Cilt: 27  Sayı: 2 - 2011
Özetleri Gizle | << Geri
DERLEME
1.
Peptik Ülser Etyopatogenezi
Etiopathogenesis of Peptic Ulser
Hanifi Kılıçarslan, Semih Kalyon, Necati Yenice
doi: 10.5222/otd.2011.065  Sayfalar 65 - 69
Peptik ülser çoğunlukla duodenum ve midede görülmektedir. Ülkemizde duodenal ülser en sık 20-50 yaş grubunda görülür iken gastrik ülser ise 30-60 yaş grubunda daha sıktır. Helikobakter pylori, aspirin ve nonsteroid antiinflamatuvar ilaçlar ülser etyopatogenezinde rol oynarlar.
Peptic ulcer is mostly seen at stomach and duodenum. Gastric ulcer is mostly seen between 30-60 year-old age group whereas duodenal ulcer is mostly seen between 20-50 year-old age, in our country. Helicobacter pylori, aspirin and nonsteroid antiinflamatory drugs also have a role in etiopathogenesis of ulcer.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Tip 2 Diabetes Mellituslu Hastalarda Evde Glukoz Takibi Sıklığı ve HbA1c İle İlişkisi
The Relationship Between Self Monitoring of Blood Glucose Frequency and HbA1c in Patients With Type 2 Diabetes Mellitus
Rahime Özgür, Osman Maviş, Pelin Ayalp
doi: 10.5222/otd.2011.070  Sayfalar 70 - 75
AMAÇ: Glikozile hemoglobin (HbA1c) ölçümü gliseminin klinik değerlendirilmesinde standart bir metoddur. Evde glukoz takibi (Self Monitoring of Blood Glucose: SMBG) daha iyi HbA1c düzeylerine ulaşmayı sağlar. HbA1c değerlerini etkileyen sebepler tam olarak açıklığa kavuşmamıştır (1,2). Bu çalışmada SMBG sıklığı ve HbA1c seviyesi ile ilişkisi araştırıldı.
YÖNTEMLER: Çalısmamızda 94 hasta anket metodu ile değerlendirildi. Hastaların SMBG sıklığının diabet tanı süresi, cinsiyet ve HbA1c seviyesi ile ilişkisi araştırıldı.
BULGULAR: Hastaların SMBG sıklığına göre HbA1c seviyeleri karşılaştırıldığında, günlük kan şekeri ölçümü yapanların HbA1c seviyesi, haftalık ve aylık ölçüm yapanlara göre ve hiç ölçüm yapmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde düşük bulunmuştur (p<0.01). Kadın ve erkek hastaların SMBG sıklığı karşılaştırıldığında, kadın hastaların SMBG sıklığı erkek hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur (p<0.01). Diabet tanı süresi karşılaştırıldığında tanı yılı 5 seneden daha düşük olan hastalarda, SMBG sıklığı istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla bulunmuştur (p<0.01). Diabet tanı süresi 5 yıldan daha az olanlarda HbA1c seviyeleri istatistiksel olarak anlamlı şekilde düşük bulunmuştur (p<0.01). SMBG sıklığının artması, HbA1c seviyesinde anlamlı düşüklüğe sebep olmaktadır.
SONUÇ: HbA1c seviyesi kan şekeri ölçme sıklığı frekansından etkilenmektedir.
OBJECTIVE: HbA1c is a standard method for the clinical evaluation of diabetes. SMBG enables better HbA1c level. The factors affecting HbA1c are not well known yet (1,2). In this study we investigated the relationship between SMBG frequency and HbA1c.
METHODS: 94 patients were asked to fill in a survey about their SMBG frequencies. Their SMBG frequencies were compared with diabetes year, sex, and HbA1c level.
RESULTS: The HbA1c level of patients who measure their blood glucose on a daily basis was found to be significantly lower compared to the ones who do not measure their blood glucose or perform SMBG only on a weekly or montly basis (p<0.01). The SMBG frequency of female patients was found to be significantly higher than the SMBG frequency of male patients (p<0.01). The SMBG frequency of patients with diabetes year less than five, was significatly higher than the ones with greater diabetes years (p<0.01). HbA1c level of patients with diabetes year less than five was found to be significantly lower compared to the ones with greater diabetes years (p<0.01). The increase in frequency of SMBG leads to a significant decrease in HbA1c levels.
CONCLUSION: HbA1c level is affected by SMBG frequancy.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Perianal Fistüllerde Cerrahi Tedavi Deneyimlerimiz Retrospektif Çalışma
Our Surgical Therapy Experiences at Perianal Fistules
Sezgin Zeren, Erman Sobutay, Birol Ağca, Ali Durmuş, Kazım Sarı
doi: 10.5222/otd.2011.076  Sayfalar 76 - 78
AMAÇ: Perianal fistüller daha çok anorektal abselerin kronik hale gelmesiyle oluşan ve nükslerle seyredebilen bir hastalıktır.
YÖNTEMLER: Ocak 2007-Aralık 2010 tarihleri arasında ameliyat olan 62 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların yaş, cinsiyet, geliş yakınmaları, fistülün lokalizasyonu ve cerrahi tedavi yöntemleri kaydedildi.

Olguların 54’ü erkek (% 87), 8’i kadın (% 13), yaş ortalaması 36,3 idi. Geliş yakınmaları akıntı ve eşlik eden ağrı idi. Fistüllerinin 39’u intersfinkterik (% 63), 13’ü transsfinkterik (% 21), 5’i suprasfinkterik (% 8) ve 5’i ekstrasfinkterik (% 8) yerleşimli idi. Olguların 42’sine (% 67,7) fistülotomi + küretaj, 11’ine (% 17,7) fistülotomi + küretaj + seton, 9’una (% 14,5) ise fistülektomi uygulandı.
BULGULAR: Ameliyat sonrası 4 (% 4,8) olguda nüks gelişti. Üç olguda ise geç yara enfeksiyonu görüldü. Olguların hiçbirinde fekal inkontinans gelişmedi.
SONUÇ: Perianal fistülün cerrahi tedavisinin etkinliği fistülün yerleşim yeri ve cerrahi tecrübeye bağlıdır. Cerrahi tedavinin etkinliği, nüks ve anal inkontinans gelişmemesi ile ölçülebilmektedir.
OBJECTIVE: Perianal fistulas usually arise from chronic anorectal abscesses, and progress by relapses.
METHODS: Sixty-two cases which were operated between January 2007 and December 2010 have been examined retrospectively. The age, sex, presenting complaints, fistule localization and surgical therapeutic modality of the cases were registered. There were 54 males (87 %), and 8 females (13 %) with a mean age of 36,3 years. Their presenting complaints are discharge from the fistula and associated pain.
RESULTS: There were 39 intersphincteric (63 %), 13 transsphincteric (21 %), 5 suprasphincteric (8 %) and 5 extrasphincteric fistulas (8 %). Fistulotomy and curettage for 42 (67.7 %), fistulotomy and curettage and seton for 11 (17.7 %) and only fistulectomy for 9 cases (14.5 %), were performed respectively. Relapses occurred in 3 cases. Also, wound infection was seen in 3 cases after the operation. Fecal incontinence was nat developed in any.
CONCLUSION: The effectiveness of surgical therapy for perianal fistulas is related to the localization of the fistula and surgical experience. The effectiveness of the surgical therapy can be assessed by development of the relapse and anal incontinence.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Serebral Palsi: Risk Faktörleri ve Fonksiyonel Kapasite İlişkisi
Cerebral Palsy: Relationship Between Risk Factors and Functional Capasity
Berrin Hüner, Hayri Özgüzel, Ali Rıza Aydoğan, Hilal Telli
doi: 10.5222/otd.2011.079  Sayfalar 79 - 83
AMAÇ: Serebral Palsi (SP)’li çocuklarda risk faktörleri ile hastalığın tutulum şekli arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Çalışmaya Kağıthane bölgesinden hastanemize başvuran 68 SP hastası dahil edildi. Hastaların demografik verileri, klinik tipleri, risk faktörleri berlirlendi ve fonksiyonel kapasiteleri Kaba Motor Fonksiyon Sınıflama Sistemi (KMFSS) ve PULSES profil ile değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 11.40±6.36 yaştı, 28’i (% 41.2) kız, 40’ı (% 57.4) erkekti. Kırk bir (% 60.3) hasta spastik tüm vücut tutulumlu, 9 (% 13.2) hasta spastik hemiparetik, 6 (% 8.8) hasta spastik diparezik, 3 (% 4.4) hasta diskinetik tipti. Tanı konma yaşı ile KMFSS ve PULSES profil skoru açısından ters bir bağıntı söz idi, erken tanı alanlar daha az fonksiyoneldi (p<0.05, r= −0.372). Hastanede ya da evde doğum yapmış olmanın hastalığın prognozu üzerine anlamlı bir etkisi yoktu (p>0.05). Doğum ağırlığının düşük olmasının ise PULSES profil skorları üzerine olumlu etkisi mevcuttu (p<0.05).
SONUÇ: SP’li hastaların rehabilitasyonu kadar hastalığın oluşumunun önlenmesi de önemlidir. Risk faktörleri ile hastalığın tutulum şekli arasındaki ilişki iyi incelenmeli ve sağlık politikaları bu doğrultuda planlanmalıdır.
OBJECTIVE: We aimed to investigate the relationship between risk factors and the extension of involvement in children with cerebral palsy (CP).
METHODS: Sixty-eight CP patients who had applied to our hospital from region of Kağıthane were included in the study. Patients’ demographic data, clinical types of cerebral palsy, risk factors were determined and patients’ functional capacity was rated by Gross Motor Function Classification System (GMFCS) and PULSES profile.
RESULTS: Patients’ mean age was 11.40±6.36 years, 28 (41.2 %) of them were girls, 40 (57.4 %) of them were boys. Forty-one (60.3 %) patients were spastic with whole body involvement, 9 (13.2 %) were spastic hemiparetic, 6 (8.8 %) were spastic diparesic, 3 (4.4 %) were of diskinetic type. There was a reverse relationship in terms of age at diagnosis, GMFCS and PULSES profile scores. Patients who had been diagnosed at an earlier stage were less functional (p<0.05, r= −0.372). There was no significant effect of childbirth at the hospital or home on the prognosis of the disease (p>0.05). However low birth weight had a positive effect on PULSES profile score (p<0.05).


CONCLUSION: Prevention of the disease is as important as rehabilitation of the CP patients. Relationship between risk factors and extension of involvement of the disease must be analysed well and health policies must be planned in accordance with this relation.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Kombine Genel ve Epidural Anestezi İle Genel Anestezinin Hemodinamik Stabilite, Stres Yanıt ve Sevofluran Gereksinimi Açısından Karşılaştırılması
Comparison Between Combined General and Epidural Anesthesia and General Anesthesia Alone with Respect to Hemodynamic Stability, Stress Response and Sevoflurane Requirement
Ayşin Ersoy, Aysel Altan, Ayşegül Bilen, Aygen Türkmen, Fulya Baturay, Sedat Kamalı
doi: 10.5222/otd.2011.089  Sayfalar 89 - 96
AMAÇ: Bu çalışmada major abdominal cerrahi vakalarında sadece genel anestezi alan hastalarla, kombine genel+epidural anestezi uygulanan hastaların hemodinamik stabilite, stres yanıt ve sevofluran gereksinimi açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Genel cerrahi kliniklerinde, major abdominal cerrahi için hazırlanmış, yaşları 40-73 arasında değişen, ASA I grubu 30 hasta 15‘er kişilik rastgele iki gruba ayrılmak suretiyle çalışma kapsamına alındı.Grup G‘ye genel anestezi Grup E‘ye genel+epidural anestezi verildi.
BULGULAR: Hastaların preoperatif dönemden derlenme dönemine kadar kalp atım hızı, sistolik arter basıncı, periferik O2 saturasyonu indüksiyon sırasında, indüksiyondan (entübasyondan sonra) 1dakika sonra, indüksiyondan 5 dakika sonra, cilt insizyonundan 1., 5., 10., 20., 40., 60., 90., 120. ve 150. dk. sonra, ekstübasyon sırasında ve ekstübasyondan 5 dk. sonra kaydedildi. Kan glukoz ve kortizol değerleri de preoperatif, entubasyondan sonra, cilt insizyonundan sonra, cilt insizyonundan 60 dk. sonra ve ekstübasyondan 5 dk. sonra kaydedildi. Cerrahi uyarana yanıt tespit edildiğinde sevofluran % 0.5’lik titrasyon ile arttırıldı.
SONUÇ: Genel+epidural anestezi grubunda hemodinamik stabilitenin daha iyi korunduğu, stres yanıtın ve sevofluran kullanımının azaldığı görülmüştür. Sonuç olarak, major abdominal cerrahi vakalarında genel+epidural anestezinin genel anesteziye kıyasla daha elverişli bir yöntem olduğu düşüncesindeyiz.
OBJECTIVE: Combined administration of epidural local anesthesic agents together with general anesthesic agents (i.v. or inhalational) is a frequently used method in abdominal and thoracic surgery. In our study, our aim was to compare general+epidural anesthesia and general anesthesia alone in patients who had major abdominal surgery with respect to hemodynamic stability, stress response and sevoflurane requirement.
METHODS: Thirty ASA I group patients, age range 40-73 who were prepared for major abdominal surgery in general surgery clinics, have randomly been divided into two groups of fifteen cases each.
RESULTS: Parameters such as heart rate (HR), systolic arterial pressure (SAP), periferic O2 saturation (SPO2) have been recorded at induction, 1 minute after induction (after entubation) 1., 5., 10., 20., 40., 60., 90., 120. and 150. minutes after skin incision, during extubation and 5 minute after extubation. İn addition to this blood cortisol and glucose levels have been recorded in the preoperative period, just after entubation, just after skin incision, 60 minutes after skin incision and five minutes after extubation.In case of a response to surgical stimulus Sevoflurane concentration have been increased by 0.5 %.
CONCLUSION: In the general+epidural anesthesia group we have observed that hemodinamic stability had been preserved, stress response and sevoflurane requirement have decreased. In conclusion, general+epidural anesthesia in major abdominal surgery is a method superior to general anesthesia alone.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Tip 2 Diabetes Mellituslu Olgularda Mikroalbuminüri İle Kan Parathormon Düzeyi ve Kemik Mineral Yoğunluğu İlişkisi
The relationship Between Microalbuminuria and Serum Parathormone and Bone Level Mineral Density in Type 2 Diabetic Patients
Süleyman Fikret Turan, Rahime Özgür, Osman Maviş, Muhammed Masum Canat, Egemen Altay, Fatih Ermiş
doi: 10.5222/otd.2011.097  Sayfalar 97 - 100
AMAÇ: Çalışmamızda Tip 2 diabetes mellitusa (DM) bağlı diabetik nefropatisi (mikroalbuminürisi) olan ve olmayan olgularda kanda parathormon (PTH) düzeyi ile kemik mineral yoğunluğu (KMY) açısından bir farklılık olup olmadığını karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Çalışmaya Tip 2 DM’lu 52 olgu dahil edildi. Olguların 17’si erkek, 35’i kadın idi. Yaş ortalamaları E-K (48.2-55.54) idi. Çalışmamızda Tip 2 diabetiklerde mikroalbuminürisi olan ve olmayanların kemik mineral yoğunluğu (DEXA yöntemiyle) ve kan PTH düzeyleri bakılarak bu parametreler karşılaştırıldı. Bütün hastalardan açlık durumunda alınan kan PTH düzeyi belirlendi.
BULGULAR: Tüm vücut dansitometrileri incelenen hastalarda T ve Z skorları, lomber ve femoral bölge kemik mineral dansite değerleri (gr/cm²) ölçüldü. İstatistiksel analiz için Jargue-Bera, Kendall’s Tau-b ile Kruscal-Wallis testleri kullanıldı. Çalışmamızda kanda kalsiyum (Ca), magnezyum (Mg), fosfor (P), PTH düzeyleri ile AP Spine T, Femur T, AP Spine Z ve Femur Z değişkenleri için gruplar oluşturularak istatistiksel olarak anlamlı olup olmadığı belirlenmeye çalışıldı.
SONUÇ: Bu bulguların sonucunda Tip 2 DM’a bağlı mikroalbuminürisi olan ve olmayan olgularda KMY ve kanda PTH düzeyi açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gözlenmedi.
OBJECTIVE: The aim of this study is to determine the relation between parathormone (PTH) level and Bone Mineral Density (BMD) in cases laving or not having diabetic nephropathy (microalbuminuria) related to Type 2 DM.
METHODS: 52 cases with Type 2 DM were included in this study. 17 of the cases were male and 35 were female. The mean age were M 48,21 - F 55,54. The BMD (DEXA Method) and blood PTH are observed and those parameters are compared for Type 2 diabetic cases with or without microalbuminuria.
RESULTS: For all cases, PTH levels were measured while the patients are hungry. T and Z scores, BMD levels (gr/cm²) for lumbar were femoral zone were measured. Jargue-Bera, Kendall’s Tau-b and Kruscal-Wallis tests were used for statistical analysis.
CONCLUSION: As a result, it was found that there is not a statistically significant difference with regard to bone mineral density and blood PTH levels between.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
7.
Geriatrik Bir Hastada, Postoperatif Dönemde Karşılaşılan Santral Antikolinerjik Sendrom
Central Anticholinergic Syndrome Experienced in Postoperative Period of a Geriatric patient (Case Report)
Sevgi Kesici, Aygen Türkmen, Aysel Altan, Umut Gündüz, Uğur Kesici, Kazım Sarı
doi: 10.5222/otd.2011.101  Sayfalar 101 - 104
Atropin santral kolinerjik reseptörleri işgal ederek veya asetilkolin salıverilmesini azaltarak ajitasyon, konfüzyon, amnezi, hallüsinasyon, deliryum ve ko-ma gibi santral belirtilere ek olarak ağız ve ciltte kuruluk, taşikardi, hipertermi, görmede bozukluk ve idrar yapma zorluğu gibi periferik bulgular ile kendini gösterir. Bu olgu sunumunda, postoperatif derlenmenin akut fazında atropin ile gelişen santral antikolinerjik sendromun tanı ve tedavisi ile ilgili kavramların literatür eşliğinde gözden geçirilmesi amaçlandı. 68 yaşındaki kadın olgumuz, genel anestezi ile gerçekleştirilen total tiroidektomi operasyonu sırasında hemodinamik açıdan stabildi. Nöromusküler blok, atropin ve neostigmin ile antagonize edildi. Ekstübasyonu takiben olguda meydana gelen ajitasyon, yer/zaman oryantasyon bozukluğu, anlamsız hareketler, solunum sıkıntısı, taşikardi, yüzde kızarıklık, ağız kuruluğu gibi semptomların ortaya çıkması nedeniyle atropine bağlı santral antikolinerjik sendrom düşünüldü. Postoperatif yoğun bakıma alınan olguya, semptomatik tedavi yapıldı ve 24 saatlik gözlemin ardından genel durumu iyi olarak cerrahi kliniğine transfer edildi. Özellikle geriatrik hastalarda erken postoperatif dönemde gözlenen, antikolinerjik bulguların varlığında, yüksek doz uygulanmamış olsa da atropine bağlı santral antikolinerjik sendromunun akla gelmesi gerekmektedir. Hastaların hepsinde fizostigmin tedavisi önerilmez iken ağır olgularda kullanılması önerilmektedir.
Atropine reveals itself with central findings like agitation, confusion, amnesia, hallucination, delirium and coma as well as peripherial findings like dryness in mouth and skin, tachycardia, hyperthermia, visual defect and difficulty in urination as it occupies cholinergic receptors or decreases release of acetylcholine. In this case report, the review of the concepts, accompanied with literature, related with diagnosis and treatment of central anticholinergic syndrome developed with atropine during acute phase of postoperative recovery is aimed. 68 years old female case was hemodynamically stabile during total thyroidectomy operation performed under general anesthesia. Neuromusclar block was antagonized by atropine and neostigmine. Central anticholinergic syndrome associated with atropine was considered in connection with the symptoms like agitation, space/time orientation disorder, meaningless movements, respiratory distress, tachycardia, rash on face, dryness in mouth developed following extubation. Symptomatic therapy was administered to the case that was put into postoperative intensive care unit and was transferred to surgical clinic after 24 hours of observation since her general situation was positive. Central anticholinergic syndrome associated with atropine should be considered even if high doses were not administered when anticholinergic findings were observed especially in geriatric patients during early postoperative period. While physostigmine therapy is not suggested for all patients it is recommended for serious cases.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
Larenkste Düşük Gradeli Nöroendokrin Karsinom
Low Grade Neuroendocrine Carcinoma of the Larynx: A Case Report
M. Vefa Kılıç, Ayşe Hatipoğlu, Yavuz Uyar, Mustafa Kuzdere, Güven Yıldırım, Burcu Karaman, Deniz Özcan, Tülay Sayılgan
doi: 10.5222/otd.2011.105  Sayfalar 105 - 109
Nöroendokrin tümörler, nöral doku kaynaklıdır. Baş boyun bölgesinde nadir görülmesine rağmen larenkste skuamöz hücreli karsinomdan sonra en sık görülen tümördür. Tüm larenks tümörlerinin % 1’den azını kapsamaktadır. Sinaptofizin, kromaranin, Kİ 67 ve sitokeratin gibi nöroendokrin tümör belirleyicileri ile pozitif boyanırlar. En sık low grade nöroendokrin karsinom görülmektedir. Agresif seyirli olup tanı anında genelde servikal metastaz mevcuttur.

60 yaşında erkek hasta, yaklaşık 3 ay önce başlayan yutma güçlüğü, boğazda takılma hissi nedeniyle tarafımıza başvurdu. İndirekt laringoskopide epiglot larengeal yüzünü tutan ve hava pasajını daraltan kitle mevcuttu. Kitle ariepiglottik foldu infilte etmiş ve aritenoide uzanmıştı. Kitle 3x2 cm boyutlarında, lobule görünümlü ve ariepiglottik foldda kalınlaşmaya neden olmuştu. Boyun bilgisayarlı tomoğrafisinde, supraglottik alanda epiglot düzeyinde 3x2.5 cm boyutlarında ve sağ ariepiglottik foldda kalınlaşmaya neden olan kitlesel lezyon saptandı. Boyun sağ alt jugulerde en büyüğünün kısa aksı 2 cm’yi bulan LAP’ler rapor edildi.
Neuroendocrine tumors are lesions orginated from neural tissues. Although they are rare in head and neck region, they are the second most common tumors of larynx following squamous cell carcinoma. They are consist of less than 1 % of larynx tumors. They can be diagnosed by dying with neuroendocrine tumor markers such as synaptophysin, chromogranin, Kİ 67 and cytokeratin. Low grade neuroendocrine carcinoma is the most common neuroendocrine tumor. It has an agressive course and cervical metastasis is common at the time of diagnosis.

A 60 year old male patient admitted to our clinic by 3 months of dysphagia and foreign body sensation at throat. There was a lesion covering laryngeal surface of epiglot and narrowing laryngeal passage. It also infiltrated aryepiglottic fold and reached arytenoid. The lesion was a lobulated mass that was about 3x2 cm and this leasion caused thickening of aryepiglottic fold. There was a lesion which was originated from supraglottik region and measured as 3x2 cm on the computer scan tomography. There was a lymphadenopathy at right juguler region which was measured as 2 cm in diameter.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Erkek Meme Kanseri
Male Breast Cancer: Case Report
Sezgin Zeren, Erman Sobutay, Birol Ağca, Kazım Sarı
doi: 10.5222/otd.2011.110  Sayfalar 110 - 113
Erkek meme kanseri ender görülen bir hastalıktır. Erkek meme kanseri tüm meme kanserleri içinde literatürde % 1, ülkemizde ise % 0.48 oranında bildirilmiştir. Belirtilerin ve tanının gecikmesinin nedeni genelde hastalığın ender olarak akla getirilmesidir.

Bu makalede kliniğimizde meme kanseri tanısı ile tedavi edilen 48 yaşındaki bir erkek hastayı sunmak ve erken teşhisin önemini vurgulamak amaçlandı.
Male breast cancer is a rare disease. According to the literature male breast cancer is seen 1 % in all breast cancers, and in our country its incidence is 0.48 %. Delay in diagnosis is usually due to it’s rareness.

In our study, we present a 48 year- old case treated in our clinic for male breast cancer. Our aim is to present this male patient, andc emphasize the importance of early diagnosis of breast cancer.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Maksiller Sinüs Mukoseli
The Mucosel of Maxiller Sinüs
Muhlis Bal, Güven Yıldırım, Mustafa Kuzdere, Ayşe Hatipoğlu, Yavuz Uyar
doi: 10.5222/otd.2011.114  Sayfalar 114 - 117
Paranazal sinüs mukoselleri benign, lokal genişleme gösteren mukusla dolu ve epitelle çevrili kitlelerdir. En sık frontal ve ön etmoid sinüsleri tutarlar. Kronik sinüs enflamasyonu ve alerjik hastalıklar çoğunlukla paranazal sinüs mukoselleri oluşumuna neden olur. Agresif mukoseller sinüs duvarını erode edebilirler. Kemik dekstrüksiyonuna yol açan dev maksiller sinüs mukoselleri daha önce nazal veya sinüs cerrahisi geçirmemiş hastalarda çok nadirdir. Lezyonun sınırlarının belirlenmesinde ve preoperatif lezyonun özelliklerinin değerlendirilmesinde Paranasal Sinüs Bilgisayarlı Tomografisi (PNSBT) önemli bir tanısal araçtır. Maksiller sinüs mukosellerinin tedavisi cerrahidir. Geleneksel cerrahi girisim Caldwell-Luc olmakla beraber maksiller sinüs mukoselinin endoskopik yaklaşımla tedavisi uygun vakalarda günümüzde oldukça yaygın kullanılmaktadır. Bu çalışmada fasial asimetrisi olan büyük maksiller mukosele sahip olgu sunulmuştur. Olgu klinik özelliği, radyolojik bulguları ve histopatolojik açıdan gözden geçirilmiştir.
Mucoceles of the paranasal sinuses are benign cystic tumors which show local enlargement because of mucus collection. Most common localizations are frontal or anterior ethmoidal sinuses. Chronic sinus inflammation and allergic disease are common causes of paranasal mucoceles. Aggressive mucoceles may cause destruction walls of the sinus. Large maxillary sinus mucoceles causing bone destruction is extremely rare in patients who did not have any nasal or sinus surgery. Paranasal sinus computerized tomography (PNCT) is an essential diagnostic tool which inform us about chracteristic of the lesion shows extension of the lesion preoperatively. Although Caldwell-Luc is a traditional surgical approach for maxilarry sinus mucoceles the endoscopic surgery become widely used method for appropriate cases. In this article a case of a large maxillary sinus mucocele presenting with facial asymmetry is presented. Clinical, radiological and histopathologic featureshave been reviewed.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Nadir Bir Doğumsal Anomali Anoftalmi/Mikroftalmi
A Rarely Seen Congenital Anomaly: Anopthalmia/Micropthalmia
İhsan Kafadar, Burcu Tufan, Begüm Zeren
doi: 10.5222/otd.2011.118  Sayfalar 118 - 122
Nadir görülen anomalilerinden biri olan anoftalmi/mikroftalmi gözün tek veya çift taraflı olarak karşılaşılan önemli konjenital patolojilerinden bir tanesidir. Etiyolojisinde genetik, çevresel ve yapısal faktörler olmak üzere birçok faktör suçlanmaktadır. Anoftalmi/mikroftalmi oluşumuna neden olan etiyolojik faktör veya faktörlere bağlı olarak birçok organ sisteminin etkilenebilme olasılığı vardır. Ayrıca anoftalmi/mikroftalmi tablosu çocukluk çağı sendromlarından birinin komponenti olarak da karşımıza çıkabilir. Mikroftalmi tespit ettiğimiz olgumuzu sunarken anoftalmi/mikroftalmi kliniği ile başvuran hastaların, sistemik hastalıklar ve çocukluk çağı sendromları açısından da genetik danışmanlık amacıyla araştırılması gerektiğini vurgulamayı amaçladık.
Anopthalmia and micropthalmia are rare and important congenital developmental defects of the orbit. They can be unilateral or bilateral. Anopthalmia and micropthalmia are heterogenous conditions with various etiologies such as genetic defects, environmental factors or structural factors which effect multiple organ systems Anopthalmia and micropthalmia can be isolated or can occur with other anomalies or as a part of a well-defined syndrome in chilhood. In this case report, we aimed to emphasize that all children born with congenital anopthalmias or micropthalmias require a detailed clinical examination by an experienced opthalmologist to rule out any ocular pathology, and by a paediatrician to screen for any associated systemic anomalies.
Makale Özeti | Tam Metin PDF