Volume: 8  Issue: 3 - 2011
Hide Abstracts | << Back
REVIEW ARTICLE
1.Investigation of evidence–based tests which were used to evaluate and diagnose process of urinary incontinence
Sema Dereli Yılmaz, Meltem Demirgöz Bal, Nezihe Kızılkaya Beji, Önay Yalçın
doi: 10.5505/tjod.2011.83713  Pages 153 - 163
Bu makalede üriner inkontinans tanı ve değerlendirme sürecinde uygulanan klinik testlerin kanıt temelli incelenmesi amaçlanmıştır. İnkontinansta tanı iki şekilde konulabilmektedir. Birincisi semptomatik tanı koyma yöntemi ikincisi duruma özel tanı koyma yöntemidir. Genelde semptomatik tanı hastanın anamnezi, üriner günlük, ped test ve geçerliliği yapılmış ölçeklerle konulmaktadır. Duruma özel tanı koymada ise ürodinamik teknikler kullanılmaktadır.
• Stres inkontinanslı kadınların büyük bir bölümüne yalnızca klinik anamnez ile doğru tanı konulabilir.
• Tanı koyarken klinik öyküye ilaveten kullanılan üç testin (günlük, ped test ve geçerliliği yapılmış ölçek) en maliyet etkin olanı günlüktür.
• Ultrason görüntüleme ile üriner inkontinans değerlendirmesinde önemli bilgilere ulaşılabilir.
• Stres inkontinansın tanılanmasında klinik stres test etkilidir. Bu tür bir test primer bakım verilen merkezlerde doğal olarak dolmuş bir mesane ile yapılabilir ve bu yöntemin klinik olarak geçerliliği kanıtlanmıştır.
• Eğer hastaya invaziv ürodinamik girişimde bulunulacaksa sekonder bakım verilen merkezlerde multikanal ürodinamik testin uygulanması ile en doğru sonuçlar alınabilir.
Investigation of evidence–based tests which were used to evaluate and diagnose process of urinary incontinence
In this review we aimed to investigate the evidence-based clinical tests which were used to evaluate and diagnose the urinary incontinence. Urinary incontinence can be diagnosed in two ways. Two types of diagnosis can be made: symptomatic diagnosis and condition specific diagnosis. In general, symptomatic diagnoses are made in primary care using clinical history-taking, urinary diaries, pad tests and validated symptom scales. Condition-specific diagnoses are made by using urodynamic techniques.
• A large proportion of women with urinary stress incontinence can be correctly diagnosed in primary care from clinical history alone.
• On the basis of diagnosis the diary appears to be the most cost-effective of the three primary care tests (diary, pad test and validated scales) used in addition to clinical history.
• Ultrasound imaging may offer a valuable information about urinary incontinence
• The clinical stress test is effective in the diagnosis of urinary stress incontinence. Adaptation of such a test so that it could be performed in primary care with a naturally filled bladder may prove clinically useful.
• If a patient is to undergo an invasive urodynamic procedure, multichannel urodynamics is likely to give the most accurate result in a secondary care setting.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH
2.Comparision of serum High Density Lipoprotein(HDL) and Sphingosine 1 Phosphate(S1P) levels between the hypertensive and normotensive pregnancies.
Erkan Dilmen, İlker Günyeli, Baha Oral, Evrim Erdemoğlu, Mehmet Güney, Gökhan Bayhan, Tamer Mungan
doi: 10.5505/tjod.2011.63497  Pages 164 - 168
Hipertansif gebelerde serum HDL ve Sifingozin-1-fosfat (S1P) düzeylerinin normotansif gebelerdeki düzeylerle karşılaştırılması.
Amaç: Hipertansif ve normotansif gebe kadınlarda HDL ve bununla ilişkili S1P düzeylerini karşılaştırmak ve bu parametrelerin hipertansiyon gelişimi üzerindeki olası etkilerini araştırmaktır.
Planlama: Karşılaştırmalı kohort çalışma.
Ortam: Bu prospektif çalışma, Aralık 2008 ve mart2009 tarihleri arasında Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Doğum Kliniğine başvuran hastalarda yapıldı.
Girişim: Plazma S1P ve HDL düzeyleri çalışıldı.
Materyal ve Metod: Hipertansif ve normotansif gebelerde, ELİZA yöntemi ile S1P ve HDL düzeyleri analiz edildi.
Sonuç: 40 normotensif ve 40 hipertansif gebe kadın çalışmaya dahil edildi. Demografik ve obstetrik karakteristikler her 2 grupta benzerdi. Hipertansif gebe kadınlarda S1P ve HDL düzeyleri 0,6±0.32 nM ve 61.6±15.3 mg/dl iken normotansif gebe kadınlarda 2,1±10.8 nM ve 60.2±14.4 mg/dl idi. Her 2 grup arasında istatistiksel fark saptanmadı.
Yorum: Biz bu çalışmada HDL ve onunla ilişkili S1P’nin gebelikteki hipertansif hastalıklarda vasküler tonus üzerine etkisini değerlendirmek için daha ileri çalışmalara gereksinim olduğu kanaatindeyiz.
Anahtar Kelimeler: preeklampsi, HDL, S1P
Comparison of serum High Density Lipoprotein (HDL) and Sphingosine 1 Phosphate (S1P) levels between the hypertensive and normotensive pregnancies.
Objective: To compare serum High Density Lipoprotein (HDL) and associated Sphingosine-1-Phosphate (S1P) levels between hypertensive and normotensive pregnant women, and to study likely effect of these parameters on the development of hypertension.
Design: A comparative cohort study.
Setting: This prospective study was conducted between December 2008 and March 2009 at Department of Obstetrics and Gynecology, Suleyman Demirel University, Isparta.
Interventions: Plasma S1P and HDL levels were analyzed.
Material and Method: S1P levels and HDL levels were analyzed by ELISA.
Results: Forty normotensive and 40 hypertensive pregnant women was included to the study. Demographical and obstetrical characteristics of patients were similar. SP1 and HDL levels were 0,6±0.32 nM and 61.6±15.3 mg/dl in hypertensive pregnant women. SP1 and HDL levels were 2,1±10.8 nM and 60.2±14.4 mg/dl in normotensive pregnant women. There was no statistically significant difference between groups.
Conclusion: We concluded that further studies are needed to evaluate the effects of HDL and associated S1P upon the vascular tonus in hypertensive diseases of pregnancies.

Keywords: preeclampsia, HDL, S1P
Abstract | Full Text PDF

3.Changes in serum paraoxonase activity, calcium and lipid profiles in pre-eclampsia, a priliminary study
Figen Babacan, Birgul Isik, Banu Bingol
doi: 10.5505/tjod.2011.24540  Pages 169 - 174
Amaç: Preeklamptik ve normotansif gebelerde serum paraoxonaz (PON1) aktivitesi, serum kalsiyumu ve lipid profillerinin incelenmesi.
Gereç ve yöntemler: 34 preeklamptik ve 11 normotansif gebede serum PON1 aktivitesi, kalsiyum ve lipid profillerinin incelenmesi.
Bulgular: Preeklamptik gebelerde serum trigliserid, total kolesterol, LDL kolesterol sevyeleri, normotansif gebelerle kıyaslandığında anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur. Serum HDL kolesterol, PON1, ve kalsiyum sevyeleri ise normal gebelere kıyasla preeklamptik kadınlarda daha düşük olarak tespit edilmiştir.
Sonuç: Preeklamptik hastalarda PON1 aktivitesindeki anlamlı düşüş, lipid profili ve kalsiyum seviyesi ile ilişkilidir.
Objective: To investigate serum paraoxonase (PON1) activity, serum calcium, and lipid profiles in pre-eclampsia.
Material & Method: Serum PON1 activity, calcium, and lipid profiles were measured in a cohort of 45 women with normal pregnancies (11 patients) and pre-eclampsia (34 patients).
Results: Triglyceride, total cholesterol, and LDL cholesterol concentrations were significantly increased in women with pre-eclampsia, compared with women with normal pregnancies. Serum HDL cholesterol, PON1, and calcium levels in pre-eclamptic patients were significantly lower than those in healthy pregnant women.
Conclusion: The significant decrease of PON1 activity in pre-eclampsia is related to lipid profiles and calcium.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

4.Which Type Of Anesthesia Should Be Preffered For Elective Cesarean Deliveries According ToThe Short-Term Neonatal Outcomes?
Barış Mülayim, Nilufer Yiğit Çelik, Bayram Çoban, Melis Çakmak
doi: 10.5505/tjod.2011.22755  Pages 175 - 180
Objektif: Çalışmada elektif sezaryen doğumlarda spinal, kombine (spinal-epidural) ve genel anestezinin kısa dönem yenidoğan etkileri açısından birbirlerine üstünlükleri araştırıldı.
Planlama: Retrospektif Kohort.
Ortam: Başkent Üniversitesi Alanya Uygulama ve Araştırma Merkezi
Hastalar: Çalışmaya Haziran 2005- Aralık 2007 tarihleri arasında doğumları elektif sezaryen ile gerçekleşen 376 hasta dahil edildi.
Değerlendirme Parametreleri: Doğum sonrası yenidoğanların 1. ve 5. dakika apgar skorları, oksijen ihtiyacı, küvözde izlem, entübasyon veya YYBÜ’ne transfer ihtiyacı, yenidoğan sonuçlarının değerlendirilmesindeki parametreler olarak kaydedildi. İstatistiksel analiz one-way ANOVA, t-test ve Pearson korelasyon testleri kullanılarak yapıldı. p < 0.05 altındaki değerler istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Sonuçlar: Spinal, kombine ve genel anestezi alan gruplar arasında 1. ve 5. dakika apgar skorları karşılaştırıldığında anlamlı bir fark bulunmadı. Yenidoğanın oksijen ihtiyacı, YYBÜ’ ne transfer veya küvözde izlem ihtiyacı gruplar arasında benzer olarak bulundu.
Yorum: Elektif sezaryen doğumlarda, yenidoğan sonuçları açısından değerlendirildiğinde, rejyonel veya genel anestezinin birbirlerine üstünlükleri gösterilememiştir.
Objectives: To evaluate the short-term neonatal outcomes of spinal, combined (spinal-epidural) and general anesthesia in elective cesarean deliveries.
Design: Retrospective cohort study.
Setting: Baskent University Alanya Research and Medical Center.
Patients: 376 parturients who have delivered via elective ceseraen section between June 2005 and December 2007.
Main outcome measures: Apgar scores at the 1st and 5th minutes, oxygen administration to the neonate, intubations, observation in the incubator and transfer to a special intensive care unit were recorded as the neonatal outcome parameters. One-way ANOVA, t-test and Pearson correlation correlation test were used for the statistical analyses. The results were considered to be statistically significant if p value was <0,05.
Results: There wasn’t any significant difference between regional (spinal and combined) and general anesthesia groups with respect to the 1 and 5 minute - Apgar scores. Outcomes were similar among the three anesthesia groups, when O2 requirement of the newborn, transfer to the neonatal intensive care unit and observation in the incubator were considered.
Conclusions: Neither regional nor general anesthesia was found to be superior than the other for elective Cesarean delivery, according to the neonatal outcome results.
Abstract | Full Text PDF

5.Pregnancy and Sleep Quality
Nihal Taşkıran
doi: 10.5505/tjod.2011.14880  Pages 181 - 187
Amaç: Çalışmamızda, gebe kadınlarda uyku kalitesini ölçmeyi, gebelerin uyku kalitesini etkileyen etmenleri saptamayı ve tanımlamayı amaçladık.
Gereç ve yöntemler: Araştırma Ahmet Necdet Sezer Araştırma ve Uygulama Hastanesinde Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran 100 sağlıklı gebe üzerinde yapıldı. Veriler yüz yüze görüşme yöntemi ile toplandı. Bireylerin sosyo-demografik özellikleri ve gebeliklerine ilişkin verilerini toplamak için “Hasta Tanıtım Formu” kullanıldı. Uyku kalitesi Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ), uyku apne riski Berlin Uyku Anketi, uykululuk durumu Epworth Uykululuk Skalası kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmamızda gebelerin %86’sında kötü uyku kalitesi tespit edilmiştir. Uyku kalitesinin gebelerde yaş, obezite, doktora gitme sıklığı, gebeliğe etki eden hastalığın varlığı ile ilişkili olduğu saptanmıştır.(p<0.05)
Sonuç: Gebelerin uyku ve uyku bozuklukları konusunda bilinçlendirilmesi, kontrollere düzenli gelmelerinin sağlanması, uyku hijyenine yönelik davranışlarının geliştirilmesi önerilmektedir.
Objective: The aim of this study was to measure sleep quality during pregnancy, and to determine its corresponding factors that affect sleep quality.
Materials and methods: Our study was conducted on 100 healthy pregnant women who apply Ahmet Necdet Sezer Hospital of Afyonkarahisar Kocatepe University. Data was collected using face-to-face method. A standard questionnaire (Appx: 1) was used to record sociodemographic properties and status of their pregnancy. Sleep quality was evaluated by Pittsburg Sleep Quality Index (Appx: 2), sleep apnea by Berlin Questionnaire (Appx: 3), and sleepiness status by Epworth Sleepiness Scale (Appx: 4).
Results: Sleep quality was determined as poorer in 86% of women. It is found that sleep quality is related to age, obesity, applying to a doctor, and other illnesses affecting pregnancy.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

6.
İn vitro Fertilizasyon Sürecinde Gerçekleşen Siklus İptalleri
Bülent Ergun, Serhat Şen, Oğuzhan Kuru, Aslı Nehir
doi: 10.5505/tjod.2011.01488  Pages 188 - 194
Giriş: Modern hayat tarzı ve kadınların iş hayatında etkin olarak rol almalarının sonucu; fertil yaşlılık olarak tanımlanan geç çocuk sahibi olma isteği yardımcı üreme teknikleri uygulayıcılarının önemli bir sorunu olmaktadır. Gonadotropinlere zayıf yanıt alınan olgular, ayrıca kontrollü ovaryan hiperstimülasyon (KOH) sürecinde hasta uyumsuzluğu veya yanlış tedavi seçimleri, ovaryan hiperstimülasyon sendromu (OHSS) gelişmesi, ya da embriyo transferi ile ilgili sorunların ortaya çıkması halinde hekim ve hasta için zaman, moral ve ekonomik kayıplara yol açan siklus iptalleri infertilitenin kritik başlıklarından biridir.
Amaç: Kliniğimizde çeşitli nedenlerle IVF siklusu iptal edilen olgulara ait klinik ve biyokimyasal verileri analiz etmek, bu konuda standardizasyon sağlamak üzere bir sınıflama geliştirmektir.
Materyal ve Metod: 2002-2009 yıllarında kliniğimizde İVF planlanan çeşitli nedenlerle KOH, ovum pick-up (OPU) ve embriyo transfer iptalleri yapılan olgular üç ana gruba ayrılıp veritabanı oluşturularak kaydedildi. Bu olgulara ait veriler demografik veriler; yaş, infertilite süresi ve türü, siklus öncesi menses 3.gün FSH, E2 ve antral folikül düzeyleri, IVF sürecine ait veriler; uygulanan protokol, gonadotropin türü ve toplam dozu, antagonist protokollerde antagonist uygulama süre ve dozu alt başlıklarında analiz edildi. Değerlendirmenin ana kriteri iptal endikasyonu ve zamanlaması olarak belirlendi. Ortalama, üst ve alt değerler sunuldu. Kıyaslamalı tablolar oluşturuldu.
Sonuç: Kliniğimizde embriyo transferi aşamasına ulaşamayan 175 siklusun en çok KOH sırasında iptal edildiğini (%69.7), bu grupta en büyük dilimi %60 ile düşük over yanıtlı hastaların oluşturduğunu görmekteyiz. OPU iptalleri 12 olguda (%6.8) görülmüş olup, bu grupta ilk sırada %4.5 ile testiküler sperm ekstraksiyonunda (TESE) sperm bulunamaması yer almıştır. Embriyo transfer iptali %23.5 oranında olup bu bölümde en önemli oranı %16.5 ile fertilizasyonun gerçekleşmemesi ile sonuçlanan grup oluşturmuştur. Embriyo transfer iptalleri içinde servikal kanal sorunları %0.5 oranında yer almıştır. İVF siklus ipallerinde önerdiğimiz sınıflamanın rutin uygulanması ile İVF siklus başarısızlıklarının değerlendirilmesi ve istatistiksel analizinde standardizasyon sağlanabilecektir.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

7.Postcoital bleeding: colposcopic and clinicopathologic evaluation
Behiye Pınar Göksedef, Şafak Yılmaz Baran, Onur Kaya, Saime Gül Barut, Ahmet Çetin
doi: 10.5505/tjod.2011.15013  Pages 195 - 199
Amaç: Postkoital kanama şikayeti olan olguların, demografik, klinik, sitolojik, kolposkopik ve patolojik bulgularının ortaya konmasıdır.
Materyal- Metod: Eylül 2009-Eylül 2010 tarihleri arasında jinekoloji polikliniğine postkoital kanama şikayeti ile başvurup Kolposkopi Ünitesi’ne yönlendirilen 48 premenopozal olgu değerlendirmeye alındı. Olguların demografik özellikleri, smear sonuçları, kolposkopik tanıları ve biyopsi raporları değerlendirildi. Bulgular SPSS 17.0 ile analiz edildi.
Bulgular: Ortanca yaş 37 (23-49) olarak saptandı. Olguların çoğunluğu korunma yöntemi kullanmamakta (n=17, 35.4), tek eşli (n= 45, %93.8) ve multipariteye sahipti (n=36, %75). ASC-US/LSIL smear değişikliği 5 (%10.5) olguda, ASC-H smear bulgusu 2 (%4.2) olguda izlenirken; HSIL 3 (%6.3) olguda tespit edildi. Kolposkopide en sık servikal preinvazif/invazif lezyonlar için negatif bulgular (%79.2) olup, yüksek dereceli CIN lezyonu (CIN 2/3) ve invazif kanser bulgusu 6 olguda izlendi (%12.5). Kolposkopi sonrası %39.6 olgudan biyopsi alındı. Histolojik değerlendirme sonrasında 4 olguda CIN 1 (%8.4), 1 olguda CIN 2 (%2.1), 1 olguda CIN 3 (%2.1) ve 2 olguda invazif kanser (%4.2) saptandı
Sonuç: Postkoital kanama ile başvuran olgularda çoğunlukla benign bulgular saptanmasına rağmen, yüksek dereceli CIN ve invazif kanser insidansındaki artış nedeniyle kolposkopik olarak değerlendirme gerekmektedir.
Objective: To determine the demographic, clinical, cytologic, colposcopic findings in women with postcoital bleeding
Material-Methods: Forty-eight premenopausal women with postcoital bleeding were referred to colposcopy unit between September 2009 and September 2010. Demographic features, cervical cytology results, colposcopic diagnosis and biopsy reports of cases were evaluated. Data were analyzed with SPSS 17.0.
Results: The median age was 37 (23-49). Most of the cases did not use a contraceptive method (n=17, 35.4%) and were monogamous (n= 45, 93.8%) and multiparous (n=36, 75%). Cervical cytology identified 5 patients with ASC-US/LSIL, 2 with ASC-H and 3 with HSIL. Out of the 48 cases, 38 women had normal findings at colposcopy (79.2%) and 6 women had high grade cervical intraepithelial neoplasia (CIN 2/3) and invasive carsinoma (12.5%). Biopsy was taken from 39.6% of patients after colposcopic evaluation. Four cases were reported as CIN 1 (8.4%), 1 case as CIN 2 (2.1%), 1 case as CIN 3 (2.1%) and 2 cases as invasive carcinoma (4.2%) according to histopathologic evaluation.
Conclusion: Even if, most of the cases with postcoital bleeding have benign lesions, colposcopy should be performed because of increased incidence of high grade CIN and invasive neoplasia.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
8.Sequential cervical cerclage in the same pregnancy: two multifetal pregnancy case reports
Eray Çalışkan, Yigit Cakiroglu, Izzet Yücesoy
doi: 10.5505/tjod.2011.25901  Pages 200 - 204
Yardımla üreme tekniklerinin yaygınlaşması, beraberinde çoğul gebeliklerde artışı da getirmiştir. Çoğul gebeliklerde birinci fetusun preterm doğumundan çok kısa süre sonra sıklıkla ikinci fetusun doğumu da gerçekleşir. Birinci fetusun doğumunun ardından ikinci fetusun doğumunun bir süre geciktirilebilmesi o fetusun akciğer maturasyonu ve prematüriteyle mücadele edilebilmesi için zaman kazandıracaktır. Bu olgu sunumunda preterm prematür membran rüptürü sonrası iki kez servikal serklaj uygulanarak doğumların 72 ve 74 gün süre ile geciktirildiği ikiz ve üçüz gebeliklere ait olgular sunulmuştur. Servikal serklaj uygulanan gebeliklerde serklajın başarısı subklinik infeksiyonların ne derece kontrol edilebildiği ve uterin kontraksiyonların ne derece önlenebildiğine bağlıdır. İntrauterin kalan diğer fetus ya da fetusların doğumunun güvenle ertelenebilmesi, uygun antibiyotik, anti-inflamatuar ve tokolitik ajanların kullanılmasına bağlı olduğunu savunmaktayız.
The common availability of assisted reprodcutive techniques (ART) has brought the increase of multiple pregnancies. Usually, soon after the pretem delivery of the first fetus in multiple pregnancies, the delivery of the remaining fetus also happens. Delayed interval delivery of the remaining fetus after preterm delivery of the first one allows to gain time for fetal lung maturity and to cope with prematurity. We present here live healthy neonatal outcomes in two sequential cases, one twin and one triplet pregnancies, after emergency cerclage followed by second emergency cerclage due to cervical tear with a delayed delivery of 72 and 74 days respectively. The success of pregnancy prolongation in cervical cerclage cases depends on how effectively uterine contractions are prevented and how possible subclinical infections are controlled. We suggest that use of antibiotics, anti-inflammatory and tocolytic agents should be the main target to safely postpone delivery of the remaining twin.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

9.Approach to Scorpion Stings During Pregnancy-Two Cases
Ayse Guler, Sevdegül Karadaş, Zehra Kurdoğlu
doi: 10.5505/tjod.2011.92259  Pages 205 - 208
Giriş: Literatürde akrep sokmaları ve akrep zehirinin etkilerine dair birçok çalışma mevcut olmasına karşın akrep venomunun gebelikteki fetal ve maternal etkilerine dair bilgi son derece sınırlıdır. Bu yazıda; akrep sokması nedeniyle kliniğimize başvuran iki gebe olguyu sunduk ve gebelikte akrep sokması yönetimini literatür eşliğinde tartıştık.
Olgular: Otuz ikinci ve 24. gebelik haftalarında 2 hasta akrep sokması nedeniyle acil servise başvurdu. Hastaların fizik muayeneleri, laboratuvar ve ultrason tetkikleri normaldi ve her ikisi de klinik açıdan evre I olarak değerlendirildi. Müşahadeye alınan ve destekleyici tedavi uygulanan hastaların gebelik takiplerinde herhangi bir komplikasyona rastlanmadı ve her ikisi de miadında normal vajinal yolla sağlıklı bebekler doğurdular.
Sonuç: Akrep sokmalarında evre I olarak değerlendirilen gebe olguların yönetiminde müşahade ve destek tedavisi yeterlidir.
Introduction: Although there are many studies in the literature about scorpion stings and scorpion venoms, data on maternal and fetal effects during gestation is very little. In this paper, we presented two pregnant cases who applied to our clinic because of scorpion sting and discussed the management of scorpion envenomation with literature.
Cases: Two pregnant women at 32nd and 24th gestational weeks admitted to the emergency department with the complaint of scorpion sting. Physical and ultrasonographic examinations and laboratory results were normal. Clinical evaluation of the patients was stage I. No gestational complications occured during follow of the patients who were offered hospitalisation and managed with supportive treatment. Both patients delivered healthy babies vaginally at term.
Conclusion: In management of scorpion stings during pregnancy, observation and supportive treatment are sufficient when the patient is at stage I.
Abstract | Full Text PDF

10.Cesarean scar endometriosis: Presentation of eleven clinical cases and review of the literature
Gökhan Demiral, Fikret Aksoy, Alp Özçelik, Burhan Şaban, Mustafa Kuşak, Özgür Ekinci, Canan Erengül
doi: 10.5505/tjod.2011.76768  Pages 209 - 213
Endometriozis uterus kavitesi dışında fonksiyonel endometriyal doku varlığıdır. Jinekolojik veya Sezaryen ameliyatları sonrası görülebilir. Skar endometriozisi oldukça nadir olup tanı konulması zordur. Diğer cerrahi patolojiler ile karıştırılabilen bu durumun tanısı ameliyat öncesinde nadiren konulur. Medikal yaklaşımın tedaviye yardımı yoktur. Lezyonun cerrahi olarak geniş eksizyonu gerekir. Bu çalışmada Sezaryen ameliyatı sonrası gelişmiş on bir tane abdominal duvar endometriozis olgusunu sunuyoruz. Hastaların ortalama yaşı 28.3 olup Sezaryen harici geçirilmiş operasyon öyküleri yoktu. Tüm hastalarda kitle en az bir cm cerrahi sınır korunacak şekilde total eksizyonla çıkarıldı. Batın ön duvarında kitle ile başvuran kadın hastalarda geçirilmiş jinekolojik ameliyatlar iyi sorgulanmalı ve ayırıcı tanılar arasında mutlaka endometriozis düşünülmelidir.
Endometriosis is the presence of functioning endometrial tissue outside the uterine cavity. It can sometimes occur after obstetrical and gynecological surgeries. Scar endometriosis is rare and difficult to diagnose. This condition is often confused with other surgical patologies and preoperative diagnosis is rarely established. Medical treatment is not helpful. The patients required wide surgical excision of the lesion. In this study we are reporting eleven cases of abdominal wall endometriosis which were developed following cesarean section. The mean age of the patients was 28.3 and there were no any operation other than Cesarean section. All masses were totally resected with one cm surgical margin. Whenever a female patient is presented with abdominal wall mass previous gynecological operations should be evaluated and endometriosis must be regarded between differential diagnosis.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

11.Radical Surgery, Vaginal Reconstruction and Review of Literature in a Primary Vaginal Carcinoma Case
Kadir Çetinkaya, Ahmet Bacınoğlu, Mehmet Altınok
doi: 10.5505/tjod.2011.55376  Pages 214 - 218
Vajen kanseri oldukça nadir görülür ve tedavisi hastaya göre bireysel planlama gerektirir. Vajinektomi sonrasında kadınların gerek fiziksel, gerek ruhsal ve gerekse de toplumsal özgüvenlerinde azalma olmakta, aile bütünlüğü tehlikeye girebilmektedir. Bu yazıda radikal cerrahi sonrasında işlevsel bir vajen oluşturulmasının gereği üzerinde duruldu ve sigmoid kolovajinoplasti yöntemi güncel literatür ışığında tartışıldı.
Vaginal carcinoma seen really rare and its treatment requires individual planning. Physical, psychological and social self confidence decreases after vaginectomy and their family integrity can negatively affects. In this report, we discussed the necessity of the reconstruction a functional vagen after radical surgery and the sigmoid colovaginoplasty in the view of the current literature.
Abstract | Full Text PDF

12.Asymptomatic Ileal Perforation Due To Dislocated Intrauterine Device (IUD) And Treated With Minilaparotomy: A Case Report
Yusuf Yıldırım, Kenan Ertopçu, İsa Özelmas, Emre Gültekin, Şivekar Tınar
doi: 10.5505/tjod.2011.79847  Pages 219 - 223
ÖZET
Rahim içi araç (RİA) ülkemizde sık kullanılan modern kontraseptif yöntemlerden biridir. Uygulaması kolay bir yöntem olan RİA takılması esnasında, uterin perforasyon istenmeyen bir komplikasyon olarak karşımıza çıkabilmektedir. Disloke rahim içi araça bağlı uterin perforasyon olgularının %15’inde ince bağırsaklar başta olmak üzere komşu organlar da etkilenmektedir. RİA’ya bağlı asemptomatik intestinal perforasyon ise oldukça nadirdir. Bu çalışmada uterin perforasyon sonrası batın içine disloke olmuş ve ileumu perfore eden RİA’sı olan ancak hiçbir semptomu olmayan ve gebelik ile komplike olduktan sonra rastlantısal olarak tanısı konulan olguyu tartıştık. Olgu, isteğe bağlı olarak gebelik terminasyonu sonrası, minilaparotomi ile opere edilerek, ileal enterotomi ve primer tamir ile disloke RİA çıkarılarak tedavi edildi. RİA’ya bağlı asemptomatik intestinal perforasyonun tanısı zordur. Abdominal X-ray ve ultrason disloke RİA’yı gösterebilir fakat çoğu olgu abdominal RİA’nın çıkartılması amacıyla gerçekleştirilen laparatomi veya laparoskopi sırasında tanı almaktadır. İntraabdominal RİA lokalizasyonun iyi belirlendiği durumlarda RİA’nın çıkartılmasında minilaparotomi de uygun bir seçenektir. Asemptomatik intestinal RİA çoğu kez intestinal rezeksiyon gerekmeden tedavi edilebilir.

Anahtar Kelimeler: RİA, uterin perforasyon, ileum yaralanması.
Intrauterine device (IUD) is one of the most commonly used methods of contraception in Turkey. In the course of insertion of IUD which is simple method to application, uterine perforation can occur during it as an undesired complication. At %15 of uterin perforation cases related dislocated IUD, neighbour organs especially small bowel is affected from this. Asymptomatic intestinal perforation related IUD is uncommon. In this study, the case whose IUD is dislocated in abdomen which perfored ileum after uterin perforation and has no symptom and which is recognized after complicated with pregnancy was discussed. She wanted to termination of pregnant and after this application she was treated by operating with minilaparotomy and removing dislocated IUD with ileal enterotomy and primary reperation. Asymptomatic intestinal perforation related IUD is hard to identify. Abdominal X-ray and pelvic ultrasound can show dislocated IUD but most cases are recognized on laparotomy or laparoscopy which is used for removing IUD. When intraabdominal IUD is localized well, minilaparotomy is suitable for removing IUD. Asymptomatic intestinal IUD can usually be treated without any intestinal resection.

Key Words: IUD, uterine perforation, ileal laceration.
Abstract | Full Text PDF