Volume: 47  Issue: 4 - 2017
Hide Abstracts | << Back
1.Evaluation of anterior segment changes of patients taking alpha1-blockers by ultrasound biomicroscopy in drugless period
Yeliz Acar, Kadir Eltutar, Sibel Zırtıloğlu
Pages 186 - 191
Amaç: Alfa1 blokör (tamsulosin, terazosin, doksazosin, alfuzosin) kullanan benign prostat hipertrofili hastaların ilaçlı ve ilaçsız dönemdeki ön segment değişikliklerinin UBM (ultrason biyomikroskopi) ile değerlendirilip karşılaştırılması.
Gereç ve Yöntem: Çalışma prospektif olarak planlandı, UBM (ultrason biyomikroskopi), katarakt operasyonu randevusu için gelen ve alfa1 blokör kullanan 19 hastanın 31 fakik gözüne pupil dilatasyonu öncesinde ve sonrasında uygulandı. İlacı kestikten 10 gün sonra, katarakt operasyonu öncesinde, UBM, önceki gibi dilatasyon öncesi ve sonrasında tekrarlandı. İdeal görüntüler üzerinde, hastaların pupil çapları (PÇ), ön kamara derinlikleri (ÖKD), ön kamara açıları (ÖKA), AAM500 ve 250 (skleral mahmuzdan 500µm ve 250µm uzaklıktaki açı açıklığı mesafeleri) değerleri ölçüldü ve ilacın kesilmesinden sonra anlamlı değişiklikler olup olmadığı değerlendirildi. Hastaların hiçbiri önceden veya çalışma sırasında başka herhangi bir alfa-adrenerjik antagonist kullanmadı. Diyabet, sistemik hipertansiyon, glokom, psödoeksfoliasyon sendromu, kronik göz damlası kullanımı öyküsü olan ve oküler cerrahi geçirmiş hastalar çalışma dışı bırakıldı.
Bulgular: İlaçsız dönemde dilatasyon öncesi elde edilen PÇ, ÖKD, ÖKA, AAM500 ve AAM250 ölçümleri ilaç kullanılan dönemdeki dilatasyon öncesi ölçümlerden istatistiksel olarak farklı değildi (p>0.05). Dilate gözlerde ölçülen ortalama AOD500 değeri ilaçlı dönemde 0,35±0,08mm, ilaçsız dönemde ise 0,39±0,08mm idi. Ortalama AOD250 değeri ise ilaçlı dönemde 0,23±0,06mm iken ilacı bıraktıktan sonra 0,26±0,07mm olarak ölçüldü. Bu artışlar istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.05, Z=-3.699, Z=-2.984). Öte yandan dilate gözlerde ilaç kesildikten sonra ÖKD, ÖKA ve PÇ değerlerinde anlamlı bir değişiklik olmadı (p>0.05).
Sonuç: Benign prostat hipertrofisi nedeniyle α1-blokör kullanan hastalarda ilacın kesilmesi ön segment parametrelerini genel anlamda etkilemiyor görünmektedir. Ancak daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objectives: To evaluate and compare anterior segment changes of patients taking alpha1-blockers (tamsulosin, terazosin, doxazosin, alfuzosin) for benign prostatic hypertrophy, while drug intake and in drugless period, by using UBM (ultrasound biomicroscopy).
Materials and Methods: It is a prospective study in which UBM was carried out to 31 phakic eyes of 19 male patients, taking alpha1-blockers, before and after pupil dilatation. After giving up the drug for 10 days, before cataract extraction, UBM was repeated, before and after pupil dilatation, as before. On ideal images, pupil diameters (PD), anterior chamber depths (ACD), anterior chamber angles (ACA), AOD500, AOD250 (angle opening distances at points 500µm and 250µm away from scleral spur) values were noted and changes in parameters were evaluated to reveal if there appeared any changes after discontinuing the drug. No patient in the study was previously or currently using any other α1-adrenergic antagonist medication. Exclusion criteria for all patients included a history of diabetes mellitus, systemic hypertension, glaucoma, pseudoexfoliation syndrome, chronic use of medicated eyedrops and previous ocular surgery.
Results: The measurements of PD, ACD, ACA, AOD500 and AOD250, taken before pupil dilatation in the drugless period were not significantly different from those measured while α-blocker intake (p>0.05). In dilated eyes the mean value of AOD500 was 0,35±0,08mm while drug usage, and 0,39±0,08mm in the drugless period. The mean value of AOD250 was 0,23±0,06mm while drug usage and 0,26±0,07mm after giving up. These increments were significant statistically (p<0.05, Z=-3.699, Z=-2.984). On the other hand, there were no significant differences in ACD, ACA and PD values in dilated eyes after discontinuing alpha1 blockers (p>0.05).
Conclusion: The interruption of taking α1-blockers in patients who have benign prostatic hypertrophy does not seem to influence anterior segment parameters generally. However, further investigation is needed.
Abstract

2.Intraocular Pressure and Retina Nerve Fibre Layer Thickness Changes in Patients Who Underwent Stenting in Carotid Artery Stenosis
Esra Biberoğlu, Muhsin Eraslan, Feyyaz Baltacıoğlu, İpek Midi
Pages 192 - 197
Amaç: Karotis arter stenozu (KAS) tanısı almış ve tedavi için stent uygulanmış hastalarda göziçi basıncı (GİB) ve retina sinir lifi tabakası (RSLT) değişikliklerini inceleyerek göz bulgularının erken dönemde tespitinin KAS erken tanısı için katkısını değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışma kesitsel, non-randomize klinik olgu serisi olarak planlandı. Doppler USG’ de >%70 üzeri darlığı bulunup KAS tanısı konulan ve girişimsel radyoloji bölümünde stentleme uygulanan 15 erkek hasta (yaş: 63.6±9.1), kontrol grubuna ise sağlıklı 18 erkek katılımcı (yaş: 63.7±5.3) dahil edildi. Çalışmaya katılan bireyler arasında muayene esnasında kronik bir göz hastalığı tespit edilenler çalışma dışı tutuldu. Çalışma kapsamında tüm katılımcılara detaylı bir göz muayenesi, Goldman applanasyon tonometresi ile göziçi basıncı ölçümü, optik koherens tomografi (OKT [RTVue-100 5.1]) ile RSLT analizi yapıldı.
Bulgular: Hiçbir katılımcıda oküler iskemik sendrom bulgusuna rastlanmadı. Kontrol grubunun ortalama GİB 15.1 ±2.1 mmHg iken, hasta grubunun stent öncesi GİB ortalama 16.6±2.4 mmHg, stent sonrası 1. hHaftada GİB ortalama 16.4±2.2 mmHg, stent sonrası 1. aAyda GİB ortalama 16.6±2.5 mmHg, stent sonrası 3. ayda ise GİB ortalama 16.7±2.9 mmHg olarak saptandı. Kontrol grubunun ortalama RSLT kalınlığı 105±6 µm, hasta grubunun stent öncesi ortalama RSLT 98±27 µm, stent sonrası 1. hafta ortalama RSLT 103±11 µm, stent sonrası 1. ay ortalama RSLT 101±10 µm, stent sonrası 3. ay ortalama RSLT 101±11 µm olarak saptandı. Hasta ve kontrol grubu arasında GİB ve RSLT açısından fark saptanmadı. Hastaların tedavi öncesi ve sonrası 3. aya kadar olan kontrollerinde GİB ve RSLT kalınlıklarında preoperatif muayene ve kontrol grubu ile kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. (p>0.05).
Sonuçlar: Oküler İskemik Sendrom gelişmeyen KAS hastalarında; stent öncesi ve sonrası RSLT kalınlığı ve GİB değerlerinde değişiklik olmadığı saptanmıştır.
Purpose: The aim of this study was to evaluate intraocular pressure (IOP) and retinal nerve fiber layer (RNFL) changes in patients with CAS before and after carotid artery stenting.
Material and Methods: This study was conducted as a cross-sectional, non-randomised clinical case series. Fifteen male patients (mean age: 63.6±9.1) with CAS and more than 70% carotid artery narrowing were included to this study. All of the patients were followed at Department of Neurology and were operated at Interventional Radiology Division. Eighteen healthy male subjects (mean age: 63.7±5.3) were included in the control group. All of the healthy subjects had a detailed ophthalmological examination and subjects with any chronic eye disease were excluded from the study. All of the participants had a detailed ophthalmological examination including tonometry using Goldmann applanation tonometer and RNFL analysis using optical coherence tomography (OCT, [RTVue-100 5.1]).
Results: There was no ocular ischemic symptom in any of the participants. The mean IOP value was 15.1±2.1mmHg in control group, while it was 16.6±2.4mmHg before stent implantation, 16.4±2.2mmHg at the 1st week of implantation, 16.6±2.5mmHg at the 1st month of implantation and 16.7±2.9mmHg at the 3rd months after the implantation in CAS group. The mean thickness of RNFL was 105±6 µmin control group, it was 98±27µm before stent implantation 103±11µm at the 1st week of implantation 101±10µm at the 1st month of implantation and 101±11µm at the 3rd months after the implantation in CAS group. There was not significant difference between CAS and control group regarding IOP and RNFL thickness values.(p>0.05) Preoperative and postoperative measurements until 3rd month and measurements of control group until 3rd month also did not show any statistically significant difference.(p>0.05).
Conclusion: IOP and RNFL thickness remained unchanged before and after CS implantation in patients who has the diagnosis of CAS with no sign of ocular ischemic syndrome.
Abstract

3.Selective Laser Trabeculoplasty(SLT) vs Fixed Combinations with Timolol in Practice: A Replacement Study in Primary Open Angle Glaucoma
Ali Kutlay Tufan, İsmail Umut Onur, Fadime Ulviye Yiğit, Ahmet Ağaçhan, Şenay Aşık Nacaroğlu
Pages 198 - 204
AMAÇ: Bu çalışmada primer açık açılı glokomda (PAAG) 360˚ ve 180˚ SLT tedavisi seçeneklerinin 6 aylık süreçte etkinlik açısından timolol içeren fiks kombinasyonlarla replase edilebilirliğinin değerlendirilmesi amaçlandı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Prospektif, karşılaştırmalı, girişimsel olgu serisi olarak dizayn edilen çalışmaya 40 hasta dahil edildi. Bu hastalara ait 18 göz SLT 180˚ tedavi alt grubuna, 22 göz de SLT 360˚ tedavi alt grubuna randomize edilirken, aynı ilaçları kullanan ve göziçi basınçları (GİB) özdeş olan diğer gözler de kontrol grubuna dahil edildi. SLT uygulanan gözlerde tedavinin hemen ardından timolol içeren fiks kombinasyonlar kesilirken, kontrol gözlerinde ise aynı şekilde devam edildi. Laser sonrası 1. saatte ve 1. günde GİB yükselmesi değerlendirildi. GİB’in ve olası diğer komplikasyonların değerlendirildiği takip muayeneleri 1.hafta,1.ay, 3.ay ve 6.ayda gerçekleştirildi.
BULGULAR: Laser sonrası 1.saat ve 1. gün hariç ( sırasıyla P < 0.001 and P = 0.010) 6 ay boyunca ortalama GİB değerleri açısından gruplar arasında anlamlı fark izlenmedi. Çoklu karşılaştırma analizinde GİB, gerek SLT 180˚ ve gerekse SLT 360˚alt gruplarında, kontrol gözlerinden istatistiksel olarak 1.saatte yüksek iken( P = 0.007, P < 0.001); yalnızca 1.günde SLT 360˚ grubunda kontrol gözlerinden istatistiksel olarak düşüktü (P = 0.013).
SONUÇ: SLT, GİB düşürme etkinliği açısından timolol içeren fiks kombinasyonlarla eşit etki gücüne sahip gözükmektedir. Ne var ki, SLT 360˚uygulaması ilave etki sağlamayabilir.
Objectives: To evaluate the potential of selective laser trabeculoplasty (SLT) in two arms (360˚ vs 180˚) as a replacement for fixed combinations (FCs) with timolol in primary open angle glaucoma (POAG) over 6 months.
Methods: Of 40 patients in a prospective, comparative, interventional case series, 18 eyes and 22 eyes were randomized to SLT 180º and SLT 360º groups respectively along with 40 fellow-control eyes. FC with timolol was discontinued on the day of treatment for the eye to be operated on, while ongoing therapy was not interrupted on the contralateral eye. Eyes were examined for IOP elevation 1 hour and 1 day after SLT. The follow-up visits were then scheduled for 1 week, 1 month, 3 months and 6 months after, during which IOP of both eyes and any possible complications were evaluated.
Results: There were no statistically significant differences in mean IOPs through 6 months among the groups with exception of postlaser 1 hour and postlaser 1 day (P < 0.001 and P = 0.010, respectively). Multiple comparison analysis showed significantly higher IOP in both SLT 180º and SLT 360º subgroups compared to their controls at postlaser 1 hour ( P = 0.007, P < 0.001) but significantly lower IOP only in SLT 360º subgroup compared to the controls at postlaser day 1 (P = 0.013).
Conclusions: SLT offers promising potential as a substitute equivalent to efficacy of FCs with timolol. However, SLT 360˚ may not achieve additional IOP reduction.
Abstract

4.Factors Affecting the Compliance to the Intravitreal Anti-VEGF Therapy in Patients with Age-Related Macular Degeneration
Onur Polat, Sibel İnan, Serkan Özcan, Mustafa Doğan, Tuncay Küsbeci, Güliz Fatma Yavaş, Ümit Übeyt İnan
Pages 205 - 210
Amaç: Yaş tip yaşa bağlı makula dejenerasyonunda (YBMD) intravitreal anti-VEGF tedavisi uygulanan hastaların tedaviye uyumlarını etkileyen faktörlerin belirlenmesi
Gereç ve Yöntem: Yaş tip YBMD nedeniyle ranibizumab tedavisi önerilen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Tedavi rejimi üç ardışık aylık enjeksiyonu takiben aylık kontrollerde gerektiğinde ek enjeksiyonlar şeklinde idi. Hastaların demografik ve oküler özellikleri kaydedildi. Hastalar, tedaviye tam uyum gösterenler ve ilk 3 ardışık enjeksiyon veya sonrasında uygulanan aylık kontrollere yeterli uyum gösteremeyenler şeklinde 2 grupta sınıflandırıldı. Tüm hastalar telefonla arandı. Tedavi devamlılığında etkili faktörler sorgulandı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 314 hastanın (160 K, 154 E) yaş ortalaması 71.6 ± 9.1 yıldı. İki yüz kırk altı hasta (%78.3) 3 ay ardışık aylık enjeksiyon tedavisini tamamladı. İlk üç aylık tedaviye tam uyum gösterenlerden 57 hasta (%18.2) 1 yıllık takipte uyum göstermede başarısız oldular. Hastaların %39.8’u 1 yıl boyunca PRN rejimi ile IVRE tedavisine tam uyum gösteremedi. İlk başvuru anında görme keskinliğinin daha iyi olması, lezyon boyutunun daha küçük olması, ikametin daha yakın olması, eğitim, sosyokültürel düzey ve maddi durumun daha iyi olması hasta uyumunu olumlu etkileyen faktörler olarak belirlendi. Hasta uyumsuzluğunun en temel nedenleri arasında enjeksiyon korkusu, tedavinin faydalı olacağına inanmama, maddi imkansızlık, tedaviye başka ilde devam etme ve sistemik sağlık sorunları olarak saptandı.
Sonuç: Yaş tip YBMD olan olgularda tedaviye uyumu etkileyebilecek faktörlerin belirlenerek hasta ve yakınlarının bilinçlendirilmesi ile birlikte hastaların tedaviye uyum ve anti-VEGF tedavi başarı oranları artırılabilir.
Objectives: To find out factors influencing compliance in patients with neovascular age-related macular degeneration (n-AMD) undergoing intravitreal anti-VEGF therapy.
Materials and Methods: The files of the n-AMD patients recommended treatment with ranibizumab were reviewed retrospectively. Treatment regimen was intravitreal injections as needed after 3 consecutive monthly injections with follow-up. Demographic and ocular characteristics were recorded. The patients were categorized into 2 groups as full compliance to treatment and incomplete loading schedule or irregular maintenance treatment. All patients were interviewed by phone call. The factors of affect to continue treatment were questioned.
Results: Mean age of 314 patients (160 F, 154 M) included in the study was 71.6 ± 9.1 years. 246 patients (%78.3) could complete three consecutive injections by one-month intervals after the start of the treatment. 57 patients (%18.2) failed to continue monthly follow-ups after three consecutive monthly injections until the month 12. Overall 39.8 % of patients did not able to maintain exactly the ranibizumab treatment by PRN regimen for one year. Better visual acuity at baseline, smaller lesion size, less distance to hospital, better education, sociocultural and economical conditions were determined factors affected patient compliance. The most frequent reasons to discontinue the treatment were injection fear, disbelieve to benefit of the treatment, economical problems, continuation to treatment another center and accompanying systemic diseases.
Conclusion: Patient compliance and success rate to anti-VEGF therapy may be increased with detection of factors affecting patient compliance and raise up awareness of patients and relatives about disease in patients with n-AMD.
Abstract

5.Ocular Causes of Abnormal Head Position: Strabismus Clinic’s Data
Kadriye Erkan Turan, Hande Taylan Şekeroğlu, İrem Koç, Esra Vural, Jale Karakaya, Emin Cumhur Şener, Ali Şefik Sanaç
Pages 211 - 215
Amaç: Oküler nedenlere bağlı anormal baş pozisyonu (ABP) tiplerini ve dağılımını belirlemek ve bu bulguya sahip olan hastaların klinik özelliklerini tartışmak.
Gereç ve Yöntem: Şaşılık biriminde takip edilen ve ABP bulunan hastalar geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri ve ortoptik muayene bulguları kaydedildi.
Bulgular: Ortalama yaşı 19,9±18,3 olan, 61 kadın (%37,4), 102 erkek (%62,6) toplam 163 hasta değerlendirmeye alındı. ABP için oküler nedenler arasında dördüncü sinir felci (%33,7), Duane retraksiyon sendromu (%21,5), altıncı sinir felci (%11), nistagmus blokaj sendromu (%9,8) ve Brown sendromunun (%6,7) en sık beş tanıyı oluşturduğu belirlendi. Diğer tanılar ise A-V patern kayma, konkomitan şaşılık, tiroid orbitopati ve üçüncü sinir felci idi. Hastalarda en sık ABP tipleri baş eğme (%45,4) ve yüz çevirmeydi (%36,8). Görme keskinliği değerlendirilebilen 142 hastanın %28,2’sinde göz tembelliği mevcuttu. Tanılara göre göz tembelliği sıklığı değişmekte iken (p<0,001), farklı ABP tipleri arasında göz tembelliği varlığı açısından anlamlı fark yoktu (p=0,497). Füzyon ve stereopsisi değerlendirilebilen 128 hastanın %43,8’inde hem füzyon hem de stereopsis bulunmaktaydı. Füzyon ve stereopsis varlığı açısından ABP tipleri arasında anlamlı fark bulunmazken (p=0,580) tanılara göre farklılık olduğu saptandı (p=0,001). Göz tembelliği ile füzyon (p=1,000) ve stereopsis varlığı (p=0,067) arasında anlamlı ilişki yoktu.
Sonuç: Anormal baş pozisyonuna neden olan birçok farklı oküler patoloji bulunmaktadır. Benzer tanıya sahip olan hastalarda farklı ABP tipleri görülebilmektedir. Hastalarda, ABP’ye rağmen göz tembelliği gelişebilir ve binokülarite olmayabilir. Bu nedenle, ABP olan hastalar tanı aşamasında ayrıntılı olarak tetkik edilmeli ve tedavi planında bu noktalar dikkate alınmalıdır.
Objective: To determine the most common ocular causes and types of abnormal head position (AHP) and describe their clinical features.
Materials and Methods: Patients with AHP who had been followed in strabismus unit were retrospectively reviewed. Demographic features and orthoptic characteristics were all recorded.
Results: A total of 163 patients: sixty-one women (37,4%) and 102 men (62,6%), with a mean age of 19,9±18,3, were recruited. The most common causes of AHP were determined as fourth cranial nerve palsy (33,7%), Duane retraction syndrome (21,5%), sixth cranial nerve palsy (11%), nystagmus blockage syndrome (9,8%) and Brown syndrome (6,7%). Other less frequent causes were A-V pattern strabismus, comitant strabismus, thyroid orbitopathy and third cranial nerve palsy. The most common types of AHP were head tilt (45,4%) and face turn (36,8%). Out of 142 patients whose visual acuity could be evaluated 28,2% had amblyopia. The frequency of amblyopia varied depending on the diagnosis (p<0,001) while there was no relation between amblyopia and different types of ABP (p=0,497). Stereopsis and fusion could be tested in 128 patients and 43,8% of them had stereopsis and fusion. The presence of stereopsis and fusion was found to be related with the diagnosis (p=0,001) whereas it was not related with the types of AHP (p=0,580). There was no significant relation between the presence of amblyopia and neither fusion (p=1,000) nor stereopsis (p=0,602).
Conclusion: There are many various ocular pathologies that cause abnormal head position. Patients with similar diagnosis may have different types of AHP. Patients may have amblyopia and impaired binocularity despite AHP. Therefore, all patients with AHP should be examined in detail and these points should be considered in the treatment plan.
Abstract

6.Results of Screening in Schools for Visually Impaired Children
Pınar Bingöl Kızıltunç, Aysun İdil, Huban Atilla, Ayşen Topalkara, Cem Alay
Pages 216 - 220
Amaç:
Bu çalışmada görme engelliler okuluna giden öğrencilerde az görme sebeplerinin tanımlanması, tedavi ve rehabilitasyon açısından uygun olanların belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem:
Çalışmaya katılan tüm çocuklar kliniğimizde pediatrik oftalmoloji ve az görme-görsel rehabilitasyon merkezinde muayene edildi. Çocukların anamnezleri alındı. Görme keskinliği ölçümü, ön segment ve dilate fundus muayenesi, sikloplejili retinoskopi ve göz içi basınç ölçümünü içeren oftalmolojik muayeneleri yapıldı. Az görme ve körlük sebepleri önlenebilir/önlenemez olarak gruplandırıldı. Görme keskinliği 20/1250’den fazla olan çocuklar az görme rehabilitasyon programına dahil edildi.
Bulgular:
Toplam 120 hastanın %79,2’si yasal kör (görme keskinliği < 0.05), %18.4’ü az görendi (görme keskinliği 0.05-0.3). Hastaların %0.8’i normal görme keskinliğine (> 0.3) sahipti. Az görme ve körlüğün ana sebepleri retinal distrofi (%24.2) ve premature retinopatisiydi (%17.5). Az görme ve körlük sebeplerinin %27.6’sı önlenebilirdi. Hastaların %57.5’inde az görme yardım cihazları ile görme keskinliğinde artış sağlandı.
Sonuç:
Az görme ve körlüğe yol açan önlenebilir sebeplerin sayısı oftalmik taramalarla azaltılabilir. Bu çocukların, görsel gelişimin erken döneminde tedavi edilmesi görme keskinliğinde artış sağlayabilir. Geç dönemde tanı alan çocuklarda ise az görme yardım cihazları görsel ve nöro-davranışsal gelişimin sağlanmasında önem taşımakta olup, az görme rehabilitasyon programları ile bu çocukların eğitim ve yaşam kalitesini arttırılabilmektedir.
Aim:
The aim of this study is to identify the causes of visual impairment in children attending to the school for students with visual impairment and to determine the children suitable for treatment and rehabilitation.
Material and Methods:
All students were examined in our department by a pediatric ophthalmologist and an ophthalmologist experienced in low vision and visual rehabilitation. Medical histories of children were recorded. Ophthalmological examination including; visual acuity measurement, anterior segment and dilated fundus evaluation, retinoscopy with cycloplegia and intraocular pressure measurement were performed. The causes of visual impairment were grouped as avoidable/unavoidable causes. Children with residual visual acuity more than 20/1250 were included in the low vision rehabilitation programme.
Results:
A total of 120 patients were evaluated and 79,2% were legally blind (visual acuity less than 0.05) 18,4% had low vision (visual acuity between 0.05 and 0.3) 0,8% had normal vision (>0.3). The main causes of visual impairment were retinal dystrophies (24,2%) and retinopathy of prematurity (17,5%). Of all diseases related to visual impairment, 27.6% was avoidable. Increase in visual acuity was achieved with low vision aids in 57.5% of all patients.

Conclusions:
The number of visual impairment due to the avoidable causes can be decreased by ophthalmic screening. Treatment of these children in early period of visual development can improve visual acuity. Even in cases with delayed diagnosis, low vision aids would have an importance for visual and neurobehavioral development and these programmes may improve quality of life and education in these children.
Abstract

7.Biocompatibility of Intraocular Lenses
Pelin Özyol, Erhan Özyol, Fatih Karel
Pages 221 - 225
Göz içi lensinin performansı cerrahi teknik, cerrahi komplikasyonlar, göz içi lensinin biyomateryal ve dizaynı ve kişinin lense verdiği yanıt gibi faktörlerce belirlenmektedir. Göz içi lenslerin biyouyumluğunda belirleyici faktör inflamatuar hücrelerin ve lens epitel hücrelerinin davranışıdır. Bu nedenle göz içi lens materyalinin biyouyumluluğu gözün implante edilen lense verdiği inflamatuar yabancı cisim reaksiyonuyla ilişkili uveal biyouyumluluk ve kapsülde kalan lens epitel hücrelerin göz içi lens ile ilişkisi tarafından belirlenen kapsüler biyouyumluluk olarak değerlendirilmektedir. Bu durum ön kapsül opasifikasyonu, arka kapsül opasifikasyonu ve lens epitel hücrelerinin göz içi lens üzerine ilerlemesi şeklinde farklı klinik tablolarla sonuçlanabilir. Refraktif lens değişimi ya da konjenital katarakt cerrahisi sonrasında pediyatrik göz içi lens implantasyonu gibi nedenlerle yaşamın daha erken dönemlerinde giderek artan oranda implante edilen göz içi lenslerden yıllar boyunca maksimum performans sergilemesi beklenmektedir. Bundan dolayı göz içi lens üretiminde kullanılan materyaller uzun süreli uveal ve kapsüler biyouyumluluk sağlamalıdırlar. Bu yazıda özellikle uveal ve kapsüler biyouyumluluk açısından günümüzde mevcut göz içi lens materyalleri ve göz içi lenslerin biyouyumluluğunu arttırmaya yönelik çalışmalar gözden geçirilmiştir.
The performance of an intraocular lens is determined by several factors such as the surgical technique, the surgical complications, the intraocular lens biomaterial and design, and the host reaction to the lens. The indicator factor of the intraocular lens’s biocompatibility is behaviour of inflammatory and lens epithelial cells. Hence, the biocompatibility of intraocular lens materials is assessed in terms of uveal biocompatibility, related to the inflammatory foreign-body reaction of the eye against the implant, as well as in terms of capsular biocompatibility, determined by the relationship of the intraocular lens with remaining lens epithelial cells within the capsular bag. This situation may result in different clinical entities such as anterior capsule opacification, posterior capsule opacification and lens epithelial cell ongrowth. Intraocular lenses that are being progressively implanted in much earlier stages of life such as for refractive lens exchange or pediatric intraocular lens implantation after congenital cataract surgery are expected to exhibit maximum performance for many decades. Materials used in intraocular lens manufacture should, therefore, insure long-term uveal and capsular biocompatibility. In this paper, currently available materials used in the manufacture of intraocular lenses, especially with regard to their uveal and capsular biocompatibility and efforts to improve the biocompatibility of intraocular lenses are reviewed.
Abstract

8.Eyelid Molluscum Contagiosum Lesions in Two Patients with Unilateral Chronic Conjunctivitis
Şule Serin, Ayşe Bozkurt Oflaz, Pınar Karabağlı, Şansal Gedik, Banu Bozkurt
Pages 226 - 230
Molluskum kontagiozum (MK), deri ve mukozada yerleşen, tipik olarak ortası çökük, deri renginde veya saydam yuvarlak nodüller ile karakterize viral bir enfeksiyondur. Etkeni poxvirüs grubundan bir DNA virüsü olan Molluskum Kontagiozum virüs (MKV) olan enfeksiyon genellikle çocuklarda görülmekle beraber immün yetmezlikli ve atopik bireylerde de bildirilmiştir. Bulaşma deri teması ve cinsel ilişki yoluyla olmaktadır. Lezyonlar genellikle birkaç ayda kendiliğinden geçmekle beraber dirençli olgularda ve tedavi sürecini hızlandırmak için eksizyon, kriyoterapi, koterizasyon, topikal kimyasal ve antiviral ajanlar ve oral simetidin kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda tek taraflı kronik konjonktivitle tarafımıza başvuran ve göz kapağında MK lezyonları saptanan iki hastanın klinik bulguları ve tedavisi literatür eşliğinde tartışılmıştır.
Molluscum contagiosum (MC) is a viral infection of the skin and the mucosal tissues and is characterized by skin-colored or transparent round nodules with a dimple or pit in the center. The infection is caused by a DNA poxvirus called the Molluscum Contagiosum virus (MCV). Although MC generally occurs in children, it has also been reported in immuncompromised and atopic patients. The virus is transmitted from person to person by skin contact or sexual intercourse. The lesions disappear within several months spontaneously in most of the cases. However, excision, cryotherapy, cauterization, topical chemicals and antivirals, oral cimetidine can be used in refractory cases. Herein, we discussed clinical findings and treatment options in two patients with unilateral chronic conjunctivitis associated with eyelid MC lesions.
Abstract

9.Evaluation of iris melanoma with anterior segment optical coherence tomography
Mehtap Arslantürk Eren, Ahmet Kaan Gündüz, Özlenen Ömür Gündüz
Pages 231 - 234
Ön segment optik koherens tomografi(OKT) ön segment patolojilerinin değerlendirilmesinde nisbeten yeni bir yöntemdir.Ön segment OKT ile lezyonun boyutları,iç yapısı ve vaskularite derecesi,ön ve arka yüzü değerlendirilerek benign malign tümör ayrımı yapılabilmektedir.Bu yazıda patolojik olarak spindle tip iridosiliyer melanom tanısı konan bir olgunun ön segment OKT bulguları ele alınmaktadır.
Anterior segment optical coherence tomography(OCT) is a relatively new imaging modality that allows assessment of anterior segment structures.The identification of benign-malign tumor can become possible through evaluation the size of lesion, its internal structure plus vascularity degree, its anterior and posterior surfaces with the help of anterior segment OCT.What is handled in this specific article is anterior segment OCT findings of an a phonemenon pathologically diagnosed as a spindle type iridociliary melanoma.
Abstract

10.Mantle cell lymphoma presenting with acute bilateral ophthalmoplegia
Yaran Koban, Hatice Özlece, Orhan Ayar, Mustafa Koç, Hüseyin Çelik, Zeliha Yazar, Ayşe Burcu
Pages 235 - 237
Yetmiş iki yaşındaki kadın hasta akut gelişen çift görme, bilateral blefaroptozis ve tama yakın oftalmopleji ile başvurdu. Orbital ve beyin manyetik rezonans görüntüleme bulguları normaldi. Sonraki araştırmalar hastanın bisitopeni ve hepatosplenomegalisi olduğunu gösterdi. Karaciğer biyopsisi ile mantle hücreli lenfoma olduğu saptandı. Serebrosipinal sıvı analizinde mantle hücrelerin varlığı sitoloji ile gösterildi. Hastanın oftalmoplejisi birinci kür sistemik ve intratekal kemoterapi sonrası düzeldi. Bildiğimiz kadarıyla vakamız literatürde oftalmopleji ile başvuran santral sinir sistemi tutulumu olan ikinci mantle hücreli lenfoma vakasıdır. Bu bulgu mantle hücreli lenfomanın başlangıç bulguları arasında göz önünde bulundurulmalıdır.
A 72-year-old woman presented with acute onset of double vision, bilateral complete blepharoptosis, and nearly complete ophthalmoplegia. Orbital and brain magnetic resonance imaging were normal. Further investigation revealed bicytopenia with hepatosplenomegaly. The liver biopsy revealed mantle cell lymphoma. Cytology later showed the presence of mantle cells on cerebrospinal fluid analysis. Her ophthalmoplegia improved from her first cycle of systemic and intrathecal chemotherapy. To the best of our knowledge ours is second case in the literature that mantle cell lymphoma with central nervous system involvement presenting with ophthalmoplegia. This symptom should be considered in the initial symptoms of mantle cell lymphoma.
Abstract

11.Atypical Central Serous Chorioretinopathy
Zafer Cebeci, Merih Oray, Şerife Bayraktar, İlknur Tuğal Tutkun, Nur Kır
Pages 238 - 242
Büllöz santral seröz koryoretinopati (SSKR); nadir görülen bir SSKR çeşididir ve özellikle retinada alt kadranlarda belirgin olan seröz retina dekolmanı ile karakterizedir. Yanlış sistemik veya oküler hastalık ön tanısı ile uygulanan kortikosteroid, SSKR’nin ortaya çıkmasına veya hastalığın daha ciddi şekle dönüşmesine sebep olabilir. Bu olgu sunumunda, kliniğimize başvurudan önce Vogt Koyanagi Harada hastalığı tanısı konularak sistemik ve periokuler kortikosteroid tedavisi almış olan ve buna bağlı olarak SSKR’nin nadir şekli olan büllöz tipiyle tarafımıza başvuran bir hastanın tanı ve tedavi sonucunun sunulması amaçlanmıştır.
Bullous central serous chorioretinopathy (CSCR) is a rare variant of CSCR and is characterized by severe serous retinal detachment, which especially involves the inferior quadrants. Unrecognized corticosteroid use may induce and exacerbate CSCR. The purpose of this study is to report diagnosis and treatment results of a variant CSCR case with severe bullous serous retinal detachment who initially received systemic and periocular corticosteroids elsewhere due to a misdiagnosis of Vogt Koyanagi Harada disease.
Abstract

12.Choroidal Osteoma and Secondary Choroidal Neovascularization Treated with Ranibizumab
Almila Sarıgül Sezenöz, Sezin Akça Bayar, Gürsel Yılmaz
Pages 243 - 246
Kırk-yedi yaşında kadın hasta sağ gözde görmede azalma şikayeti ile başvurdu. Hastanın yapılan muayenesinde görme keskinliği sağda 0.16, solda tam idi. Fundus muayenesinde ise sağda makulada yerleşim gösteren sarı-beyaz renkli, sınırları belirgin retina yüzeyinden hafif kabarık lezyon izlendi. Fundus floresein anjiografide sağ gözdeki lezyon ile uyumlu alanda erken hiperfloresans ile geç evrelerde yoğun hiperfloresans görünüm ve koroidal neovaskülarizasyon (KNV) izlendi. B-scan Ultrasonografide sağ gözde hiperekoik görünümlü arkasında akustik gölgelenmeye neden olan koroidal lezyon izlendi. Mevcut bulgularla koroidal osteom ile birlikte KNV tanısı konuldu. Hastaya 3 doz intravitreal ranibizumab enjeksiyonu yapıldı. Dört aylık takip sonucunda görme keskinliği sağ gözde 0.9 düzeyine ulaştı, KNV’de gerileme izlendi. Yaklaşık 7 ay sonraki kontrolde ise görme keskinliğinde düşüş ile birlikte subretinal sıvıda artış izlendi, ranibizumab enjeksiyonu tekrarlandı. Bu olgumuzda nadir görülen bir koroidal osteom olgusunda sekonder KNV’yi ve tedavisini tartışmayı amaçladık.
A 47 year-old female patient presented with a complaint of decrease in vision in the right eye. The visual acuity of right eye was 0.16, while it was 1.0 for the left eye. Fundus examination revealed a slightly elevated, yellow-white lesion with regular borders at the macula of the right eye. Early and late hyperfluorescence related with choroidal neovascularisation (CNV) at the right eye was detected in fundus florescein angiography. B-scan ultrasonography revealed a hyperechoic choroidal lesion with acoustic shadowing. The lesion was diagnosed as choroidal osteoma. The patient received 3 doses of intravitreal ranibizumab injection. After 4 months, the visual acuity of the right eye was 0.9, the CNV was regressed. At the end of the 7th month, the visual acuity of the right eye was decreased with an increase in subretinal fluid. One dose of ranibizumab injection was performed again. In this case report, a rare case of the choroidal osteoma with CNV and ranibizumab treatment is discussed
Abstract

13.Pediatric Patients and Tonometers
Sora Yasri, Viroj Wiwanitkit
Pages 247 - 248
Abstract