Volume: 45  Issue: 6 - 2015
Hide Abstracts | << Back
1.Comparison of pattern electroretinography and optical coherence tomography parameters in patients with primary open-angle glaucoma and ocular hypertension
Semra Tiryaki Demir, Mehmet Ersin Oba, Ezgi Tuna Erdoğan, Mahmut Odabaşı, Ayşe Burcu Dirim, Mehmet Demir, Efe Can, Orhan Kara, Selam Yekta Şendül
Pages 229 - 234
Amaç: Erken evre primer açık açılı glokom (PAAG) ve oküler hipertansiyonlu (OHT) hastalarda görme alanı (GA), pattern elektroretinogram (PERG) ve Fourier- domain optik koherens tomografi (FD-OCT) verilerini karşılaştırmak ve birbirleri ile olan korelasyonları araştırmak.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 37 erken evre PAAG’li hastanın 72, 38 OHT’li hastanın 76, 30 kontrol grubunun 60 gözü dahil edildi. Olguların tümüne tam oftalmolojik muayene, 24-2 Humphrey standart otomatize perimetri ile görme alanı muayenesi, FD-OCT ile retina sinir lifi (RNFL) ve gangliyon hücre kompleksi (GCC) kalınlık ölçümü, Nihon Kohden poligraf ile PERG P50 ve N95 dalgalarının latans ve amplitüd ölçümleri yapıldı.
Bulgular: PAAG grupta tüm GCC parametreleri ve nazal kadran dışındaki tüm RSLT değerleri OHT ve kontrol grubuna göre anlamlı şekilde düşük bulundu. OHT’li grup ile kontrol grubu arasında anlamlı fark saptanmadı. PERG amplitüdleri PAAG ve OHT’li grupta kontrol grubuna göre düşük saptandı. N95 amplitüdündeki düşüklük, P50 amplitüdüne göre daha fazla idi. PERG latanslarında gruplar arasında fark saptanmadı. PAAG grupta GCC ile GA ve RNFL arasında anlamlı korelasyon saptandı.
Sonuç: Erken evre PAAG’li hastalarda görme alanı patolojilerinin yanı sıra RSLT ve GCC kalınlığında belirgin incelme mevcut olup bu tetkikler birlikte değerlendirilmelidir. Erken evre PAAG hastaların tanısal değerlendirilmesinde FD-OCT cihazı kullanılarak yapılan GCC ve RNFL analizleri oldukça etkilidir. Glokomun erken saptanmasında GCC en az RSLT kadar güvenilirdir ve aralarında yüksek seviye anlamlı korelasyon bulunmaktadır. OHT’li hastalarda PERG amplitüd analizi ile gangliyon hücrelerinin fonksiyon kaybı daha erken dönemde saptanabilir.
Purpose: To investigate the correlation of visual field (VF), pattern electroretinography (PERG) and Fourier-Domain optical coherence tomography (FD-OCT) results in patients with ocular hypertension (OHT) and early primary open-angle glaucoma (POAG).
Material and Methods: The study included 72 eyes of 37 patients with early POAG, 76 eyes of 38 patients with OHT, and 60 eyes of 30 controls. All cases underwent full ophthalmological examination, visual field assessment with 24-2 Humhprey standard automated perimetry (SITA Standart), retinal nerve fiber (RNFL) and ganglion cell complex (GCC) thickness measurement with FD-OCT, and PERG P50 and N95 wave latency and amplitude measurements with Nihon Kohden electroretinography.
Results: Excepting the nasal quadrant all GCC parameters and all RNFL results were significantly lower in POAG group compared to OHT and control groups. There was no statistically significant difference between the OHT and control group. PERG amplitudes were lower in POAG and OHT groups than in control group. Reduction in N95 amplitude was greater than that of P50 amplitude. No difference was detected in PERG latencies among groups. A significant correlation was detected between VF and RNFL by GCC in POAG group.
Conclusion: Significant thinning in GCC and RNFL thickness is present in addition to visual field pathologies in patients with early POAG and these examinations should be concomittantly evaluated. During diagnostic assessment of patients with early POAG, GCC and RNFL analysis by using FD-OCT are highly effective. GCC is as reliable as RNLF in early diagnosis of glaucoma and there is highly significant correlation between them. Dysfunction of ganglion cells may be early detected by PERG amplitude analysis in patients with OHT.
Abstract

2.Analysing The Progression Rates Of Macular Lesions With Autofluorescence Imaging Modes In Dry Age-Related Macular Degeneration
Kenan Olcay, Akın Çakır, Murat Sönmez, Eyüp Düzgün, Yıldıray Yıldırım
Pages 235 - 238
Amaç: Kuru tip yaşa bağlı makula dejenerasyonunda (YBMD) makula lezyonlarının progresyon hızının değerlendirilmesinde mavi ışık otofloresans görüntüleme ile kızılötesi otofloresans görüntülemenin duyarlılığının karşılaştırılması amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak tasarlanan bu çalışmaya en az 6 ay takipli orta ve ileri evre YBMD tanısı almış hastalar dahil edilmiştir. Takipleri esnasında en iyi düzeltilmiş görme keskinliği, mavi ışık fundus otofloresans görüntüleme (FAF), kızılötesi otofloresans görüntüleme (K-AF) yapılan ve ölçüme uygun olan 33 hastanın 46 gözü (N=46) çalışmaya dahil edildi. Görüntüler HRA2 Anjiografi (Heidelberg Engineerig,Germany) cihazı ile elde edilmiş olup lezyon sınırları yazılım programı (Heidelberg Eye Explorer software) yardımı ile belirlenmiştir. Görme keskinlikleri ile lezyon alan ölçümleri kendi içlerinde ve birbirleri ile karşılaştırıldı.

Bulgular: Hastaların ortalama takip süresi 30,98±13,30 aydır. FAF lezyon ilerleme hızı ortalama 0,85±0,93mm2/yıl, K-AF lezyon ilerleme hızı ortalama 0,93±1,01mm2/yıl idi. FAF ölçümlerinin yıllık büyüme hızı ile K-AF ölçümlerinin yıllık büyüme hızı arasında pozitif yönde %88,3 düzeyinde istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı bir ilişki mevcuttu (r=0,883; p<0,01). Her iki görüntüleme yönteminde lezyon ilerleme hızı ile görme keskinliğindeki azalma arasında orta düzeyli bir ilişki saptanırken birbirleri arasında istatistiksel fark bulunmadı (r=0,362;p<0,05), (r=0,311;p<0,05). Her iki görüntüleme yönteminde de başlangıç lezyon boyutunun büyük olması yüksek yıllık ilerleme hızı ile ilişkili bulundu.

Sonuç: Kızılötesi otofloresans görüntüleme YBMD hastalarının takibinde en az mavi ışık otofloresans görüntüleme kadar önemli ve etkili bir yere sahiptir.
Purpose: In this study we aimed to compare the sensitivity of fundus autofluorescence and near- infrared autofluorescence imaging about determining the progression rates of the macular lesions in dry age-related macular degeneration.
Materials and Methods: The study was designed retrospectively among the patients who diagnosed with intermediate and advanced stage dry AMD. Best corrected visual acuities, FAF and NIA images were recorded in 46 eyes of 33 patients. The lesions’ border was drawn manually on the images by using Heidelberg Eye Explorer software and the lesions’ area was calculated by using Microsoft Excel software. BCVA and lesion areas were compared with each other.
Results: Patients mean follow-up time was 30,98±13,30 months. The lesion area progression rate was found 0,85±0,93mm2/y in FAF and 0,93±1,01mm2/y in NIA with statistically significant correlation with each other (r=0,883; p<0,01). Both imaging methods are moderately correlated with visual acuity impairment (r=0,362;p<0,05),(r=0,311;p<0,05). Besides, larger lesions showed higher progression rates than smaller ones in the both imaging methods.
Conclusion: NIA imaging is as important and effective as FAF imaging for follow-up of dry AMD patients.
Abstract

3.Retina-choroidal thickness and retinal vessel caliber measurements in operated traumatic corneal perforations in the late period
Gökhan Pekel, Semra Acer, Nihal Cesur, Ramazan Yağcı, Ebru Nevin Çetin
Pages 239 - 242
Amaç: Travmatik kornea perforasyonu nedeniyle primer sütürasyon uygulanmış gözlerde geç dönem arka kutup retina ve koroid değişikliklerinin incelenmesi.
Gereç – Yöntem: Bu kesitsel vaka serisine 21 hastanın 21 gözü dahil edildi. Hastaların sağlam gözleri kontrol grubu olarak alındı. Maküla kalınlığı, peripapiller retina sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlığı, koroid kalınlığı ve retina damar çapı ölçümleri spektral-domain optik koherens tomografi (OKT) ile yapıldı.
Bulgular: Perfore gözlerde ortalama RSLT kalınlığı 102.1 ± 10.9 µm iken sağlam gözlerde 99.5 ± 8.5 µm idi (p=0.29). Perfore gözlerde ortalama merkezi maküla kalınlığı 300.1 ± 25.6 µm iken sağlam gözlerde 295.6 ± 23.2 µm idi (p=0.62). Perfore ve sağlam göz gruplarında koroid kalınlığı ve retina damar çapları da benzerdi (p>0.05).
Sonuç: Opere travmatik kornea perforasyonları, ameliyat sonrası geç dönemde, önemli arka kutup retina ve koroid OKT kalınlık değişiklikleri yapmamaktadır.
Purpose: To examine the late period alterations in the posterior pole retina and choroid of the eyes that underwent primary suturing due to traumatic corneal perforation.
Methods: This cross-sectional case series included 21 eyes of 21 patients. The fellow eyes served as the control group. The macular thickness, peripapillary retinal nerve fiber layer (RNFL) thickness, choroidal thickness, and retinal vessel caliber (RVC) measurements were performed by spectral domain optical coherence tomography (OCT).
Results: The mean RNFL thickness was 102.1 ± 10.9 µm in the perforated eyes and 99.5 ± 8.5 µm in the fellow eyes (p=0.29). The mean central macular thickness was 300.1 ± 25.6 µm in the perforated eyes and 295.6 ± 23.2 µm in the fellow eyes (p=0.62). The choroidal thickness and RVC measurements were also similar between the groups (p>0.05).
Conclusions: Operated traumatic corneal perforations do not cause significant posterior pole retina-choroidal OCT thickness changes in the late postoperative period.
Abstract

4.Repeatability and reproducibility of anterior segment measurements in normal eyes using dual Scheimpflug analyzer
Zeynep Altıparmak, Ramazan Yağcı, Emre Güler, Zeynel Arslanyılmaz, Metin Canbal, İbrahim F Hepşen
Pages 243 - 248
Amaç: Normal gözlerde çift Scheimpflug analizörü (Galilei) ile ölçülen aberometrik ölçümleri de içeren ön segment parametrelerinin gözlemci içi ve gözlemciler arası tutarlılığının değerlendirilmesi.
Gereç ve Yöntem: iki bağımsız gözlemci tarafından birbirini takip eden üçer ölçüm yapıldı. Toplam ve arka korneal güç, korneal yüksek sıralı wavefront aberasyonlar (6.0 mm pupil), santral, parasantral ve periferik pakimetri ve ön kamara derinliği değerlendirildi. Gözlemcilerin ölçümleri arasındaki tutarlılıklar gözlemci içi standart sapma, kesinlik, tekrarlanabilirlik ve sınıfiçi korelasyon katsayısı (ICC-Interclass Correlation Coefficient) ile belirlendi. Gözlemciler arası tutarlılık ise Bland-Altman analizi ile değerlendirildi.
Sonuçlar: Çalışmaya 30 hastanın 30 gözü dâhil edildi. En iyi ICC değerleri pakimetri ve ÖKD ölçümlerinde elde edildi. Her iki gözlemci arka korneal astigmatizma ve toplam yüksek sıralı aberasyonlar haricindeki parametrelerde kabul edilebilir ICC değerleri elde edebilmişlerdir. Her iki gözlemcinin ölçümleri arasında %95 LoA (Limits of Agreement) değerleri oldukça küçük değişkenlik göstermekte idi.
Tartışma: Galilei sistemi ile tutarlı bir şekilde ön segment parametrelerinin ölçümü yapılabilmektedir. Bu nedenle cihaz rutin klinik uygulamalarda ve araştırmalarda güvenilir bir şekilde kullanılabilir.
Purpose: To assess the repeatability and reproducibility of anterior segment measurements including aberrometric measurements provided by a dual Scheimpflug analyzer (Galilei) system in normal eyes.
Materials and Methods: Three repeated consecutive measurements were taken by 2 independent examiners. The following were evaluated: total corneal power and posterior corneal power, corneal higher-order wavefront aberrations (6.0 mm pupil), pachymetry at the central, paracentral, and peripheral zones, and anterior chamber depth (ACD). Repeatability was assessed by calculating the within-subject standard deviation, precision, repeatability, and intraclass correlation coefficient (ICC). Bland-Altman analysis was used for assessing reproducibility.
Results: Thirty eyes (30 patients) were included. The best ICC values were for corneal pachymetry and ACD. For both observers, acceptable ICC was also achieved for the other parameters, only being the exception of posterior corneal astigmatism and total high order aberration. The 95% LoA (Limits of Agreement) for all measurements showed small variability between measurements of both examiners.
Discussion: The Galilei system provided reliable measurements of anterior segment measurements. Therefore the instrument can be confidently used for routine clinical use and research purposes.
Abstract

5.Demographics of Patients with ‘Double Pterygium’ and Surgical Outcome
Fulya Duman, Mustafa Köşker
Pages 249 - 253
Amaç: Akdeniz Bölgesindeki ‘çift başlı pterjium’lu hastaların demografik ve oftalmolojik özelliklerini incelemek ve bu hastalara uygulanan ameliyat sonuçlarını değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Kasım 2012 – Mart 2014 tarihleri arasında Antalya Atatürk Devlet Hastanesi rutin poliklinik muayenelerinde pterjium endikasyonu ile ameliyat edilen tüm hastalar geriye dönük olarak tarandı. Korneanın her iki tarafında (nazal ve temporal) pterjium olan hastalar çalışmaya alındı. Takip süresi altı ayın altında olan hastalar çalışmaya alınmadı. Alınan kayıtlarda hastaların yaşları, meslekleri, sigara kullanımı tarandı. Ameliyat sonrası yapılan takip kayıtlarında pterjium nüksü veya herhangi bir komplikasyon olup olmadığı incelendi. Kornea üzerinde 0,5mm’den fazla fibrovasküler büyüme, nüks olarak değerlendirildi.
Bulgu: Pterjium ameliyatı olan 158 hastanın 8’inde (%5) ‘çift başlı pterjium’ tanısı vardı. Altısı (%75) erkek, ikisi (%25) kadın olan hastaların yaş ortalaması 42,63 (26-71) idi. Hastaların hepsinin günde en az 5 saat güneş altında çalıştığı tespit edildi. Ameliyat sırasında veya sonrasında herhangi bir komplikasyon gelişmediği görüldü. Hastaların ameliyattan sonraki takip süresi ortalama 12 (6-21) aydı ve bu süre içinde hastaların hiçbirinde nüks görülmedi.
Sonuç: Pterjium, özellikle de ‘çift başlı pterjium’ sıcak iklimlerde ve dışarıda çalışanlarda daha sık görülmektedir. Bu hastalarda, tek parça olarak alınan serbest konjonktiva otogreftinin ikiye bölünerek korneanın her iki yanından çıkarılan pterjiumların yerine sütüre edilmesi suretiyle yapılan ameliyat iyi bir seçenektir.
Purpose: To analyze demographic and ophthalmologic characters of patients with ‘Double pterygium’ in Mediterranean region and to evaluate their outcomes of surgery.
Material and Method: Records of all patients having surgery because of pterygium, in Antalya Ataturk State Hospital between November 2012 and March 2014 were retrospectively reviewed. Patients with pterygium in both sides of cornea (nasal and temporal) were included in the study. Excluded were the patients with less than six months follow up. Age, occupation and smoking status of patients, recurrence of pterygium or any existing complications in records were evaluated. Fibrovascular proliferation more than 0.5mm over cornea was accepted as recurrence.
Results: There was the diagnosis of ‘double pterygium’ in 8 (5%) patients in 158 patients with pterygium surgery. Six (75%) patients were male and two (25%) were female. Mean age was 42.63 (26-71). It was recorded that all patients had work under the sun at least for 5 hours a day. No intra-operative or post-operative complications were found. Mean follow up time after surgery was 12 (6-21) months and no recurrence was detected.
Discussion: Pterygium, especially ‘double pterygium’ is mostly seen in warm climates and people with outdoor work. To divide the free conjunctival autogreft into two, and suture in the places of excised pterygium in both sides of cornea is a good choice in these patients.
Abstract

6.Effect of visual acuity on the surgical outcomes of secondary sensory strabismus
Kadriye Erkan Turan, Hande Taylan Şekeroğlu, Emin Cumhur Şener, Ali Şefik Sanaç
Pages 254 - 258
Amaç: Sekonder duyusal şaşılıkta cerrahi sonuçlarını incelemek ve görme keskinliğinin cerrahi başarı üzerine etkisini tartışmak.
Gereç ve Yöntem: Sadece görme kaybı olan göze geriletme-rezeksiyon yapılan duyusal şaşılık hastalarının tıbbi kayıtları incelendi. Görme keskinliği ≤0.2 olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Cerrahi yaşı, görme keskinliği, görme kaybı etyolojisi, preoperatif ve postoperatif kayma miktarı, takip süresi ve cerrahi sonuçları kaydedildi. Cerrahi başarı ≤10 prizma diyoptri (PD) kayma olarak tanımlandı. Görme keskinliğinin postoperatif başarı üzerine etkisini değerlendirmek için hastalar, cerrahi yapılan gözün görme keskinliğine göre sınıflandırıldı ve görme keskinliği <0.05 ise grup 1, 0.05-0.1 ise grup 2, 0.125-0.2 ise grup 3 olarak alt gruplara ayrıldı.
Bulgular: On kadın ve 14 erkek hasta çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşıladı. Cerrahi yaşı ortalama 21 yıl (6-56 yıl) idi. Preoperatif kayma miktarı ortalama 52.7 PD (20-80) idi. Cerrahi yaşı, preoperatif kayma miktarı ve takip süresi, esotropya (n=7) ve ekzotropya (n=17) hastalarında benzerdi (tümü için p>0.05). Başarı oranı kısa dönemde %62.5, uzun dönemde %42.1 idi. Kısa dönem başarı oranı açısından görme keskinliği alt grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.331), ancak uzun dönem başarı oranı farkı gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.02). Uzun dönem başarı oranı grup 1 ve 2 ile karşılaştırıldığında grup 3’te daha yüksekti.
Sonuç: Duyusal şaşılıkta iyi görme keskinliği, cerrahi sonrası uzun dönem başarının daha yüksek olmasını sağlıyor gözükmektedir.
Purpose: To investigate the outcomes of secondary sensory strabismus surgery and to discuss the effect of visual acuity on success.
Material and Method: The medical records of patients with sensory strabismus who underwent recession-resection on the eye with vision loss were reviewed. Only patients with visual acuity of ≤0.2 on the operated eye were enrolled. Data including age at surgery, visual acuity, etiology of visual loss, preoperative and postoperative deviations, follow-up duration, and surgical outcomes were recorded. Success was defined as a final deviation of ≤10 prism diopters (PD). To evaluate the effect of visual acuity on postoperative success, patients were classified as group 1 if visual acuity of the operated eye was <0.05, as group 2 if it was 0.05-0.1 and as group 3 if it was 0.125-0.2.
Results: Ten females and 14 males met the inclusion criteria. The mean age at surgery was 21 years (6 to 56 years). The mean preoperative deviation angle was 52.7 PD (20 to 80). Age at surgery, preoperative deviation and follow-up time were similar in patients with esotropia (n=7) and exotropia (n=17) (p>0.05 for all). The success rate was 62.5% at short-term and 42.1% at long-term follow-up. There was no statistically significant difference of short-term success rate among visual acuity subgroups (p=0.331), whereas the difference was statistically significant at long-term follow-up (p=0.002). The long-term success rate was higher in group 3 comparison to group 1 and 2.
Conclusion: Better visual acuity seems to be a potential predictor for higher long-term success after strabismus surgery in patients with sensory strabismus.
Abstract

7.Chemotherapy in Retinoblastoma: Current Approaches
Özge Yanık, Kaan Gündüz, Kıvılcım Yavuz, Nurdan Taçyıldız, Emel Ünal
Pages 259 - 267
Retinoblastom çocukluk çağının en sık görülen malign göz içi tümörüdür. Retinoblastom tedavisinde klasik olarak enükleasyon ve eksternal radyoterapi kullanılmış olsa da, günümüzde en sık uygulanan göz koruyucu tedavi yöntemi kemoterapidir. Kemoterapi hem göz içi hem de göz dışı retinoblastom olgularında kullanılabilir. Kemoterapötik ajan, sistemik, subkonjonktival, intraarteriyel ve intravitreal yollar ile uygulanabilir. Sistemik tedavinin uygulama amacı, tümörün küçültülerek lokal tedavi yöntemlerine uygun hale getirilmesi (kemoredüksiyon) ya da enükleasyon cerrahisi sonrası yüksek metastaz riskinin azaltılmasıdır (adjuvan terapi). İntraarteriyel kemoterapi, güncel adıyla süperselektif intraarteriyel infüzyon tedavisi, retinaya sınırlı tümörlerde primer tedavi yöntemi olarak ya da nüks retinoblastom olgularında sekonder yaklaşım olarak kullanılmaktadır. En önemli avantajı sistemik kemoterapiye bağlı komplikasyonlarının önlenmesidir. İntravitreal kemoterapi ise persistan ya da nüks vitreus tohumlanması varlığında uygulanır. Göz dışı retinoblastom olguları, retinoblastoma bağlı orbita invazyonunu ve metastatik hastalığı içerir. Orbita invazyonu olan retinoblastomlarda güncel tedavi, tümörün neoadjuvan kemoterapi ile küçülterek enükleasyon cerrahisine uygun hale getirilmesi ve takiben adjuvan kemoterapi ve radyoterapi uygulamalarının yapılmasıdır. Metastatik hastalık ise bölgesel lenf nodu tutulumunu, uzak metastazı ve santral sinir sistemi (SSS) tutulumunu içerir. Aralarında, en kötü prognozu olan SSS tutulumu olup neredeyse % 100 mortalite göstermektedir. Metastatik hastalığın tedavisinde yüksek doz kemoterapi ve otolog hematopoetik kök hücre kurtarma terapisi ve ek olarak hastalığın tutulum bölgesine göre radyoterapi uygulamaları yapılmaktadır.
Retinoblastoma is the most common malignant intraocular tumor of childhood. Although enucleation and external beam radiotherapy have been historically used, today the most commonly used eye-sparing approach is chemotherapy. Chemotherapy can be used in both intraocular and extraocular retinoblastoma cases. Chemotherapeutic agents may be applied in different ways, including systemic, subconjunctival, intra-arterial and intravitreal routes. The main purposes of application of systemic therapy are to reduce the tumor size for local treatment (chemoreduction), or to reduce the risk of metastasis after enucleation surgery (adjuvant therapy). Intra-arterial chemotherapy with the current name ‘super-selective intra-arterial infusion therapy’ could be applied as primary therapy in tumors confined to retina or as a secondary method in tumor recurrence. The most important advantage of the intra-arterial therapy is the prevention of systemic chemotherapy complications. Intravitreal chemotherapy is administered in the presence of persistent or recurrent vitreous seeding. ‘Extraocular retinoblastoma’ term includes orbital invasion and metastatic disease. Current treatment for orbital invasion is neoadjuvant chemotherapy followed by surgical enucleation and adjuvant chemotherapy and radiotherapy after surgery. In metastatic disease, regional lymph node involvement, distant metastases, and/or central nervous system (CNS) involvement may occur. Among them, CNS involvement has the worst prognosis remaining almost 100 % mortality. In metastatic disease, high-dose salvage chemotherapy and autologous hematopoietic stem cell rescue therapy are the possible treatment options; also radiotherapy could be added to the protocol according to the involvement side.
Abstract

8.Comet Sign in Patients with Pseudoxanthoma Elasticum
Sinan Tatlıpınar, Berna Şahan, Muhsin Altunsoy
Pages 268 - 270
Psödoksantoma elastikum (PKE) cilt, kardiyovasküler sistem ve göz tutulumu olan multisistemik, genetik bir hastalıktır. PKE göz dibindeki temel bulgularını Bruch membranını etkileyerek yapar. Göz dibinde yol açtığı en önemli bulgu anjiyoid striyadır. Diğer önemli göz bulgularından bazıları ise peau d’orange, optik disk druzeni, patern distrofi benzeri görünüm, kuyruklu yıldız (comet) bulgusu ve koroid neovaskülarizasyonudur (KNVM). Kuyruklu yıldız bulgusu psödoksantoma elastikum hastalığı için patognomoniktir. Göz dibinde anjiyoid striyalar görülen hastalarda beraberinde cilt lezyonlarının varlığı ile akla psödoksantoma elastikum gelmelidir. Bu makalede kuyruklu yıldız bulgusu olan iki olgu sunulmaktadır.
Pseudoxanthoma elasticum (PXE) is a genetic multisystemic disorder including skin, eye and cardiovascular system. Basic fundoscopic findings in PXE result from Bruch’s membrane involvement. The most important fundoscopic findings are angioid streaks. The other significant ocular findings are peau d’orange appearance, optic disc drusen, pattern dystrophy like macular picture, comet sign, choroidal neovascularisation (CNV). Comet sign is pathognomonic ocular finding for pseuxanthoma elasticum. Patients who have both angioid streaks in fundus and typical skin lesions should alert clinicians for pseudoxanthoma elasticum. Herein, we present two PXE cases with comet sign.
Abstract

9.Bılateral Vısıon Loss After Delıvery In Two Cases: Severe Preeclempsıa And HELLP Syndrome
Gökhan Çelik, Ahmet Eser, Murat Günay, Nursal Melda Yenerel
Pages 271 - 273
Hikayesinde gebelik öncesinde yükselmiş sistemik tansiyon bulgusu bulunmayan iki hasta doğum acil kliniğine hipertansiyon ve görsel şikayetlerle başvurdu. Yapılan fizik muayene ve laboratuvar tetkiklerinin ardından, hastalardan birine ağır preeklampsi diğerine ise HELLP (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets) sendromu tanısı konuldu.
Gebelikleri sonlandırılan hastaların doğum sonrası dönemde görsel şikayetlerinin artması üzerine yapılan değerlendirmede ağır preeklampsi olan olguda her iki gözde seröz retina dekolmanı (SRD), HELLP sendromu olan olguda ise her iki gözde maküler hemoraji saptandı. Hastalara sistemik kan basıncı kontrolü önerildi. Takiplerde her iki hastanın göz bulgularında spontan gerileme ve görme düzeylerinde artış gözlendi.
Preeklampsi ve HELLP sendromlu olgularda retina ve koroid kan dolaşımının bozulmasına bağlı olarak SRD ve maküler hemoraji gibi çeşitli göz bulguları izlenebilmektedir.
Two patients who did not have any symptoms of hypertension in their medical history before pregnancy were referred to obstetrics emergency clinic with hypertension and visual complaints. After physical examination and laboratory tests, one of the patients was diagnosed as severe preeclampsia while the other one diagnosed as HELLP syndrome (Hemolysis-Elevated Liver enzymes-Low Platelets).
Ocular examinations have been made after delivery due to the worsening of visual complaints of the patients. Patient with severe preeclampsia showed bilateral serous retinal detachment (SRD) while patient with HELLP syndrome showed bilateral macular hemorrhage. Systemic blood pressure control has been suggested to the patients. Improvement in ocular findings and visual acuities of the patients were achieved in the follow-up periods.
Serous retinal detachment and macular hemorrhage can be observed in patients with preeclampsia and HELLP syndrome as a result of the disruption of retinal and choroidal vasculature.
Abstract

10.Late Closure of a Stage III Idiopathic Macular Hole After Pars Plana Vitrectomy
Filiz Afrashi, Zafer Öztaş, Serhad Nalçacı
Pages 274 - 276
Elli yedi yaşındaki kadın hasta kliniğimize sağ gözünde görme azalması yakınması ile başvurdu. Yapılan detaylı göz muayenesinde sağ gözde maküler delik varlığı saptandı. Optik koherens tomografi (OKT) görüntüleme ile evre III tam kat maküler delik varlığı doğrulandı. Tedavi için pars plana vitrektomiyi takiben uzun etkili gaz tamponad (C3F8) uygulandı. Cerrahiden 30 gün sonra klinik muayenede OKT görüntüsü ile doğrulanan persistan maküler delik saptandı. Hastaya tekrar operasyon planlanmasına rağmen kişisel sebeplerle cerrahi ertelendi. İlginç şekilde cerrahiden beş ay sonra maküler delik alanında, eşlik eden epiretinal memran ile birlikte kapanma paterni başladığı görüldü ve bu kapanma ilave girişim olmaksızın cerrahiden 8 ay sonra tamamlandı. İlk cerrahi sonrasında kapanmayan makula deliği olgularında, ikinci cerrahi uygulanamıyorsa, holün kendiliğinden kapanma olasılığı nedeniyle OKT ile izlem önerilir. Bununla birlikte cerrahiyi takiben sebat eden maküler deliğin kendiliğinden kapanması oldukça nadir bir durumdur. Dolayısıyla kapanmayan makula deliklerinde erken tanı ve cerrahi müdahele öncelikli hedef olarak kalmalıdır.
A 57-year-old female was presented to our hospital with decreased vision in her right eye. Detailed ocular examination was performed, and macular hole was detected in the right eye. The presence of a full-thickness stage III macular hole confirmed with optical coherence tomography (OCT) imaging. Pars plana vitrectomy followed by long-acting gas tamponade (C3F8) was performed for the treatment. One month after surgery, a clinical examination revealed a persistent macular hole, confirmed by an OCT scan. Although the patient was scheduled for reoperation, the surgery was postponed due to personal reasons. Surprisingly, after five months, a closure pattern with accompanying epiretinal membrane was started in macular hole area. The closure of macular hole was completed without any further intervention after 8 months post-surgery. In cases of unclosed macular hole after the first surgery, if the second surgery can not be applied, follow-up with OCT recommended due to the possibility of spontaneous hole closure. However, spontaneous closure of a persistent macular hole following PPV is a quite rare event. Thus, early diagnosis and surgical intervention of unclosed macular holes must remain the primary goal.
Abstract