Cilt: 11  Sayı: 2 - 2013
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tekrarlayan Aspirasyon Pnomonisinin Nadir Bir Nedeni: Pulmoner Arter Sling
Pulmonary Artery Sling: A Rare Cause of Recurrent Aspiration Pneumonia
Ali Baykan, Abdullah Özyurt, Ertuğrul Mavili, Faruk Serhatlıoğlu, Mustafa Argun, Kazım Üzüm, Nazmi Narin
Sayfa 
Giriş: Pulmoner arter sling (PAS), sol pulmoner arterin sağ pulmoner arka kısmından köken alarak anormal seyirle sol akciğer hilusunda sonlandığı en nadir vasküler ring anomalisidir.
Olgu sunumu: Altı aylık bir kız olgu beslenmeyi takiben öksürük, nefes darlığı, hırıltı ve morarma şikâyetleriyle acil ünitemize getirildi. Aspirasyon pnömonisi tanısı ile yatırılan olgunun sol ana bronşundan bronkoskopiyle katı yemek artıkları çıkarıldı. Onbeş aylıkken aynı şikâyetlerle ikinci başvurusunda çekilen toraks tomografisiyle PAS tanısı konuldu. Toraks tomografisinde ayrıca sol ana bronş basısı ve hipoplazisi vardı. On beş aylıkken cerrahi yolla slingi düzeltildi. Cerrahi sonrası solunum ve beslenme şikâyetleri olmadı. En son kontrolünde 22 aylık olan hasta polikliniğimizde sorunsuz olarak izlenmektedir.
Tartışma: Pulmoner arter sling, daha çok tekrarlayan wheezing atakları, inatçı öksürük, kronik stridor, kusma ve disfaji gibi şikâyet ve bulgularla başvurur. Tekrarlayan aspirasyon pnomonisi kliniğinde PAS tanısı nadirdir. Anormal seyirli sol pulmoner arter, seyri nedeniyle trakea veya sağ pulmoner artere bası yapar. Olgu atipik anatomisi ve prezantasyonu nedeniyle sunulmuştur.
Introduction: Pulmonary artery sling is the rarest vascular ring anomaly that left pulmonary artery originates from posterior of right pulmonary artery with an abnormal course and ends in hilus of the left lung.
Case report: A Six months old girl was brought to our emergency unit for cough, dyspnea, and cyanosis which were started after feeding. She was hospitalized with the diagnosis of aspiration pneumonia and solid food remnants were aspirated from the left main bronchus by bronchoscopy. In her second hospitalization when she was 15 months old, pulmonary artery sling was seen in her thoracic tomography and was corrected by surgery. Hypoplasia and compression of left main bronchus were also noted in her thoracic tomography. She was 22 months old on her last visit and is followed by our outpatient clinic without any problems.
Conclusion: Recurrent wheezing episodes, brassy cough, chronic stridor, vomiting, and dysphagia are the main presenting signs and symptoms of pulmonary artery sling. PAS diagnosis is rare for recurrent aspiration pneumonia. Due to abnormal course of the left pulmonary artery it presses over trachea or right pulmonary artery. The presentation of this case was considered for its atypical anatomy and clinical presentation.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
2.
Poliklinik Başvurularında Fizik Muayene Süresini Uzun Tutmak Antibiyotik Reçete Edilmesini Azaltıyor
Longer Time Spent for Patient in Outpatient Setting is Associated with Lower Antibiotic Prescription
Özge Serçe, Mustafa Bakır
Sayfa 0
AMAÇ: Ulusal akılcı antibiyotik kullanım politikalarının iyileştirilmesine yön vermek amacıyla çocuk doktorları, aile hekimleri ve pratisyen hekimlerin çocuklarda üst solunum yolu enfeksiyonlarında antibiyotik yazma davranışlarını etkilemesi olasılığı olan sosyokültürel, sosyodemografik ve düşünsel faktörler araştırıldı.
YÖNTEMLER: Etik kurul onayı alındıktan sonra ülkenin farklı bölgelerinde çalışan 7421 hekime anketler dağıtıldı. Reçete etme davranışlarını etkileyen her bir faktörün bağımsız etkisini ortaya koyabilmek için, bu kişilerden elde edilen 1477 anket sonuçları çok değişkenli analiz ile incelendi.
BULGULAR: Sonuçlarımız; çocuk hekimi olmanın, tıp fakültesinde çalışmanın ve fizik muayene için yeterli vakit ayırmanın bağımsız olarak az antibiyotik reçete edilmesi ile ilişkili olduğunu gösterdi. Aile hekimi ve pratisyen hekimler çocuklarda üst solunum yolu enfeksiyonları için daha fazla antibiyotik yazmaktaydılar.
SONUÇ: Çocuklarda üst solunum yolu enfeksiyonlarında antibiyotik reçete etme davranışını düzenleyen en önemli faktörler fizik muayene süresi ve eğitimin kalitesiydi.
OBJECTIVE: In order to guide the improvement in the national judicious antibiotic use policy, the socio-cultural, socio-demographic, and cognitive factors that may potentially influence the prescribing habits of pediatricians, family physicians and general practitioners to upper respiratory tract infections in children were investigated.
METHODS: After receiving approval from ethic committee, questionnaire was sent to 7421 physicians who had been practicing in the different regions of the country. Responses obtained from 1477 of them were evaluated by multivariate analysis to demonstrate independent effect of each factor influencing the prescribing habits.
RESULTS: Our results have shown that being a pediatrician, working in medical school, and spending enough time for physical examination were independently associated with less antibiotic prescription. Family physicians and general practitioners were more likely to prescribe antibiotics for viral upper respiratory infections in children.
CONCLUSION: The most important modifying factors about antibiotic prescription habits for upper respiratory tract infections in children were physical examination period and quality of education.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
3.
Pulmoner arteriyovenöz malformasyonda klasik triad: Çomak parmak, siyanoz ve polisitemi
Classical triad in pulmonary arteriovenous malformation: Clubbing, cyanosis and policytemia
Hikmet Tekin Nacaroğlu, Saniye Gülle, Özlem Bağ, Hüdaver Alper, Mustafa Bak, Demet Can
Sayfa 0
Giriş: Pulmoner arteriyovenöz malformasyonlar (PAVM) anormal kapiller gelişimden kaynaklanan, genellikle konjenital lezyonlardır.
Olgu sunumu: Burada çomaklaşma ve siyanoz ile PAVM tanısı alan 2 ve 13 yaşlarında iki kız olgu sunulmuştur.
Tartışma: Lezyonlar izole tek bir anomali şeklinde görülebileceği gibi otozomal dominant geçişli herediter hemorajik telenjiektazi (Rendu-Osler-Weber sendromu; ROWS) ile birlikte çok sayıda da olabilir. Bu vakalar asemptomatik olabilecekleri gibi efor dispnesi, çarpıntı ve çabuk yorulma da görülebilir. Klasik radyolojik görünümü yuvarlak, düzgün sınırlı lezyonlardır. Toraks bilgisayarlı tomografi ve anjiografi de teşhis için faydalıdır.
Introduction: Pulmonary arteriovenous malformations (PAVM) is generally a congenital lesion that results from an abnormal capillary development.
Case Report: Herein, we presented 2 and 13 years old girl cases with the diagnosis of PAVM with clubbing and cyanosis.
Conclusion: Lesions it can be presented as an isolated single anomaly, also may be multiple when accompanying with autosomal dominant hereditary hemorrhagic telengiectasia (Rendu-Osler-Weber Syndrome; ROWS). These cases may be asymptomatic, but exertional dyspnea, palpitations and easy fatiquability may also be seen. The classic radiological appearance is a round, well-circumscribed lesions. Computed tomography of thorax and angiography are also useful for diagnosis.
Makale Özeti

4.
Proteinüri ile izlenen bir Jeune Sendromu olgusu
A case report: Jeune Syndrome with proteinuria
Nurcan Cengiz, Buket Kılıçaslan, Tuba Canpolat, Şenay Demir, Aytül Noyan
Sayfa 0
Giriş: Jeune Sendromu veya “asfiktik torasik distrofi“, multiorgan tutulumu ile giden, otozomal resesif geçişli bir iskelet displazisidir. İskelet displazisi küçük, dar toraks, kısa kaburga, kısa kare iliak kanat ve kısa kollu cücelik ile karakterizedir. Multiorgan tutulumu ise böbrek, karaciğer, pankreas ve retina komplikasyonlarını içerebilir. Bebeklik ve çocukluk dönemlerinde %60-70’i solunum yetmezliği ile hayatını kaybetmektedir. Bu dönemde hayatta kalmayı başaran hastalar, Jeune Sendromu’nun bir başka ciddi komplikasyonu olan böbrek tutulumu ile gelebilirler. Biz burada; seyrek görülmesi nedeniyle, proteinüri ile izlenen bir Jeune Sendromu olgusu sunduk.
Olgu sunumu: 7 Yaşındaki kız hasta, hastaneye 1 yıldır var olan büyüme geriliği ve 3 aydır devam eden idrar kaçırma, idrara sıkışma ve sık idrar yapma şikayetleri ile başvurdu. İskelet sisteminin taraması Jeune sendromu ile uyumlu bulundu. Laboratuvar incelemesinde idrar analizi ve böbrek fonksiyon testleri normal sınırlarda idi. Başlangıçtaki Jeune Sendromu tanısından 2 yıl sonra, hastada proteinüri gelişmesi üzerine pediatrik nefroloji bölümüne refere edildi. İzlemde, persistan proteinüri nedeniyle hastaya böbrek biopsisi yapıldı. Histolojik tanı, kronik sklerozan glomerulonefrit ile uyumlu bulundu.
Sonuç: Biz bu olgu ile, az rastlanan Jeune Sendromu’nun, böbrek tutulumunun yıllar içindeki ilerlemesini işaret etmek istiyoruz. Jeune Sendrom’lu hastalar, böbrek tutulumu ve bunu izleyen böbrek yetmezliği açısından pediatrik nefrologlarla birlikte yakından izlenmelidir.
Introduction: Jeune syndrome, or asphyxiating thoracic dystrophy, is an autosomal recessive skeletal dysplasia with multiorgan involvement. Skeletal dysplasia is characterized by small, narrow thorax, short ribs, short squared iliac wings and short limbed dwarfism. Multiorgan involvement including renal, hepatic, pancreatic, and retinal complications may also occur. About 60% to 70% of children die from respiratory failure as infants or young children. Patients with Jeune syndrome who survive often develop problems with their kidneys, another serious feature of Jeune syndrome. We, herein, report a case of Jeune syndrome with proteinuria, due to its rarity.
Case report: A 7-year-old girl presented to our hospital with poor growth for a year and urinary incontinence for 3 months with urgency and frequency. Skeletal survey showed findings consistent with Jeune syndrome. Laboratory examination demonstrated normal urinalysis and renal functions. Two years after her initial diagnosis with Jeune syndrome, the patient developed proteinuria. She was referred to pediatric nephrology department when proteinuria was noted. Because of persistent proteinuria, renal biopsy was performed. The histological diagnosis was consistent with chronic sclerosing glomerulonephritis.
Conclusions: We wish to point out the progression of renal involvement of this uncommon syndrome over several years. The patients with Jeune syndrome should be followed closely for renal involvement and subsequently renal failure in corporation with pediatric nephrologists.
Makale Özeti

5.
Konjenital glukoz - galaktoz malabsorbsiyonu ve tekrarlayan sepsis atakları olan yenidoğan olgusu
A newborn with congenital glucose-galactose malabsorption and recurrent episodes of sepsis
Serdar Alan, Zarife Kuloğlu, Ufuk Çakır, Aytaç Yaman, Begüm Atasay, Aydan Kansu Tanca, Saadet Arsan
Sayfa 0
Konjenital glukoz ve galaktoz malabsorbsiyonu absorbe edilemeyen glukoz ve galaktoz nedeniyle ortaya çıkan kronik osmotik bir ishal durumudur. Burada, yenidoğan döneminde ishal nedeniyle başvuran ve konjenital glukoz ve galaktoz malabsorbsiyonu tanısı alan, takibinde tekrarlayan Candida albicans, Klebsiella pneumoniae ve Enterococcus faecalis etkenleri ile sepsis atakları geçiren fakat altta yatan hücresel ve humoral immün yetmezlik tespit edilmeyen bir olgu sunulmaktadır. Nadir görülen konjenital glukoz ve galaktoz malabsorbsiyonunda, erken tanı ve uygun tedavinin yaşamı tehdit eden komplikasyonların önüne geçebileceği, büyüme ve gelişmenin normal olabileceği bilinmektedir. Konjenital glukoz ve galaktoz malabsorbsiyonu tanısı alıp tekrarlayan fırsatçı mikroorganizmalarla enfeksiyon geçiren literatürde bizim olgumuz dışında yalnızca bir olgu daha tanımlanmaktadır.
Congenital glucose-galactose malabsorption is a chronic osmotic diarrhea due to defective absorbtion of glucose and galactose in the intestine. Here, we present a newborn who was admitted to our hospital for neonatal diarrhea and was diagnosed as congenital glucose-galactose malabsorption. He had recurrent sepsis with Candida albicans, Klebsiella pneumoniae and Enterococcus faecalis during follow-up without having any underlying cellular or humoral immun deficiency. Early diagnosis and appropriate treatment of this rare disease can prevent life-threatening complications and normal growth and development can be achieved. To our knowledge, the present case will be the second glucose-galactose malabsorption case with recurrent infectious due to opportunistic microorganisms after only one similar case in the literature.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
6.
Çocuklarda Tularemi: Tularemili 15 olgunun klinik, laboratuvar ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi
Tularemia in children: evaluation of clinical, laboratory and treatment of 15 tularemia cases
Solmaz Çelebi, Ekrem Koyuncu, Şefika Elmas Bozdemir, Benhur Şirvan Çetin, Mustafa Kemal Hacımustafaoğlu
Sayfa 0
AMAÇ: Tularemi Francisella tularensis’in neden olduğu zoonotik hastalıktır. Bu çalışmanın amacı tularemi tanısı konan 15 çocuk olgunun klinik ve laboratuvar bulgularının değerlendirilmesidir.
YÖNTEMLER: Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Polikliniğine ateş, boğaz ağrısı ve lenfadenopati (LAP) yakınması ile başvurup mikroaglütinasyon test (MAT) titresi 1/160 ve üstünde olan 15 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Olguların sosyo-demografik özellikleri, hayvan ile temas öyküsü, kene ısırığı öyküsü, yakınmaları, klinik bulguları, laboratuar bulguları, tedavi ve klinik gidişi incelendi.
BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 11,5±5,1 yıl (3-17) ve %53’ü erkek idi. Olguların %53,3’ü kırsal kesimde yaşıyor ve kuyu suyu kullanıyordu. En sık başvuru yakınmaları olan boyunda şişlik (%93,3), boğaz ağrısı (%66,7) hastada ve ateş yüksekliği (%66,7) idi. Olgularda en sık orofarengeal tip (%66,7) saptandı. Cerrahi olarak olguların %27’sinin LAP’si boşaltıldı, %13,3’ü ise kendisi drene olmuştu. Olguların bulgular başladıktan sonra ortalama başvuru süresi 53+45,3 gün (5-150) bulundu. Başvuru öncesi olguların %60’ında betalaktam grubu antibiyotik alımı vardı. Lenf bezleri süpüre olan 6 olgunun başvuru ortancası 61 gün (20-150), diğerlerinin ise 35 gün (5-75) olarak saptandı (p< 0.05). Laboratuvar incelemelerinde; lökosit sayısı 8558,6± 1384,5/mm3 (6030-11400), CRP düzeyi 5,8 ± 2,9 mg/dl (1-6,7), ESH 33,1 ±28,9 (6-103) mm/saat olarak bulundu. MAT titreleri 1/160 ile 1/1280 arasında idi. Yedi (%47) olguya gentamisin, beş olguya (%33) streptomisin, üç olguya (%20) doksisiklin tedavisi başlanmıştı.
SONUÇ: Tularemi, kırsal alanda yaşayan ve beta-laktam antibiyotiklere yanıt vermeyen tonsilofarenjit ve servikal LAP’lı olgularda ayırıcı tanıda düşünülmelidir.
OBJECTIVE: Tularemia is a zoonotic diseases caused by Francisella tularensis. The aim of this study was to evaluate the clinical and laboratory findings of 15 children with tularemia who were included into the study.
METHODS: Fifteen cases admitted with fever, sore throat, lymphadenopathy and with F. tularensis anticor titer of 1/160 and above in the microagglutination test (MAT) were evaluated retrospectively. Their sociodemographic characteristics, contact with animals, history of tick bite, duration of complaint, clinical findings, laboratory findings, treatment and clinical courses were studied.
RESULTS: The mean age of patients was 11,5±5,1 years (3-17 years) and 61,3% were male. Fifty-three percent of the patients were living in rural areas, and had contact with contaminated water. Swelling in the neck (%93,3), sore throat (%66,7) and fever (%66,7) were the most frequently observed symptoms. Oropharyngeal form (66,7%) was predominated. Twenty-seven percentage of patients were drained by surgical, 13,3 % of cases were drained by itself. The mean duration between onset of tularemia symptoms and diagnosis was 53+45,3 days (5-150). Sixty percent of patients were received beta-lactam-antibiotics before admission. It was noted that 6 patients with suppurative lymph nodes were admitted to hospital in 61 days [median, (20-150)], while others were admitted in 35 days [median, (5-75)] (p<0.05). Mean leukocyte count was 8558,6± 1384.5/mm3 (6030-11400), mean CRP was 5,8 ± 2,9 mg/dl (1-6,7), mean ESR was 33,1 ±28,9 mm/h (6-103). MAT showed that titres ranged from 1: 160 to 1: 1280. Gentamicin was given in seven patients (47%), streptomycin in five patients (33%), and doxycycline in 3 patients (20%).
CONCLUSION: Tularemia should to be taken into account in the differential diagnosis in patients having tonsillopharyngitis and cervical lymphadenopathy without response to beta-lactam antibiotics in rural areas.
Makale Özeti

DERLEME
7.
Yenidoğanda Hipotansiyon ve Tedavisi
Hypotension in Newborn Infants and Its Treatment
Nilay Hakan, Mustafa Aydın
Sayfa 0
Sistemik hipotansiyon hasta prematüre bebeklerde sık görülen bir komplikasyondur ve ventrikül içi kanama, nörogelişimsel morbidite ve mortaliteyi de içeren bazı olumsuz sonuçlara neden olabilir. Neonatologlar arasında hem hipotansiyonun tanımı hem de nörolojik hasara neden olabilen sistemik arteriyel kan basıncı alt sınırı değeri bakımından bir fikir birliği yoktur. Bu nedenle bildirilen hipotansiyon prevalansları yenidoğan üniteleri arasında değişkenlik gösterir. Bununla birlikte, klinisyenlerin çoğu tarafından yenidoğanda nörolojik sonuçları ve yaşam oranlarını iyileştirdiği düşünülerek hipotansiyonun erken ve etkin tedavisi kabul görmüştür. Hipotansiyon tedavisinde amaç yeterli organ kan akımını, özellikle serebral kan akımını sağlamaktır. Tedavi kararı, serebral oksijen dağılımının yeterliliği ve organ perfüzyonunun değerlendirilmesindeki zorluklardan dolayı, klinik öngörü ile beraber gestasyonel ve postnatal yaşa göre belirlenmiş normal kan basıncı değerlerine göre verilmektedir. Günümüzde prematüre bebeklerde hipotansiyon tedavisinde hacim genişleticiler, inotrop, vazopressör ajanlar ve kortikosteroidler kullanılmaktadır. Yenidoğanda yaygın olarak kullanılan inotropik ajanlardan dopaminin kan basıncını arttırmada dobutaminden daha etkili olduğu bildirilmiştir. Bazı hipotansif prematüre bebeklerde adrenokortikal yetmezlik nedeniyle kortizol düzeyleri düşüktür ve kortikosteroidler genel olarak bu bebeklerde dirençli hipotansiyon tedavisi için bekletilir; bununla birlikte potansiyel yan etkileri nedeniyle profilaktik ya da rutin klinik kullanımı önerilmez. Bu yazıda yenidoğanda sistemik hipotansiyonun tanı ve tedavisi ile ilgili bazı tartışmalı noktalar gözden geçirilecektir.
Systemic hypotension is a common complication of sick premature infants and may be associated with major adverse outcomes, including intraventricular hemorrhage, neuro-developmental morbidity, and mortality. There is no consensus among neonatologists regarding either the definition of hypotension or the lower threshold level of systemic arterial blood pressure in which neurological injury is inevitable. For this reason, there is considerable variation in the reported prevalence of hypotension among different neonatal units. However, it is widely accepted by many of clinicians that early and aggressive treatment of hypotension in the neonates leads to improved neurologic outcome and survival. The goal of treatment of hypotension is to maintain adequate organ blood flow, particularly, cerebral blood flow. Treatment decisions are based on statistically defined gestational and postnatal age-dependent normative blood-pressure values combined with clinical intuition, because of difficulties evaluating organ perfusion and adequacy of cerebral oxygen delivery. Current treatment of hypotension in the premature infant includes the use of volume expansions, inotropes, vasopressor agents and corticosteroids. It has been reported that dopamine, as a commonly used inotropic agents in the neonatal period, is more effective than dobutamine in the raising of blood pressure. Some hypotensive premature infants have low cortisol levels because of adrenocortical insufficiency, and corticosteroids are generally reserved for treatment of refractory hypotension of these infants; however, it is not recommended for prophylaxis or routine clinical use because of its potential serious side effects. This article aims to review some of the controversies about diagnosis and management of systemic hypotension in the newborn infants.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
8.
Costello Sendromunda Kardiyak Tutulum: Altı olgunun değerlendirilmesi
Cardiac Involvement in Costello Syndrome: Evaluation of six cases
Fahrettin Uysal, Özlem Mehtap Bostan, Evren Semizel, Filiz Akaltun, Gülcan Üner, Ergün Çil
Sayfa 0
Costello sendromu postnatal büyüme ve gelişme geriliği, kaba yüz, gevşek deri, ilerleyici olmayan kardiyomiyopati ve sempatik kişilik ile karakterize otozomal dominant geçiş gösterdiği düşünülen bir sendromdur. Hastalarda palmar ve plantar çizgilerde belirginlik mevcuttur. Bu hastalar kaba yüz görünümlerinden dolayı çoğu zaman depo hastalıkları ile karıştırılmaktadır. Malignansi riski normal popülasyona göre artmıştır. Costello sendromunda pulmoner kapak stenozu, mitral kapak anormallikleri, atrial septal defekt gibi konjenital kalp hastalıkları görülebilmektedir. İnterventriküler septum kalınlaşması ve hipertrofik kardiyomiyopati sık olarak saptanır. Ektopik atriyal taşikardi, supraventriküler taşikardi ve atriyal fibrillasyon gibi ritim bozuklukları görülebilmektedir. Bu yazıda Costello sendromu tanısı konulan ve çeşitli kardiyak tutulumları olan altı olgu sunuldu.
SUMMARY: Costello syndrome is probably an autosomal dominant inherited disorder that is characterized by postnatal growth retardation, developmental delay, coarse face, loose skin, nonprogressive cardiomyopathy and friendly behavior. Patients have deep palmar and plantar creases. They have frequently been suspected to have storage diseases because of their coarse faces. Patients with costello syndrome have an increased risk for malignancy. Congenital heart diseases including pulmonary valve stenosis, mitral valve abnormalities, atrial septal defect have been reported. Thickening of interventricular septum and hypertrophic cardiomyopathy have frequently been found. A variety of rhythm disturbances like ectopic atrial tachycardia, supraventricular tachycardia and atrial fibrillation have been observed. In this review, six cases of costello syndrome with a variety of cardiac involvement are reported.
Makale Özeti

9.
Anne sütüyle beslenen yenidoğanlarda hipernatremik dehidratasyon
Hypernatremic dehydration in breast-fed infants
Hacer Ergin, Özlem Şahin, Melis Deniz, Özmert Muhammet Ali Özdemir, Kazım Küçüktaşçı, Celile Hatipoğlu
Sayfa 0
AMAÇ: Hayatı tehdit eden komplikasyonlara neden olabildiğinden, yenidoğanlarda yetersiz emzirmeye bağlı hipernatremik dehidratasyonun tanı ve tedavisi önemlidir.
YÖNTEMLER: Çalışmada 2006-2012 yılları arasında sadece anne sütüyle beslenen ve hipernatremik dehidratasyon (serum Na≥150 mEq/L) saptanan 37-42 haftalık yenidoğanların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Veriler Statistical package for social sciences for Windows 10.0 programıyla analiz edildi. Çalışma için etik kurul onayı (14.02.2012-12/04) alındı.
BULGULAR: Hipernatremik dehidratasyon saptanan 26 yenidoğanın ortalama gebelik yaşı, doğum ağırlığı, ağırlık kaybı, anne yaşı ve tanı yaşı sırasıyla 38.8±1.1 hafta, 3292±458 gr, %13.5±5.5, 27.6±4.9 yaş, 3.9±3.5 gündü. Kız cinsiyet, sezeryan doğum, primipar anne oranları sırasıyla %57.6, %61.6, %57.6 idi. Başvuru şikayetleri ateş (%30.7), emmede azalma ve sarılık (%26.9), huzursuzluk ve hipoaktivite ( %7.6) idi. İlk beş gün içinde, yaz mevsiminde, hastanede yatarken hipernatremik dehidratasyon sıklığı sırasıyla %84.6, %73, %42.3 idi. Ortalama BUN, kreatinin, Na sırasıyla 45.6±64.1mg/dl, 1.5±2.3mg/dl, 157±11.9mEq/L bulundu. Yirmialtı annenin %57.6’sı emzirme eğitimi almıştı, %84.6’sı yeterli sıvı almamıştı. Konvülziyon saptanan dört hastanın birinde diyaliz gerektiren renal, üçünde prerenal böbrek yetmezliği, birinde beyin ödemi gelişti. Serum sodyum düzeyleri primipar anne bebeği (p=0.002), dış merkezde doğan (p=0.012), anne yaşı küçük olan (p=0.035), emzirme eğitimi almayan (p=0.007), hastaneye geç başvuran bebeklerde (p=0.00) yüksek bulundu. Serum sodyum konsantrasyonunun ˃160 mEq/L olması komplikasyon ile ilişkiliydi (p=0.00). Anne yaşı azaldıkça (p=0.035) ve ağırlık kaybı arttıkça (p=0.016) serum sodyum düzeyi arttı.
SONUÇ: Yenidoğanlarda hipernatremik dehidratasyon ilk hafta içinde ağırlık kaybının izlemi, başarılı emzirme teknikleri ve dehidratasyon bulgularının annelere öğretilmesiyle önlenebilir.
OBJECTIVE: Since it can cause life-threatening complications in newborns, diagnosis and treatment of hypernatremic dehydration associated with inadequate breastfeeding is important.
METHODS: Records of exclusively-breastfed newborns (37-42weeks) with hypernatremic dehydration (serum-Na≥150mEq/L), admitted between 2006-2012, were reviewed. Data were analyzed by using SPSS version 10.0. The study was approved by the ethics committee (14.02.2012-12/04).
RESULTS: The mean gestational age, birth weight, weight loss, maternal age, and age at diagnosis of 26 newborns with hypernatremic dehydration were 38.8±1.1weeks, 3292±458gr, 13.5±5.5%, 27.6±4.9years, 3.9±3.5days, respectively. The percentages of female patients, caesarean delivery, primipar mothers were 57.6%, 61.6%, 57.6% respectively. Admission complaints were fever (30.7%), poor feeding and jaundice (26.9%), restlessness and hypoactivity (7.6%). Hypernatremic dehydration frequency within first five days, in summer season, during hospitalization were 84.6%, 73%, 42.3%, respectively. The mean serum BUN, creatinine, Na were found 45.6±64.1mg/dl, 1.5±2.3mg/dl, and 157±11.9mEq/L, respectively. Of 26 mothers, 57.6% received breastfeeding education, 84% had inadequate fluid intake. Among four patients with seizures, three had prerenal, one had renal failure requiring dialysis, and brain edema developed in one. Serum Na levels were higher in infants who were baby of primipar mother (p=0.002), in another hospital (p=0.012), from young mothers (p=0.035), from mothers with no breastfeeding education (p=0.007), and with delayed hospital admission (p=0.00). Serum Na concentrations >160mEq/L were associated with complications (p=0.00). Serum Na levels were negatively correlated with maternal age (p=0.035) and positively correlated with (p=0.016) weight loss.
CONCLUSION: Hypernatremic dehydration can be prevented in newborns by monitoring weight loss, by teaching succesful breastfeeding techniques, signs of dehydration to the mothers within first week.
Makale Özeti

DERLEME
10.
Akut generalize ekzantematöz püstülozis
Acute generalized exanthematous pustulosis
Hikmet Tekin Nacaroğlu, Demet Can
Sayfa 0
Akut generalize ekzantematöz püstülozis (AGEP), klinik olarak ani başlayan, ateşle birlikte tüm vücutta yaygın püstüler döküntü ile seyreden nadir bir dermatozdur. Vakaların %90’nında ilaç kullanımı mevcut olmakla birlikte etyopatogenezde viral ve bakteriyel enfeksiyonlar, civaya karşı aşırı duyarlılık reaksiyonları suçlanmaktadır. Klinik olarak eritemli zemin üzerinde, foliküler yerleşimli olmayan, çok sayıda steril püstülle karekterizedir. Hastalığın spesifik bir tedavisi yoktur, altta yatan nedenin ortadan kaldırılması ile spontan iyileşme gözlenir. Bu makalede AGEP’in etiyolojisi, klinik ve histopatolojik özellikleri gözden geçirilmiştir..
Acute generalized exanthematous pustulosis (AGEP) is a rare cutaneous rash characterized by the abrupt onset of a widespread generalized pustular rash often accompanied by fever. In the etiopathogenesis, there is a history of drug use in the 90% of the cases, and occasionally hypersensitivity reactions to mercury or viral and bacterial infections are accused. Nonfollicular eruptions on a erythematous surface spreading on a large scale are clinical features. There is no specific treatment when underlying cause cured spontaneous healing occures. AGEP’s etiology clinical and histopathologic characteristics are reviewed here.
Makale Özeti