 patients were included. The median age was 61 years. Median follow up time was 24.8 months. Of the patients, 38 (20.9%) were stage 1, 82 (45.1%) were stage 2 and 62 (34.1%) were stage 3A. According to tumor localization, 23 (12.6%) were right lower lobe tumors, 13 (7.1%) were right middle lobe tumors, 61 (33.5%) were right upper lobe tumors, 27 (14.8%) were left lower lobe tumors, 58 (31.9%) were left upper lobe tumors. No significant effect was detected on relapse-free survival (p=0.862) and overall survival in terms of tumor localization. (p=0.750).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with early stage NSCLC, there was no significant difference in relapse-free survival and overall survival in terms of tumor localization.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Metastatik Pankreas Kanserli Hastalarda FOLFİRİNOX Rejiminin Etkinlik ve Tolerabilitesi
Effectiveness and Tolerability of FOLFIRINOX Regime in Metastatic Pancreas Cancer Disease
Çağlayan Geredeli, Şener Cihan, Nurgül Yaşar, Abdullah Sakin, Orçun Can, Mehmet Artaç, Mustafa Karaağaç, Lokman Koral
doi: 10.5222/otd.2018.71224  Sayfalar 76 - 81
GİRİŞ ve AMAÇ: Metastatik pankreas kanseri tedavisinde FOLFİRİNOX rejiminin kullanımı hem progresyonsuz sağ kalımı hemde genel sağ kalım süresini uzatmıştır. Türk popülasyonunda metastatik pankreas kanserli hastalarda birinci seride FOLFİRİNOX rejimi kullanımının etkinlik ve güvenilirliğini retrospektif olarak araştırmak istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma retrospektif çok merkezli olarak dizayn edilmiştir. 2012-2016 yılları arasında birinci seri FOLFİRİNOX rejimi ile tedavi edilen metastatik pankreas kanserli hastalar dahil edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 44 metastatik pankreas kanserli hasta alındı. Hastalardan 30’u erkek (%68,2), 14’ü kadındı (%31,8). Hastaların yaş ortalaması 58,7 (34-73) yıldı. Median takip süremiz 14 ay idi. Hastaların metastaz bölgelerine bakıldığında %72,7 karaciğere, %18,2 akciğere, %18,2 peritona, %4,5 lenf nodlarına ve %4,5 kemiklere metastaz yapmıştı. Tedaviye yanıt oranlarına bakıldığında %40,9 hastada parsiyel yanıt, %13,6 hastada stabil yanıt, %45,4 hastada progresyon mevcuttu. Median progresyonsuz sağ kalım süresi 8 ay (%95 CI 4-12) olarak bulundu. Median genel sağ kalım süresi 14 ay (%95 CI 10.3-17.7), 6 aylık genel sağ kalım %76,2, 12 aylık genel sağ kalım %57,5, 24 aylık genel sağ kalım %6 olarak bulundu. Toksisite oranlarına bakıldığında grade 3-4 Nöropeni %36,4 (grade 3 %27,3, grade 4 %9,1), grade 3-4 trombositopeni %13,6 hastada görüldü. Grade 3-4 anemi %14,6 hastada görüldü. Hematolojik dışı yan etkilerden grade 1-2 ishal %68 olmasına rağmen grade 3-4 ishal %4,5 oranında görüldü. Grade 1-2 periferik duysal nöropati %72,7 oranında görülürken grade 3-4 duysal nöropati tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Metastatik pankreas kanserinde FOLFİRİNOX rejimi kullanılarak 12 ayın üzerine çıkan bir genel sağkalıma ulaşılmıştır. Fakat grade 3-4 hematolojik yan etki oranı %49’lara kadar çıkmıştır.
INTRODUCTION: The use of the FOLFIRINOX regimen in the treatment of metastatic pancreatic cancer prolonged both progression-free survival and overall survival. We wanted to retrospectively investigate the efficacy and safety of first-line FOLFIRINOX regimen use in patients with metastatic pancreatic cancer in the Turkish population.
METHODS: The study was designed as retrospective multicenter. Patients with metastatic pancreatic cancer treated with the first series FOLFIRINOX regimen between the years 2012-2016 were included.
RESULTS: Forty-four patients with metastatic pancreatic cancer were included in the study. 30 patients were male (68.2%) and 14 were female (31.8%). The mean age of the patients was 58.7 (34-73) years. Our median follow-up was 14 months. When the metastatic sites of the patients were examined, 72.7% had liver, 18.2% lung, 18.2% peritoneal, 4.5% lymph nodes and 4.5% bones metastases. There was 40.9% partial response, 13.6% stable disease and 45.4% progression disease in the patients. The median progression-free survival time was 8 months (95% CI 4-12). Median overall survival time was 14 months (95% CI 10.3-17.7), 6 months overall survival was 76.2%, 12 months overall survival was 57.5% and 24 months overall survival was 6%. Grade 3-4 neuropeni was found in 36.4% (grade 3, 27.3%, grade 4 9.1%) and grade 3-4 thrombocytopenia was found in 13.6% of the patients. Grade 3-4 anemia was seen in 14.6% of the patients.Grade 3-4 diarrhea was seen in 4.5% of cases, although grade 1-2 diarrhea was 68% with nonhematologic side effects. Grade 1-2 peripheral sensory neuropathy was observed in 72.7% of the cases, whereas grade 3-4 sensory neuropathy was not detected.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with metastatic pancreatic cancer achieved a overall survival of over 12 months using the FOLFIRINOX regimen. However, grade 3-4 hematologic side-effects were up to 49%.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Kliniğimizde 2000-2005 Yılları Arasında Opere Edilen Larenks Ca. Vakalarının Değerlendirilmesi
Evaluation of Laryngeal Cancer Cases Treated at Our Clinic From 2000 to 2005
Mehmet Emre Dinç, Hakan Göçmen
doi: 10.5222/otd.2018.05657  Sayfalar 82 - 86
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, kliniğimizde larenks kanseri nedeniyle larenjektomi uygulanan 40 hastanın kanser epidemiyolojisi, preoperatif endikasyon, tedavi, komplikasyonlar, histopatoloji, prognoz ve survival açısından retrospektif analizlerini yaptık ve literatürle karşılaştırılarak tartıştık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2000-2005 yılları arasında kliniğimizde larenks nedeni ile opere edilen 40 hasta çalışmamıza dahil edildi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 40 vakanın tamamı erkek (%100) idi ve yaş ortalaması 55,85 olarak bulundu. Hastaların ilk başvuru süresi ortalama 5,05 ay idi. En sık rastlanan semptom ses ses değişikliği (%95) idi. Tümör 20 olguda (%50) supraglottik yerleşimli, 7 olguda (%17,5) glottik yerleşimli, 13 olguda (%32,5) transglottik yerleşimli idi. En sık %72,5 oranında total larenjektomi+boyun diseksiyonu uygulandı. En sık rastlanan komplikasyon erken dönemde 5 hastada (%12,5) görülen tükrük fistülü, geç dönemde 3 hastada (%7,5) görülen stoma darlığı idi. Postoperatif histopatolojik değerlendirmede 40 vakanın 39’unda yassı hücreli karsinom, 1’inde verrüköz kanser saptandı. Ayrıca olguların postoperatif histopatolojik değerlendirilmesi sonucu 3 olgu (%7,5) evre 1, 9 olgu (%22,5) evre 2, 13 olgu (%32.5) evre 3, 15 olgu (%37.5) evre 4 olarak saptandı. Olguların postoperatif histopatolojik gradlemesi sonucu 13 hasta (%32,5) grade 1, 24 hasta (%60) grade 2, 2 hasta (%5) grade 3 olarak bulundu. 20 supraglottik olgunun 8’inde (%40), 13 transglottik olgunun 4’ünde (%30,8) ve 7 glottik olgunun 2’sinde (%28,6) histopatolojik olarak metastatik lenf nodu saptanmıştır. Klinik olarak 30 N0 olgunun 4’ünde (%13,33) histopatolojik olarak metastatik lenf nodu bulunmuştur. Olguların 1 yıllık, 3 yıllık ve 5 yıllık sağkalım oranları ise sırasıyla %97,5, %92,3 ve %70,5 olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ülkemiz şartlarında hastaların düşük sosyoekonomik düzeyi ve geç dönemde doktora başvurmaları nedeni ile total larenjektomi, halen ana ameliyat olarak uygulanmaktadır.
INTRODUCTION: In this study, we retrospectively analyzed 40 patients who underwent laryngectomy to treat laryngeal carcinomas at our clinic in terms of cancer epidemiology, preoperative indications, treatments, complications, histopathology, prognosis, and survival and we compared our data with those in the literature.
METHODS: Between 2000 and 2005, 40 patients with laryngeal carcinoma were included in our study.
RESULTS: All 40 cases were males (100%) and their average age was 55.85 years. The mean duration of disease at the time of the first visit to our clinic was 5.05 months. The most common symptom was dysphonia (95%). The tumor was supraglottic in 20 cases (50%), glottic in 7 cases (17.5%), and transglottic in 13 cases (32.5%). The most common surgical treatment was total laryngectomy with neck dissection (72.5% of patients), the most common early complication was a salivary fistula (5 patients; 12.5%), and the most common late complication stomal stenosis (3 patients, 7.5%). On postoperative histopathological evaluation, squamous cell carcinoma was detected in 39 cases and verrucous carcinoma was detected in 1 case. Also, a postoperative histopathological evaluation showed that 3 of the cases were of stage 1, 9 of the cases (22.5%) were of stage 2, 13 of the cases (32.5%) were of stage 3, and 15 of the cases (37.5%) were of stage 4. The postoperative histopathological grades were grade 1 in 13 patients (32.5%), grade 2 in 24 patients (60%), and grade 3 in 2 patients (5%). Metastatic lymph nodes were histopathologically evident in 8 of the 20 supraglottic cases (40%), in 4 of the 13 transglottic cases (30.8%), and in 2 of the 7 glottic cases (28.6%). Metastatic lymph nodes were found in 4 of 30 clinically staged N0 patients (13.33%). The 1-year, 3-year, and 5-year survival rates of all cases were 97.5%, 92.3%, and 70.5%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our country, total laryngectomy remains the principal surgical choice because many patients are of low socioeconomic status and visit doctors only late in disease progression.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Otozomal Dominant Polikistik Böbrek Hastalarında Nefrolitiazis Risk Faktörlerinin Değerlendirmesi: Tek Merkez Deneyimi
Evaluation of Nephrolithiasis Risk Factors in Autosomal Dominant Polycystic Kidney Disease (ADPKD): A Single Center Experience
Onur Kaygısız, Burhan Coşkun, Ayşegül Oruç, Cemil Cihad Gedik, Alparslan Ersoy, Yakup Kordan, Hakan Kılıçarslan, Abdülmecit Yıldız
doi: 10.5222/otd.2018.25901  Sayfalar 87 - 91
GİRİŞ ve AMAÇ: Otozomal Dominant Polikistik Böbrek (ODPKB) Hastalığı, en sık görülen kalıtsal böbrek hastalığıdır ve nefrolitiyaz genel popülasyonla karşılaştırıldığında bu hastalarda daha sıktır. Çalışmamızda, ODPKB hastalarında böbrek taşı gelişimi ile ilişkili faktörleri gözden geçirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplam 118 ODPKB hastası geriye dönük olarak değerlendirildi. Taş oluşturanlar ve taş oluşturmayanlar arasında demografik özellikler, serum biyokimyası ve klinik özellikler karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yirmi sekiz hastada (%23,7) böbrek taşı tespit edildi. Tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu (İYE) öyküsü, karaciğer kisti varlığı ve gros hematüri böbrek taş varlığı ile ilişkili bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımıza göre karaciğer kisti, hematüri ve tekrarlayan İYE’li ODPKB hastalarında nefrolitiyaz olabileceği akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: Autosomal Dominant Polycystic Kidney Disease (ADPKD) is the most common hereditary kidney disease and nephrolithiasis is frequent among ADPKD patients compared with general population. In this study, we aimed to review the factors associated with the development of kidney stones in ADPKD patients.
METHODS: A total of 118 ADPKD patients were retrospectively evaluated. Demographic characteristics, serum biochemistry, and clinical features were compared in stone formers and non-stone formers.
RESULTS: Twenty-eight patients (23.7%) were diagnosed with kidney stones. History of frequent urinary tract infections (UTIs), the presence of liver cyst and gross hematuria were found to be associated with the presence of kidney stones.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to our findings nephrolithiasis should be kept in mind in ADPKD patients with liver cyst, hematuria, and recurrent UTIs.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Temporomandibular Eklem Artrosentezinin Etkinliğinin Klinik Ve Radyolojik Bulgularla Değerlendirilmesi
Evaluation Of The Efficacy Of Temporomandibular Joint Arthrocentesis With Clinical And Radiological Findings
Osman Akdağ, Tuğba Gün Koplay, Zekeriya Tosun
doi: 10.5222/otd.2018.60243  Sayfalar 92 - 97
GİRİŞ ve AMAÇ: Artrosentez temporomandibuler eklem bozuklukları tedavisinde önemli bir basamak tedavidir. Eklem boşluğundan inflamatuvar mediatörlerin uzaklaştırılması esasına dayanan bu yöntemin etkinliğinin belirlenmesi önemlidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temporomandibuler eklem şikayetleri ile başvuran 77 hastaya 2011-2015 yılları arasında artrosentez uygulandı. Çift iğneli yöntemle her bir ekleme yaklaşık 300 ml %5lik ringer laktat solüsyonu ile lavaj yapıldı. Hastaların tamamında ağrı düzeyinin belirlenmesi için Visual Analogue Scale, fonksiyon için interinsizal mesafe açıklığı ölçümleri yapıldı. Eklem disk patolojilerini belirlemek içinse Magnetik rezonans görüntüleme yapıldı. İşlem sonrası 3. ayda aynı parametreler kullanılarak hasta verileri toplandı ve önceki değerlerle karşılaştırıldı.
BULGULAR: Tüm hastalarda işlem sonrasında Visual Analogue Scale, değerlerinde azalma olduğu, 1 hastada dışında tüm hastaların eklem fonksiyonlarında iyileşme olduğu gözlendi. MR görüntülerinde ise disk pozisyonunda anlamlı bir değişikliğin olmadığı gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada geniş bir hasta serisinde uygulanan artrosentezin etkinliği sayısal verilerle ortaya koyulmaya çalışılmıştır. Temporomandibuler eklem artrosentezi ek ekipman istemeyen ve kolay uygulanabilen komplikasyonu az bir yöntemdir. temporomandibuler eklem bozukluklarında ağrının azaltılması ve fonksiyonun geri dönüşümünde etkin, minimal invaziv bir yöntemdir.

INTRODUCTION: Arthrocentesis is an important step therapy in the treatment of temporomandibular joint disorders. It is important to determine the efficacy of this method based on the principle of removing inflammatory mediators from the joint space.
METHODS: Arthrocentesis was performed in 77 patients who had TME complaints between 2011-2015. Each joint was lavaged with approximately 300 ml of ringer lactate by the double-needle method. All patients were evaluated with VAS (Visual analogue scale) for pain; with interinsisional distance measurement for function and MR (magnetic resonance) imaging for disc pathologies. Patient data were collected and evaluated at 3 months after the procedure using the same parameters.
RESULTS: In all patients, there was a decrease in the amount of VAS after the procedure, and all the patients except one patient showed improvement in joint functions. No significant change was observed about disk position in MR images.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we tried to reveal the efficacy of arthrocentesis that we applied in a large series of patients with numeric datas. TME arthrocentesis is a less complicated procedure that does not require additional equipment and is easy to perform. It is a minimally invasive method that is effective in reducing pain of TMD and restoring function.

Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
RAS Wild Tip Metastatik Kolorektal Kanser Hastalarının İlk Seri Tedavi Olarak Folfiri Panitumumab. Tek Merkez Deneyimi
Folfiri Plus Panitumumab as the First-Line Treatment in Patients with KRAS Wild-Type Metastatic Colorectal Cancer. A Single Center Experience
Çağlayan Geredeli
doi: 10.5222/otd.2018.70431  Sayfalar 98 - 104
GİRİŞ ve AMAÇ: FOLFİRİ kemoterapi rejimi metastatik kolorektal kanser tedavisinde yaygın şekilde kullanılmaktadır. Panitumumab RAS wild tip metastatik kolorektal kanser tedavisinde kullanılan monoklonal bir antikordur. Bu çalışmada RAS wild tip matastatik kolorektal kanserli hastaların ilk seri tedavisinde FOLFİRİ Panitumumab rejiminin etkinlik ve tolerabilitesini araştırmak istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma retrospektif olarak dizayn edildi.İstanbul Okmeydanı eğitim ve araştırma hastanesi onkoloji bölümündeki nisan 2014 ila eylül 2016 tarihleri arasındaki hasta dosya kayıtlarından veriler elde edildi.
BULGULAR: Toplam 47 hasta alındı. Median yaş 60 (37-78) idi. 27 hasta erkek olup, 20 hasta kadındı. Median takip süresi 16.4 aydı. KRAS wild tip olan kolorektal kanserli hastalarda median PFS 11.6 ay ve median OS 26 aydı. RAS wild tip olan kolorektal kanserli hastalarda median PFS 14 ay ve median OS 27 ay olarak bulundu. 6 aylık OS %90,7, 1 yıllık OS %82,6, 2 yıllık OS %82,6 ve 3 yıllık OS %66,1 olarak bulundu. En sık görülen grade 1/2 yan etkiler ishal %34,1, akne benzeri raş %46,7 ve nötropeni %35,1 olarak tespit edildi. En sık grade 3/4 yan etki olarak ishal %7,3, Akne benzer raş %6,7 ve nötropeni %11,1 bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: RAS wild tip metastatik kolorektal kanserli hastaların ilk seri tedavisinde FOLFİR Panitumumab rejimi etkili olduğu tespit edilmiş ve toksisite açısından tolere edilebilir olarak bulunmuştur.
INTRODUCTION: FOLFIRI is widely used in clinical practice for mCRC patients. Panitumumab is used in patients with KRAS wild-type mCRC.This study investigated the efficacy and safety of first-line panitumumab plus FOLFIRI for patients with KRAS wild-type mCRC.
METHODS: In our retrospective study, patients with RAS wild-type mCRC were enrolled into the medical oncology department in Okmeydanı Training and Research Hospital, İstanbul, between April 2014 and September 2016.
RESULTS: A total of 47 patients were enrolled. The median age was 60 years old (range of 35-78). Twenty-seven patients were male, and 20 were female. The median follow-up was 16.4 months, and the median PFS was 11.6 months. Median OS was 26 months in patients with KRAS wildtype mCRC. In wild-type KRAS and NRAS, mCRC patients’ median PFS was 14 months, median OS was 27 months, 90.7% for six-month OS, 82.6% for one-year OS, 82.6% for two-year OS, and 66.1% for three-year OS. The most frequent grade 1/2 toxicities were diarrhea (34.1%), acne-like rash (46.7%), and neutropenia (35.1%). The most frequent grade 3/4 toxicities were diarrhea (7.3%), acne-like rash (6.7%), and neutropenia (11.1%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: First-line panitumumab and FOLFIRI was associated with favorable efficacy in patients with RAS WT mCRC and was well tolerated.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Günübirlik Mediastinoskopi güvenli mi?
Is Outpatient Mediastinoscopy safe?
Ahmet Demirkaya, Deniz Atasoy, Fatih Levent Balcı
doi: 10.5222/otd.2018.29393  Sayfalar 105 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimizde mediastinoskopi uyguladığımız hastalar retrospektif olarak, cerrahi sonuçları ve postoperatif dönemde kısa gözlem süresi açısından değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Mart 2014-Mart 2017 yılları arasında servikal video-mediastinoskopi uygulanan 48 hastanın verilerini retrospektif olarak değerlendirildi. 26 hastaya (%54.1) mediastinal evreleme nedeni ile mediastinoskopi uygulanırken 22 hastaya (%36.9) mediastinal lenfadenopati tanısı için işlem uygulandı. Mediastinoskopi ile eşzamanlı rezeksiyon yapılan 11 hasta çalışma dışında bırakıldı. Günibirlik mediastinoskopi yapılan 37 hasta çalışmaya alındı.
BULGULAR: Hastaların 22’si erkek, 26’sı kadın ve yaş ortalaması 52 (dağılım: 23-73). Değerlendirmede hiç mortalite saptanmadı. Eş zamalı KHDAK nedeniyle rezeksiyon yapılan hastaların dışında, 37 hastanın (%100) günübirlik takip sonrası aynı gün taburcu edilmesinin uygun olduğu ortaya kondu (Substitüsyon indeksi: %100). Oratalama hastanede kalış süresi 6 saattir (4.5-11 saat). Mediastinoskopi sonrası 13 hastada sarkoidoz(%35.1), 10 hastada KHDAK metastazı (%27), 6 hastada reaktif değişiklikler ve antrokozis (%16.2), 2 hastada KHAK (%0.54), 2 hastada Lenfoma (%0.54), 2 hastada mide karsinomu metastazı (%0.54), 1 hastada meme karsinomu metastazı (%0.27), 1 hastada da Tüberküloz(%0.27) saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mediastinal patolojilerin tanısında altın standart olarak kabul edilen mediastinoskopi çok düşük komplikasyon oranı ile uygulanabilen bir yöntemdir. Komplikasyonlar büyük çoğunlukla peroperatif veya aynı gün ortaya çıkan komplikasyonlardır. Bu nedenle koplikasyon gelişmeyen hastaların hospitalize edilmeleri çoğunlukla gereksiz olarak görülmekte ve bu işlem günübirlik olarak uygulanabilmektedir. Bu yöntem günübirlik uygulanması sayesinde hem hastane maliyetini düşürmekte hem de hasta memnuniyeti arttırmaktadır.
INTRODUCTION: In this retrospective study, we aimed to investigate the surgical and early postoperative outcomes of the patients who were performed mediastinoscopy in an outpatient setting at our clinic.
METHODS: A total of 48 patients were performed cervical video-mediastinoscopy between March 2014 and March 2017. Data of the patients were retrieved retrospectively. Mediastinoscopy was perfomed for mediastinal staging in 26 (54.1%) and for mediastinal lymphadenopathy in 22 (36.9%) patients. Mediastinoscopy with concurrent resections (n=11) were excluded. Patients to whom mediastinoscopy was performed only in an outpatient setting were included to the study. Thirty seven patients were included to the study.
RESULTS: Of the patients, 22 were male and 26 were female with a median age of 52 (range, 23-73) years. Patients without concurrent resections due to non-small cell lung cancer (NSCLC) were discharged at the same day of procedure (n=37, substitution index: 100%). Mediastinoscopy revealed sarcoidosis in 13 (35.1%), metastasis of NSCLC in 10 (27%), anthracosis and reactive changes in six (16.2%), small cell lung cancer in two (0.54%), lymphoma in two (0.54%), metastasis of gastric cancer in two (0.54%), metastasis of breast cancer in one (0.27%), and tuberculosis in one (0.27%) patients. Postoperative course was uneventful and there was no mortality.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Mediastinoscopy with its low complication rates is gold standard in the diagnosis of mediastinal pathologies. Majority of the complications are perioperative or occur on the operation day. Hospitalizations of the patients without any complications is not necessary, thus this procedure could be regarded as an ambulatory surgery. Outpatient application of this procedure could reduce the hospital costs and increase the patient satisfaction.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Klinik Non-Metastatik Renal Hücreli Kanserde Trombosit/Lenfosit Oranı Bağımsız Prognostik Bir Faktördür
Platelet-to-Lymphocyte Ratio is an Independent Prognostic Factor in Clinically Non-Metastatic Renal Cell Carcinoma
Lütfi Canat, Samir Agalarov, Fatih Akkaş, Hasan Anıl Atalay, İlter Alkan, Süleyman Sami Çakır, Fatih Altunrende, Alper Ötünçtemur
doi: 10.5222/otd.2018.58751  Sayfalar 109 - 115
GİRİŞ ve AMAÇ: Operasyon öncesi trombosit/lenfosit oranı (TLO)’nın klinik non-metastatik renal hücreli kanser (RHK)’de prognostik öneminin araştırılması planlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: RHK nedeniyle 2006 ve 2015 yılları arasında radikal veya parsiyel nefrektomi geçiren 298 hastanın retrospektif analizi yapıldı. TLO için optimal kestirim değeri “receiver operating curve” (ROC) analizi ile hesaplandı. TLO’nun prognostik önemi; Kaplan-Meier eğrileri, tek değişkenli ve çok değişkenli Cox regresyon modelleri ile değerlendirildi.
BULGULAR: TLO için ROC analizi ile optimal kestirim noktası 200 (AUC=0.715; sensitivite, %52,4; spesifite, %90,6) idi ve yükselen TLO daha kötü kanser spesifik sağkalım (KSS) ile anlamlı olarak ilişkili bulundu. Çok değişkenli analiz ile yükselen TLO’nun KSS için bağımsız bir risk faktörü olduğu gösterildi (HR, 3,460; 95% CI, 1,691-7.081; p=0,001). Ayrıca yüksek TLO’nun agresif tümör davranışı ile anlamlı ilişkisi olduğu gösterildi. Altgrup analizine göre yükselen TLO’nun hem clear cell hem de non-clear cell RHK’de KSS ile anlamlı ilişkisi saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klinik lokalize clear cell ve non-clear cell RHK’de küratif amaçlı yapılan tedaviler sonrası TLO, KSS için bağımsız prognostik bir faktördür. TLO, lokalize RHK ile ilişkili klinik çalışmaların dizaynında ve risk sınıflamasında anlamlı bir katkı sağlayabilir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the prognostic significance of the preoperative platelet-to-lymphocyte ratio (PLR) in a cohort of clinically non-metastatic renal cell carcinoma (RCC).
METHODS: We evaluated a retrospective analysis of 298 patients who underwent radical or partial nephrectomy for RCC between 2006 and 2015. The optimal cutoff value for the PLR was calculated using receiver operating curce (ROC) analysis. The prognostic value of PLR was determined by Kaplan-Meier curve, univariable and multivariable Cox regression models.
RESULTS: The optimal cut-off level was 200 (AUC=0.715; sensitivity, 52.4%; specificity, 90.6%) for PLR by ROC curve analysis and elevated PLR was significantly correlated with worse cancer-specific survival (CSS). Multivariable analysis showed that elevated PLR was an independent risk factor for CSS (HR, 3.460; 95% CI, 1.691-7.081; p=0.001). A high PLR was also significantly correlated with aggressive tumor behaviors. Subgroup analysis revealed significant associations of the elevated PLR on CSS for both clear cell and non-clear cell RCC types (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The PLR is an independent prognostic factor for CSS after treatment with curative intent for clinically localized clear cell and non-clear cell RCC. PLR may provide a significant adjunct for clinical trial design and risk stratifying patients for localized RCC.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Diabetik Maküler Ödem Hastalarında Sert Eksuda Varlığının Anti-VEBF Tedavide Prognoza Etkisi
The Effect of Presence of Hard Exudates on Visual and Anatomical Outcomes in Diabetic Macular Edema
Alper Halil Bayat, Akın Çakır, Selim Bölükbaşı, Burak Erden, Mustafa Nuri Elçioğlu
doi: 10.5222/otd.2018.89106  Sayfalar 116 - 119
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetik maküler ödemde (DMÖ) sert eksuda varlığının anti-vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEBF) tedavisinde prognoza olan etkisini araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Diyabetik maküler ödem nedeniyle intravitreal anti-VEBF tedavisi alan 80 hastanın 80 gözü geriye dönük olarak çalışıldı. Hastalar en az 3 doz anti-VEBF tedavisi almışlardı. Hastaların enjeksiyon öncesi ve tedavi sonundaki optik koherans tomografi (OKT) verileri not edildi. Sert eksuda varlığının merkezi maküler kalınlıktaki (MMK) ve en iyi düzeltilmiş görme keskinliğindeki (EİDGK) değişime olan etkisi araştırıldı.
BULGULAR: Hastaların tanı anındaki ortalama MMK’ları 415±95 mikrometre (µm) olarak saptandı. İlk EİDGK’ları 0.67±0.52 logMAR bulundu. Ortalama enjeksiyon sayıları 4.1±1.6 idi. Hastaların %35’inde sert eksuda varlığı izlendi. Hastaların EİDGK kazanımları ile başlangıç EİDGK, ilk MMK ve sert eksuda olmaması istatiksel olarak anlamlı derecede ilişkili bulunmuştur (sırasıyla p<0.001, p<0.05 ve p<0.05). Hastaların MMK’larındaki azalmalar ilk MMK ve ilk EİDGK ile istatiksel olarak anlamlı derecede ilişkili bulunup sert eksuda varlığının MMK’daki azalmalarla istatiksel olarak anlamlı bir ilişkisi olmadığı saptanmıştır(sırasıyla p<0.001, p<0.05 ve p>0.05). Regresyon analizinde EİDGK kazanımları ilk EİDGK ve daha sonra sert eksuda oluşmasıyla ilişkili olduğu saptanmıştır. Merkezi makula kalınlığındaki azalmalar ise yalnızca ilk MMK ile ilişkili saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyabetik makula ödeminde anti-VEBF tedavi yanıtında EİDGK kazanımları ile ilk EİDGK ve başlangıçta sert eksuda bulunmaması ve MMK’daki azalmalar ilk MMK ile istatiksel olarak anlamlı derecede ilişkili bulunmuştur.
INTRODUCTION: To evaluate the effect of the initial status of hard exudates on visual and anatomical outcomes in diabetic macular edema (DME) following intravitreal antivascular endothelial growth factor (anti-VEGF) treatment.
METHODS: In this retrospective study, 80 eyes of 80 patients who treated with anti-VEGF due to DME were examined. All of the patients underwent at least three anti-VEGF treatment. The baseline, follow-up and last visit optical coherence tomography parameters and best-corrected visual acuity (BCVA) were all noted.
RESULTS: The mean baseline central macular thickness (CMT) was 415±95 µm and mean baseline BCVA was 0.67±0.52 LogMAR. Average number of injections was 4.1±1.6. %35 of patients had exudates before the treatment. The improvement in BCVA was correlated with initial BCVA, initial CMT and absence of exudates and this correlations were statically significant (p=0.000,p=0.030 and p=0.047 respectively). The improvement in CMT was statically significant correlated with initial CMT and initial BCVA, however presence of hard exudates did not effect CMT improvement (p=0.000,p=0.016 and p=0.214 respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the presence of exudates was found to be a negative predictor for visual outcomes, it did not have any effects on anatomical outcomes in patients with DME under anti-VEGF treatment.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

12.
Subaraknoid Kanama Sonrası Gelişen Vasospazmın Tedavisinde, Selektif İntraarterial Papaverinin Etkisinin Sonuçları
The results of Selective Intraarterial Papaverine Treatment Effect on Subarachnoidal Hemorrhage related Vasospasm
İlker Çöven, Atilla Kırcelli, Halil Olgun Peker, Enes Duman
doi: 10.5222/otd.2018.78736  Sayfalar 120 - 125
GİRİŞ ve AMAÇ: Anevrizmal subaraknoidal kanamaya (SAK) bağlı vazospazmda (VS) intraarterial papaverin tedavisinin etkinliğini incelemek
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2010-2015 yılları arasında anevrizmal SAK nedeniyle endovasküler veya cerrahi yolla tedavi edilmiş 149 hastanın medikal kayıtları retrospektif olarak taranmış, VS geçiren ve intraarterial papaverin uygulanan 22 hastanın işlem öncesi ve sonrası radyolojik verileri karşılaştırılmıştır. Bununla beraber anevrizmal SAK’ta spazm gelişimi için risk oluşturan prediktif faktörlerin etkinliği değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Hastaların 10’u erkek, 12’si kadındı, ortalama yaş 52,41±10,98 idi. On hastada anteriyor komunikan arter anevrizması, 10’unda orta serebral arter anevrizması 1 hastada posteriyor komunikan arter ve 1 hastada internal karotid arter anevrizması tespit edildi. Bu hastaların 19’una endovasküler tedavi, 3’üne cerrahi tedavi yapılmıştır. Tüm hastalarda anjiografik olarak VS gösterilmiştir. Hastaların 15’inde sol hemisferik infarkt, 7’sinde sağ hemisferik infarkt gelişmiştir. Bu hastaların VS anında yapılan anjiografilerinde anterior serebral arter A1 segmentinin kalınlığı ortalama 1,31±0,49 mm iken, uygulanan intrarateriel papaverin ile 1,85±0,51 mm’lere yükselmiş olup, SAK’a bağlı VS’da intraarteriel papaverin sonrası anterior serebral arter A1 segmentinde anlamlı derecede dilatasyon tepit edilmiştir (p<0,0001). Bununla beraber papaverin uygulanan bu hastaların orta serebral arter M1 segment çapları VS anında 2,01±0,54 mm iken, papaverin enjeksiyonu sonrası 2,73±0,42’lere yükselmiş olup, anlamlı derecede dilatasyon tepit edilmiştir (p<0,0001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda SAK sonrası gelişen vazospazmın tedavisinde, intraarterial olarak uygulanan papaverinin damar çapları üzerine etkisi incelenmiş, uygulama sonrası damar çaplarında anlamlı artışa neden olduğu tespit edilmiştir.
INTRODUCTION: To investigate the intraarterial papaverine treatment efficacy of aneurysmal subarachnoidal hemorrhage (SAH) related vasospasm (VS).
METHODS: We evaluated 149 aneurysmal subarachnoidal hemorrhage patients medical records retrospectively, who were performed endovascular coilization or surgically clipping operation. In these patients, 22 patients were developed vasospasm, and treated with intraarterial papaverine. We investigated the radiologic parameters of arterial dilatation during the VS and after papaverine injection on anjiography. Also the aneurysmal SAH predictive factors of patients were investigated.
RESULTS: There were 10 male and 12 female patients, the main age was 52.41±10.98. There were 10 anterior communicating artery aneurysms, 10 middle cerebral artery aneurysms, 1 posterior communicating artery aneurysm and 1 internal carotid artery aneurysm in patients. We performed endovascular treatment to 19 patients and surgery to 3 patients. We showed the vasospasm in all patients angiographically. There are 15 left hemispheric infarcts and 7 right hemispheric infarcts. The mean A1 segment anterior cerebral artery diameter was 1.31±0.49 mm during VS and increased to 1.85±0.51 mm after intraarterial papaverine treatment (p<0.0001). The mean M1 segment middle cerebral artery diameter was 2.01±0.54 mm during VS, and increased to 2.73±0.42 mm after treatment (p<0.0001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we investigate the effect of intraarterial papaverine treatment after aneurysmal SAH related VS and we showed significant increase in arterial diameters after treatment.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

13.
Sıçan Böbrek İskemi Reperfüzyon Modelinde Sildenafil Sitrat Kullanımı Erken Dönemde Doku Hasarını Engellemez
The Sildenafil Citrate Does Not Prevent Tissue Damage On Early Period in Rat Kidney Ischemia Reperfusion Model
Oğuz Özden Cebeci, Tayyar Alp Özkan
doi: 10.5222/otd.2018.57060  Sayfalar 126 - 131
GİRİŞ ve AMAÇ: Renal iskemi; transplantasyon, nefron koruyucu cerrahi ya da renal vasküler cerrahi gibi böbrek kan akımının kesildiği durumlarda gözlenmektedir. İskemik dokunun reoksijenizasyonu için yeniden kanlanma gereklidir. Bununla birlikte yeniden kanlanmanın da ek hücresel hasar oluşturduğu bilinmektedir. Sildenafil sitrat ilk bulunan fosfodiesteraz 5 (PDE5) inhibitörüdür. Bu çalışmada; sildenafil sitratın deneysel olarak oluşturulan böbrek iskemi yeniden kanlanma hasarının erken döneminde olası koruyucu etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 28 adet Wistar rat 4 gruba ayırıldı (n=7). Cerrahi işlem öncesi malondialdehit (MDA) ve kreatin ölçümü için serum örnekleri alındı. Anestezi uygulaması sonrası ratlara orta hat laparatomi sonrası sağ nefrektomi yapıldı. Sham grubu ratların sol böbrek gerota fasyası açıldı ve ek bir işlem yapılmadı. Sildenafil grubu orogastrik gavaj ile 2.5 mg/kg sildenafil oral olarak verildi. İskemi grubunda sol renal artere mikrovasküler klemp konuldu ve 45 dk.’lık renal iskemi oluşturuldu. Grup 4’deki ratlara (tedavi grubu) orogastrik gavaj ile 2.5 mg/kg sildenafil oral olarak verildi ve sol renal artere mikrovasküler klemp konularak 45 dk’lık renal iskemi oluşturuldu. Dört saatlik yeniden kanlanma sonrası, tüm ratlardan tekrar serum örnekleri alındı ve ratlar sakrifiye edilerek sol böbrekleri histopatolojik incelemeye alındı.
BULGULAR: Gruplar arasında; serum MDA ve serum kreatin ve doku MDA ölçümleri açısından bakıldığında istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Histopatolojik olarak gruplar arasında fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İskemi sonrası doku MDA seviyeleri artmış, iskemi öncesi ve sonrası ölçülen serum MDA seviyelerinde değişiklik olmamıştır. Oral yoldan uygulanan sildenafil sitratın kısa dönem uygulamada doku MDA seviyelerinde azalmaya ve iskemi yeniden kanlanma hasarının engellenmesine etkisi yoktur.
INTRODUCTION: Transplantation, nephron sparing surgery, or renal vascular surgery, where renal blood flow is interrupted called as renal ischemia. Reperfusion is necessary for re-oxygenation of ischemic tissue. However, reperfusion is known to cause additional cellular damage. Sildenafil citrate is the first-found phosphodiesterase type 5 (PDE5) inhibitor. In this study; Sildenafil citrate in the early stages of experimental kidney ischemia-reperfusion injury.
METHODS: Twenty-eight Wistar rats were gathered in to 4 groups (n=7) Serum samples were taken from each subject for measurement of Malondialdehyde (MDA) and creatine before transaction. We perform all rats right nephrectomy. In group 1 (sham group) rats was not take sildenafil and was not perform ischemia procedure. In group 2 (sildenafil group;) rats only take orally sildenafil. In group 3 (Ischemia group) micro vascular clamp placed left renal artery for 45 min. There was not take sildenafil. In group 4 (treatment group) micro vascular clamp located left renal artery and rats take orally sildenafil. After 4 hours ischemia time, blood samples were taken to measure serum creatine and MDA. And then all animals were sacrificed.
RESULTS: There was no statistical difference among groups for MDA and creatine levels. Also statistical difference among groups was not detect for histopathological assessment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Sildenafil citrate claimed that it has positive effect for ischemia reperfusion damage in long term use. In our study, statistically meaning difference is not detected in tissue MDA, serum MDA and creatine levels. Meaning difference among groups is not observed in still histopathological assess. As a result; we think that sildenafil citrate has no therapeutic effect in the early period of renal ischemia reperfusion injury.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

14.
Basit Humerus Kistleri için Bir Aylık Aralıklarla Üçlü Metilprednizolon Enjeksiyonu
Triple Methylprednisolone Injections for Simple Humerus Cysts at One-month Intervals
Murat Çakar, Ahmet Murat Bülbül
doi: 10.5222/otd.2018.34654  Sayfalar 132 - 136
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, çocukluk döneminde basit humerus kistlerinin aylık aralıklarla 3 metilprednizolon enjeksiyonu ile tedavisini geriye dönük olarak değerlendirmekti.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Basit humerus kemik kisti olan toplam 38 hasta çalışmaya dahil edildi. Yirmi hasta kız, 18’i erkekti. Ortalama yaş 7,8 (4-14)’di. Anestezi altında tüm hastalara floroskopi kontrolü altında korteksin en ince noktasında üç kez metilprednizolon enjeksiyonu yapıldı. İlgili ekstremiteye erken hareket başlandı ve hastalar aynı gün taburcu edildi. İyileşme, Neer sınıflamasına göre değerlendirildi.
BULGULAR: Hastalar ortalama 32 ay (12-60) izlendi. Otuz bir (%81,5) hasta iyileşti. Olguların 21’i Neer tip 1, 10’u Neer tip 2 ve 6’sı Neer tip 3 idi. Neer tip 4 olarak sınıflandırılan bir hastada kırık gelişti. Üç hastada 3. enjeksiyondan sonra deride renk değişiklikleri görüldü. İki hastada (%5) üst ekstremite uzunluk eşitsizliği olduğu tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Düşük maliyet ve komplikasyon oranı ve kısa hastanede kalış, metilprednizolon enjeksiyonu ile humerus basit kist tedavisinin popülaritesini arttırmıştır. Farklı uygulama şekilleri ile, bir ay aralıklarla 3 metilprednizon tedavisi çok etkili bir yöntemdir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to retrospectively assess treatment of humerus simple cysts in the childhood period with 3 methylprednisolone injections at monthly intervals.
METHODS: A total of 38 patients with simple humerus bone cyst were included in the study. Twenty patients were girls and 18 were boys. The mean age was 7.8 (4-14) years. Under anesthesia patients had methylprednisolone administered three times at the thinnest point of the cortex under fluoroscopy control. Early movement was begun and they were discharged on the same day. Healing was assessed according to the Neer classification.
RESULTS: Patients were monitored for mean 32 months (12-60). Thirty-one (81.5%) patients recovered. 21 were classified as Neer type 1, 10 were Neer type 2, and 6 were Neer type 3. A fracture developed in a patient classified as Neer type 4. Three patients developed color changes on the skin after the 3rd injection. Two patients (5%) were identified to have unequal upper extremity lengths.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The low cost and complication rate and short hospital stay have added to the popularity of humerus simple cyst treatment with methylprednisolone injection. With different administration forms, 3 methylprednisolone treatments at one month intervals is a very effective method.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

15.
Anterior Orta Hat İnsizyonu, Schatzker Tip V ve VI Tibial Plato Kırıkları İçin Uygun Bir Yaklaşımdır
Anterior Midline Knee Incision Method is a Viable Solution for Schatzker Type V and VI Tibial Plateau Fractures
Murat Çakar, Hakan Gürbüz
doi: 10.5152/eamr.2018.32815  Sayfalar 137 - 142
GİRİŞ ve AMAÇ: Klasik anterior orta hat kesisi kullanılarak ameliyat edilen Schatzker Tip V ve VI tibial plato kırıklarının klinik ve radyolojik sonuçlarını ortaya koymak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: On yedi hasta (5 kadın, 12 erkek) çalışmaya alındı. Yaş ortalaması 44,8 (26-71) idi. Tüm hastalar için anterior orta hat insizyonu kullanıldı. Hastalar ameliyattan 6 ay sonra klinik ve radyolojik olarak değerlendirildi. Klinik sonuçlar görsel analog skala (VAS), HSS (Hospital for Special Surgery) Diz skoru ve eklem hareket açıklığı ile değerlendirildi. Radyolojik sonuçlar kemik kaynaması, medial proksimal tibial açı (MPTA), posterior proksimal tibial açı (PPTA) ve kırık hattında basamaklanma varlığı ile değerlendirildi.
BULGULAR: Tüm hastalarda kaynama gözlendi. Enfeksiyon ve nörolojik defisit tespit edilmedi. Ortalama HSS diz skoru 92,7 idi. Bir hastada kötü sonuç elde edildi. Ortalama fleksiyon 110,5 dereceydi. MPTA ortalama 88,1 derece, PPTA 82,2 derece idi. Tüm hastalarda anatomik redüksiyon sağlandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Klasik anterior orta hat insizyonu ve menisküs anterior boynuzunun kaldırılması ile tüm platonun görüntülenmesini sağlanırr. Kırık tespiti ve fiksasyon kolayca yapılabilir. Bu avantajlarından dolayı, bu teknik tibial plato kırıklarının tedavisinde göz önünde bulundurulmalıdır.
INTRODUCTION: To reveal the clinical and radiological results of Schatzker Type V and VI tibial plateau fractures operated using classic anterior midline incision.
METHODS: A total of 17 patients (5 females, 12 male) were included in the study. The mean age was 44.8 years (actual age range 26–71 years). An anterior midline incision was used for all patients. Patients were clinically and radiologically assessed 6 months after surgery. Clinical results were evaluated using the visual analog scale, Hospital for Special Surgery (HSS) knee score, and range of motion. Radiological results were evaluated for the presence of bony union, medial proximal tibial angle (MPTA), posterior proximal tibial angle (PPTA), and step-off on the fracture line.
RESULTS: Union was observed in all patients. Infection and neurological deficits were not identified. The mean HSS knee score was 92.7. According to the HSS score, one patient had a poor outcome. The mean flexion was 110.5°. The mean MPTA was 88.1° with the mean PPTA at 82.2°. Anatomic reduction was achieved in all patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: A classic anterior midline incision and the elevation of the anterior horn of the menisci allow visualization of the whole plateau. Fracture reduction and fixation can be easily performed. This technique should be considered for tibial plateau fractures owing to its advantages.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

16.
Hemodializ Planlanan Çocuklarda Arteriovenöz Fistül Uygulamasının Uzun Dönem Sonuçları
Long Term Results of Arteriovenous Fistula Procedure for Children Who are Planned for Hemodialysis
Melike Elif Teker
doi: 10.5152/eamr.2018.15493  Sayfalar 143 - 147
GİRİŞ ve AMAÇ: Erişkinlerde olduğu gibi çocuklarda da kronik böbrek yetmezliği varlığında ideal tedavinin
renal transplantasyon olduğu düşünüldüğünden, transplantasyon müdahalesine kadar temel tedavi hemodiyalizdir. Hemodializ programının başarısı da iyi bir vasküler yolun varlığına bağlıdır. Bu prospektif çalışmamızda hemodializ programına alınan 32 çoçukta yapılan 47 damarsal girişimi sunduk.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014-Ocak 2016 tarihleri arasında hemodializ programına başlayacak 32 çocuk hastaya 47 vasküler girişim uygulandı. Olguların 11’ine radiosefalik, 22’sina brakiosefalik ve 14’üne ise brakiobazilik fistül açıldı. Arteriovenöz (A-V) fistüller 3 ay ile 2 yıl arasında olmak üzere ortalama 18,1±14,1 ay takip edildi

BULGULAR: Fistüllerin fonksiyon görme süresi ortalama 18,6±15,3 ay olarak bulundu. Radiosefalik fistül yapılan 5 olguda, brakiosefalik yapılan 2 olguda fistül trombozu nedeniyle yeniden fistül yapıldı. Olguların 1’inde enfeksiyon görüldü ve verilen medikal tedaviyle gerilediği saptandı. Üç olguda ise fistül anevrizması gelişti ve anevrizmatik ven bağlanıp diğer koldan yeni fistül yapıldı. Konjestif kalp yetersizliği (KKY), nöropati, venöz hipertansiyon hiçbir hastada gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocuklarda hemodiyaliz için seçilen vasküler yolların sonuçları ve komplikasyonları erişkinlerdeki vasküler girişimsel yöntemlerle benzerlik göstermektedir. Çocuklarda iyi bir teknik ile fistülün oluşturulması halinde, fistülün çalışma oranı yüksek, infeksiyon ve hematom oluşma olasılığı düşüktür. Deneyimli bir cerrahi ekip tarafından oluşturulan A-V fistüllerin multidisipliner bir yaklaşımla dikkatli izlenmesi ve vasküler yapıların akılcı kullanılması, bunların uzun süre fonksiyon görmesini sağlayacağı düşünüldü.

INTRODUCTION: Like adults, children with chronic renal failure require hemodialysis as the main treatment while waiting for renal transplantation. The success of hemodialysis depends on a good vascular route. In this prospective study, 47 vascular interventions are presented in 32 children included in a hemodialysis program.
METHODS: Between January 2014 and January 2016, 47 vascular interventions were conducted in 32 children who were planned for hemodialysis. Radiocephalic fistula was performed in 11, brachiocephalic fistula in 22, and brachiobasilic fistula in 14 patients. Arteriovenous (AV) fistulas were followed-up between 3 months and 5 years (average, 18.1±14.1 months).
RESULTS: The functional time of fistulas was approximately 18.6±15.3 months. Five radiocephalic fistulas and two brachiocephalic fistulas were redone because of fistula thrombosis. Wound infection was observed in 1 patient who recovered with medical treatment. In 3 patients, fistula aneurysm was observed. The aneurysmal vein was ligated, and a new fistula was performed on the other arm. Congestive heart failure, neuropathy, and venous hypertension were not observed in any patient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results and complications of vascular intervention for hemodialysis in children are same as those in adults. If a good technique is applied in children, the functional rate of the fistula will be higher and the rate of infection and hematoma will be lower. We believe that if AV fistulas, which were performed by an experienced surgery team, are carefully followed-up using a multidisciplinary approach, and if vascular structure is used rationally, the fistulas will be functional for a longer time.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

17.
Perimenopozal Kadınlarda Pelvik Organ Prolapsusu Sıklığı, Şiddeti ve Risk Faktörleri
Incidence and Severity of Pelvic Organ Prolapse and its Risk Factors in Perimenopausal Women
Elif Yildiz, Burcu Dinçgez Çakmak, Fatma Ketenci Gencer, Burcu Aydın Boyama
doi: 10.5152/eamr.2018.70893  Sayfalar 148 - 153
GİRİŞ ve AMAÇ: Pelvik organ prolapsusu perimenopozal kadınlarda sık görülen, kadınların doktora şikayet olarak belirtmekten çekindikleri sosyoekonomik bir sorundur. Özellikle risk faktörlerini taşıyan hastaların detaylı sorgulanması ve muayenesi, tanı ve tedavi açısından çok önemlidir. Bu çalışmanın amacı perimenopozal kadınlarda pelvik organ prolapsusu risk faktörlerinin araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Temmuz 2014 ve Aralık 2014 tarihleri arasında jinekoloji polikliniğine başvuran, perimenopozal dönemdeki 1860 hasta dahil edildi. Retrospektif olarak hastaların yaşı, boyu, kilosu, eğitim durumu, doğum sayıları, doğum şekli, doğum ağırlığı, pelvik organ prolapsusu varlığı ve pelvik organ prolapsusu olan hastalar için POP-Q sınıflaması kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların 1232’sinde (%66,2) farklı evrelerde pelvik organ prolapsusu tespit edildi. Evre≥2 hastalar, tüm hasta grubunun %26,2’si (n=487) idi. Pelvik organ prolapsuslu hastalar daha yaşlı (p<0,001), daha kilolu (p<0,001), doğum sayıları daha yüksek (p=0,036), daha kilolu bebek doğurmuş (p<0,001), daha fazla vajinal doğumu olan (p=0,022) hastalardı. Vücut kütle indeksi (OR 4,1, p<0,001), vajinal doğum (OR 3,6, p=0,003) ve doğum ağırlığı (OR 2,3, p<0,001) pelvik organ prolapsusu için bağımsız öngörüdürücü parametreler olarak belirlendi. Ayrıca evre≥2 hastalar, daha kilolu (p<0,001), daha kilolu bebek doğurmuş (p<0,001) ve daha fazla vajinal doğumu olan (p=0,002) hastalardı. Evre ≥2 genital prolapsus için vücut kütle indeksi (OR 7,6, p<0,001) ve maksimum doğum ağırlığı (OR 3,1, p<0,001) bağımsız öngörüdürücü idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda vücut kütle indeksi, vajinal doğum ve doğum ağırlığı pelvik organ prolapsusu için risk faktörleri olarak bulundu. Ayrıca vücut kütle indeksi ve doğum ağırlığı, evre ≥2 olan hastalar için de risk faktörü idi. Bu bulgular sonucunda, yaşam tarzı değişikliği ile kilo kontrolünün ve düzgün bir doğum yönetiminin pelvik organ prolapsusu için kritik öneme sahip olduğu sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: Pelvic organ prolapse is a commonly encountered socioeconomical condition in the perimenopausal period that women hesitate to complain about to their physicians. Evaluation of patients who have risk factors for this condition is crucial for both diagnosis and treatment. This study aimed to investigate the risk factors of pelvic organ prolapse in perimenopausal women.
METHODS: We included 1860 perimenopausal women admitted to the gynecology outpatient clinics between July and December 2014. The age, height, weight, educational status, parity, delivery mode, birthweight, presence of pelvic organ prolapse, and the POP-Q patient score were retrospectively recorded.
RESULTS: Pelvic organ prolapse was observed in 1232 (66.2%) patients at different stages and in 487 (26.2%) of patients at stage ≥2. Patients with pelvic organ prolapse were elder (p<0.001), more overweight (p<0.001), had higher parity (p=0.036), had vaginal delivery more frequently (p=0.022), and also had overweight babies more frequently (p<0.001). The body mass index (BMI) (OR, 4.1; p<0.001), vaginal delivery (OR, 3.6; p=0.003), and birthweight (OR, 1.3; p<0.001) were found to be independent predictors for pelvic organ prolapse. Moreover, patients at stage ≥2 were more overweight (p<0.001), had vaginal delivery more frequently (p=0.002), and had overweight babies more frequently (p<0.001). The BMI (OR, 7.6; p<0.001) and maximum birthweight (OR 3.1, p<0.001) were independent predictors for patients with stage ≥2 pelvic organ prolapse.
DISCUSSION AND CONCLUSION: BMI, vaginal delivery, and birth weight were found to be the risk factors for pelvic organ prolapse. Also, BMI and birth weight were the risk factors for stage ≥2 prolapse. We concluded that weight loss with lifestyle modifications and appropriate delivery management are critical for pelvic organ prolapse.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

18.
Transrektal Ultrasonografi Eşliğinde Prostat Biyopsisi Sonrası Hematospermi İnsidansı: 1210 Hasta ile Tek Merkezli Deneyim
The Incidence of Hematospermia After 12-Core Transrectal Ultrasound-Guided Prostate Biopsy: A Single-Center Study with 1,210 Patients
Eyyüp Danış, Mustafa Erkoç, Hüseyin Beşiroğlu, Muammer Bozkurt, Samir Aghalarov, Recep Burak Değirmentepe, Fatih Akkaş, Osman Can, Alper Ötünçtemur, Ahmet Arıman
doi: 10.5152/eamr.2018.05902  Sayfalar 154 - 157
GİRİŞ ve AMAÇ: Transrektal ultrasonografi (TRUS) eşliğinde prostat biyopsisi, prostat kanseri teşhisinde kullanılan altın standart yöntemdir. TRUS biyopsi genelde iyi tolere edilen bir işlem olup majör komplikasyonlar nadir görülmektedir. Ancak çeşitli minör komplikasyonlar sık görülmektedir. Bu çalışmada hastanemizde yapılan TRUS prostat biyopsisi işlemi sonrası hematospermi oranları değerlendirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Transrektal ultrasonografi (TRUS) eşliğinde prostat biyopsisi, prostat kanseri teşhisinde kullanılan altın standart yöntemdir. TRUS biyopsi genelde iyi tolere edilen bir işlem olup majör komplikasyonlar nadir görülmektedir. Ancak çeşitli minör komplikasyonlar sık görülmektedir. Bu çalışmada hastanemizde yapılan TRUS prostat biyopsisi işlemi sonrası hematospermi oranları değerlendirilmiştir. İstatistiksel değerlendirmelerde tanımlayıcı istatistiksel metotlar kullanılmıştır.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 65,1 (44-81) ve ortalama total PSA değerleri 7,8 ng/mL (2,6-142) saptandı. Hastaların prostat volümü ise ortalama 43,0 cc (22-238) idi. Çalışmaya dahil edilen 1210 hastanın seksenikisinde (%6,7) hematospermi saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Transrektal ultrasonografi eşliğinde biyopsi işleminin komplikasyonlarının çoğu başta hematüri, rektal kanama ve hematospermi olmak üzere gibi kanama ile ilgili komplikasyonlardır. Hematospermi olası morbiditesi yanında hastada psikolojik olarak da olumsuz etki bırakabilmektedir. Ancak vakaların çoğunda hematospermi tedaviye gerek kalmaksızın kendini sınırlamaktadır. O nedenle hasta ile bu komplikasyonla ilgili işlem öncesi ve sonrası ayrıntılı yapılacak bir değerlendirme ile problem daha kolay çözülebilir hale gelecektir.
INTRODUCTION: Transrectal ultrasound-guided prostate biopsy (TRUS-Bx) is the gold standard method for detecting prostate cancer. It is generally a well-tolerated procedure with low risk of major complications. However, minor complications are frequent. In this study, the incidence of hematospermia after TRUS prostate biopsy was evaluated.
METHODS: Totally, 1210 patients with clinical suspicion of prostate cancer due to abnormality on the digital rectal examination or rising of prostatic-specific antigen, in whom the TRUS-bx was performed, were included in the study. All patients were given antibiotic prophylaxis before the procedure. One week and 4 weeks after the biopsy, the patients were called to the clinic for evaluating the biopsy complications.
RESULTS: The mean age, serum total PSA level, and prostate volume were 65.1 (44–81) years, 7.8 ng/mL (2.6–142) ng/mL, and 43.0 cc (22–238), respectively. Hematospermia was detected in 82 (6.7%) patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Various reports regarding hematospermia are available in the literature. In our series, the incidence of hematospermia seems to be quite low. This might result due to the high experience of our institution regarding the procedure as well as the sociocultural background of the patients. Counseling the patients and monitoring them in terms of possible complications after TRUS-bx is essential.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

19.
İstanbul’da Doğurganlık Yaş Grubu Kadınlarda Toxoplasma gondii Seroprevalansının Değerlendirilmesi
Evaluation of Toxoplasma gondii Seroprevalence Among Women of Childbearing Age Group in İstanbul
Elçin Akduman Alaşehir, Görkem Yaman
doi: 10.5152/eamr.2018.38278  Sayfalar 158 - 162
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı vakıf üniversitesi hastanemize başvuran doğurganlık yaş grubu kadınlarda toksoplazma seroprevalansının araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Ocak 2011-Eylül 2016 tarihleri arasında Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarı’na başvuran, 15-49 yaş arası kadınlara ait Toksoplazma Ig M ve Ig G antikorları makro ELISA yöntemi ile (Architect, Abbott, ABD) serum örneklerinde araştırıldı.
BULGULAR: 1923 serum örneğinin 18’inde (%0,94) Ig M pozitifliği saptanırken, 6 (%0,31) örnekte sınır değer tespit edildi. 1913 serum örneğinin 413’ünde (%21,58) Toksoplazma IgG pozitifliği saptanırken, 20 (%1,04) örnekte sınır değer saptandı. Toksoplazma IgM pozitifliğinin yaşlara göre dağılımı incelendiğinde pozitifliklerin 24-39 yaş aralığında saptandığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Seropozitifliğin düşük olarak saptanması gebelik ve öncesinde Toksoplazma antikorlarının taranmasının etkin olacağını düşündürmektedir. Doğurganlık çağındaki kadınların hastalıktan korunma konusunda bilgilendirilmesinin yanı sıra; hekimler testleri değerlendirme ve gebelik süresince takip konusunda bilgilendirilmelidir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the seroprevalence of toxoplasmosis in women of reproductive age group who are referred to our hospital.
METHODS: Toxoplasma Ig M and Ig G antibodies of 15-49 year old women who admitted to Maltepe University Medical Faculty Hospital Microbiology Laboratory between January 2011 and September 2016 were analyzed by macro ELISA (Architect, Abbott, USA).
RESULTS: Ig M positivity was detected in 18 (0.94%) of the 1923 serum samples while 6 (0.31%) samples were in border-line range. Toxoplasma IgG positivity was detected in 413 (21.58%) of the 1913 serum samples while 20 (1.04%) samples were in border-line range. When the distribution of toxoplasma IgM positivity according to ages was examined, positivity was found at 24-39 age range.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The low seropositivity rates suggests that screening for Toxoplasma antibodies before and during pregnancy will be effective.In addition to informing the women of childbearing age about protection from the disease, physicians should be informed about evaluation of the tests and follow up during pregnancy.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

20.
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Planlaması Polikliniğine Başvuran Emzirme Dönemindeki Kadınların Kontrasepsiyon Tercihleri
Contraception Preferences of Breastfeeding Mother at Health Sciences University Umraniye Education and Research Hospital
Şule Yıldırım Köpük, Yasemin Çekmez, Nida Özer, Özlem Şahin, Gürkan Kıran
doi: 10.5152/eamr.2018.02418  Sayfalar 163 - 166
GİRİŞ ve AMAÇ: Emziren annelerde kontrasepsiyon önemli bir halk sağlığı konusudur. Aralıklı ve planlı gebelikler neonatal, maternal morbidite ve mortaliteyi azaltmaktadır. Doğum aralıklarının 27-32 ay olması durumunda anne ölümü, 3. trimesterde kanama, endometrit ve anemi sıklığının azaldığı kanıtlanmıştır. Doğum sonrası kontrasepsiyon kadın ve çocuk sağlığı açısından daha da önem kazanmaktadır. Çalışmada son 3 yılda aile planlaması polikliniğine başvuran emziren kadınlarda kontrasepsiyon tercihlerini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği Aile Planlaması polikliğine 1 Ocak 2014-1 Ocak 2017 tarihleri arasında başvuran 571 emziren kadın retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: 17-44 yaş grubu 571 olgunun yaş ortalaması 28,35±5,9 yıl (min-maks, 17-44 yıl) idi. Gravida 2,6±1,35 (1-8), parite 2,3±1,5 (1-7), yaşayan sayısı 2,3±1,07 (1-6) olarak saptandı. Araştırmaya katılan kadınların %65,2`si vajinal yoldan, %34,9’u ise sezaryen ile doğum yapmıştı. Kadınların polikliniğe başvurmadan önce tercih ettikleri yöntem sırası ile koitus interruptus (%50,6), kondom (%28,2), depo-medroksiprogesteron asetat (%2,5), rahim içi araç (RİA) (%1,2) ve %2,1’i ise hiçbir yöntem kullanmıyordu. 88 (%15,4) kadın lohusa idi. Aile planlaması polikliniğine başvuran kadınlara danışmanlık verildikten sonra %74,4`u RİA yöntemini, %25,6`sı kondom yöntemini tercih etti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Emziren annelerde kontraseptif yöntem seçimi ve zamanlaması emzirme paternini ve çocuk büyüme eğrilerini etkileyebilir. Hormon içermeyen yöntemlerden bariyer ve rahim içi araç (RİA) emziren kadınlarda en sık kulllanılan ve emzirme süresini, sıklığını ve süt miktarını etkileyemeyen yöntemlerdir. Gebelik döneminde kontrasepsiyon yöntemleri anlatılmalı ve postpartum dönemde danışmanlık verilmelidir. İstenmeyen gebeliklerde azalma sağlanmakla birlikte kısa aralıklar ile gebe kalmayı önleyerek maternal ve fetal mortalitede önemli bir azalma sağlanabilir.
INTRODUCTION: Contraception in breastfeeding mothers is an important public health issue. Intermittent and planned pregnancies decrease neonatal, maternal morbidity and mortality. It has been proven that maternal death in the case of birth intervals of 27-32 months, bleeding in the third trimester, endometritis and the frequency of anemia decrease. Postpartum contraception is more important in terms of health of women and children. We aimed to determine contraceptive preferences in breastfeeding women who applied to family planning policlinic in the last 3 years
METHODS: 571 breastfeeding women who were referred to family planning policlinic at Health Sciences University, Umraniye Training and Research Hospital, between 1 January 2014 and 1 January 2017 were screened retrospectively.
RESULTS: The mean age of the 571 patients aged 17-44 years was 28.35±5.9 years (min-max, 17-44 years). Gravida 2.6±1.35 (1-8), parity 2.3±1.5 (1-7) and alive 2.3±1.07 (1-6). 65.2% of the women who participated in the survey had normal vaginal delivery and 34.9% of them were delivered with cesarean section. The most common method that women prefer before referral is coitus interruptus (50.6%), condom (28.2%), depo-medroxyprogesterone acetate (2.5%), intrauterine device (RIA) (1.2%) respectively and 2.1% were using any methods. After consultation who applied to the family planning policlinic, 74.4% preferred the RIA method and 25.6% preferred the condom method.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Contraceptive method selection and timing in breastfeeding mothers can affect breastfeeding patterns and child growth curves. Hormone-free methods are the most commonly used methods for women who are breast fed and barrier (intrauterine insemination) devices, and which do not affect breastfeeding, frequency and milk intake. Contraceptive methods should be explained during pregnancy and counseling should be given in the postpartum period. Prevention of unintended pregnancies and pregnancy with short intervals can be achieved with a reduction in maternal and fetal mortalities.
Makale Özeti | Tam Metin PDF