Cilt: 53  Sayı: 2 - 2023
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Covid 19 Pandemi Sürecinde Maske Kullanımının Oküler Yüzey Üzerine Etkisi
The Effect of Mask Use on the Ocular Surface During the Covid 19 Pandemic Process
Özlem Dikmetaş, Hilal Toprak Tellioğlu, İzlem Özturan, Sibel Kocabeyoglu, Ali Bülent Çankaya, Murat İrkeç
Sayfalar 74 - 78
Amaç: Ekim 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve hızlı bir şekilde tüm dünyaya yayılan Covid-19 pandemisiyle birlikte uzun süreli maske kullanımı günlük hayatın kaçınılmaz bir kuralı olmuştur. Yapılan çalışmalar maske kullanımının Covid-19 yayılımını engellemek ile birlikte kuru göz semptomlarını arttırdığı yönündedir. Bu çalışmanın amacı düzenli yüz maskesi kullanan sağlıklı bireylerde kuru gözün klinik belirti ve semptomlarının maske kullanım süresi ile ilişkisinin değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya ek oftalmolojik patolojisi olmayan, 20-60 yaş arası 35 hasta dahil edildi. Hastalar maske kullanım süresi ≤6 sa/gün ve >6sa/gün olarak 2 gruba ayrıldı. Hastaların oküler yüzey hastalık indeksi (OSDI) anketi, floresein ile oküler yüzey boyanması ve gözyaşı kırılma zamanı (GKZ) incelenerek uzun süreli maske kullanımının oküler yüzeye etkisi incelendi.
Bulgular: Çalışmaya 20’si kadın (%57,1) 15’i erkek (%42.9) toplam 35 hastanın 62 gözü dahil edildi. Maske kullanım süresine göre iki grubun OSDI anket sonuçları benzer bulundu (p=0.618). GKZ 1. gruptaki gözlerin %50’sinde (10/20), 2. gruptaki gözlerinse %65’inde (27/42) 10 saniyenin altındaydı. Ayrıca kornea boyanması Oxford evrelemesine göre incelendiğinde maske kullanımı >6sa/gün olan hastalarda evrenin daha ileri olduğu gösterildi.
Sonuç: Uzun süreli maske kullanımı oküler yüzey boyanma parametreleri ve gözyaşı kırılma zamanında anlamlı değişiklikler yaratmaktadır. Daha ileri çalışmalar gözyaşındaki değişikliklere yönelik yapılabilir.
Objectives: In October 2019, Covid-19 pandemic emerged in Wuhan, China and it spread rapidly all over the world. Eventually long-term use of masks has become an inevitable rule of daily life. Literatures showed that the use of face masks increases the symptoms of dry eye while preventing the spread of coronavirus. The aim of our study is to evaluate the relationship between the clinical signs and symptoms of dry eye and the duration of mask use in healthy individuals using regular face masks.
Materials and Methods: Thirty-five patients (aged btw 20-60 years) without any additional ophthalmologic pathology were included in the study. Participants were stratified by face mask use: ≤6 hours/day and >6 hours/day. The ocular surface disease index (OSDI) questionnaire of the patients, ocular surface staining with fluorescein and tear break up time (TBUT) were evaluated and it was aimed to show the effect of long-term mask use on the ocular surface.
Results: A total of 62 eyes of 35 patients, 20 women (57.1%) and 15 men (42.9%), were included in the study. OSDI results of 2 groups were found to be similar (p=0.618). In the 1st group with a mask use of ≤6 hours/day %50 of eyes (10/20) tear break up time (TBUT) was less than 10 seconds and in the 2nd group with a mask use of >6 hours/day %65 of eyes (27/42) TBUT was less than 10 seconds. In addition, corneal staining was examined according to Oxford staging, results shown that the stage was more advanced in patients with mask use >6h/day.
Conclusion: Long-term use of masks creates significant changes in ocular surface parameters and tear break-up time. Further studies can be done on changes in tears.
Makale Özeti

2.
Oküler Skatrisyel Pemfigoide Yaklaşım
Clinical Approach to Ocular Cicatricial Pemphigoid
Mukaddes Damla Çiftçi, İlayda Korkmaz, Melis Palamar, Banu Yaman, Sait Egrilmez, Ayse Yağcı, Taner Akalın, Özlem Barut Selver
Sayfalar 79 - 84
Amaç: Çalışmanın amacı oküler skatrisyel pemfigoid (OSP) hastalarının demografik verilerini, oküler ve sistemik bulgularını, klinik yönetimi ve sonuçlarını değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Ege Üniversitesi Göz Hastalıklarında 2008-2021 yılları arasında OSP tanısı almış olan 11 hastaya ait tıbbi kayıtlar retrospektif olarak değerlendirildi. Demografik veriler, oküler ve sistemik bulgular, hastalık evresi, konjonktiva biyopsi sonuçları, tedavi tercihleri ve tedaviye yanıt değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortanca yaşı 76 (53-87) olup kadın/erkek oranı 8/3 idi. Ortalama takip süresi 14±5,76 aydı. Yirmi iki gözden 14'ünde (%63,63) kapak tutulumu mevcuttu. Tüm gözlerde konjonktiva tutulumu mevcuttu (%100). Çoğunluğu persistan epitel defekti (n=8) olmak üzere 18 (%81,81) gözde kornea tutulumu mevcuttu. Tauber evreleme sistemine göre 7 (%31,81) göz evre 2, 8 (%36,36) göz evre 3 ve 7 (%31,81) göz evre 4 idi. Biyopsi yapılmış olan 9 hastadan 6'sında (%66,66) tanı histopatolojik desteklenmekteydi. Yedi göze amniyotik membran transplantasyonu, 2 göze entropion cerrahisi ve 5 göze trikiyazis nedeniyle elektrokoterizasyon uygulanmıştı. Sistemik tutulum 11 hastanın 5'inde (%45,45) izlenmiş olup ilk sırayı oral mukoza tutulumu (%18,18) almaktaydı. Hastaların genel tıbbi kayıtları incelendiğinde 2020 yılı öncesinde tedavi yapılan hastalarda ise alkilleyici ajanlar, steroidler ve dapson kullanımının yer aldığı görüldü. Mikofenolat mofetilin OSP’de etkinliğinin kanıtlanması ile kortikosteroid ile kombine olarak kullanımının tercih edildiği izlendi. Mikofenolat mofetil öncesi tedavi dönemindeki tedavi yanıtları hasta izlem kayıpları nedeniyle çok sağlıklı değerlendirilemezken, mikofenolat mofetil ile kombine steroid tedavisi alan 6 hastanın 4'ünde (%66,66) kısmi veya tam klinik remisyon izlendi. Hastaların hiçbirinde ciddi yan etki ve ilaç bırakma gözlenmedi.
Sonuç: OSP yaşlı bireyleri etkileyen, nadir ve görmeyi tehdit eden otoimmun bir hastalıktır. Pozitif biyopsi sonuçları tanı için değerli olmakla birlikte negatif sonuçlar tanıyı dışlamaz. Temel tedavi sistemik immunsüpresifler olup hastalık aktivitesi özellikle erken dönemde başlanan ilaçlar ile baskılanabilir. Multidisipliner yaklaşım gerektiren bu hastalarda özellikle izole oküler bulguların mevcudiyetinde immunsupresif tedavi kararı oftalmolog tarafından alınabilmeli ve sistemik tedavi başlamada geç kalınmamalıdır.
Objectives: To evaluate the demographic data, ocular and systemic findings, clinical management and outcomes of Ocular Cicatricial Pemphigoid (OCP) patients.
Materials and Methods: The medical records of 11 patients diagnosed as OCP in Ege University Department of Ophthalmology in between 2008-2021 were evaluated retrospectively. The mean follow-up time of the patients was 14±5.76 months. Conjunctival involvement was present in all of the eyes (100%). There was corneal involvement in 18 (81.81%) eyes. According to the Taubar staging system, 7 (31.81%), 8 (36.36%),7 (31.81%) eyes were stage 2, stage 3 and stage 4 respectively. The diagnosis was confirmed by biopsy in 6 (66.66%) of 9 patients that taken tissue samples. Complications of OCP including recurrent corneal erosions, trichiasis, entropion required surgical interventions for instance amniotic membrane transplantation (7 eyes) and entropion surgery (2 eyes). The frequency of systemic involvement was 45.45%, mostly oral mucosal involvement (18.18%). When the medical records were examined, it was seen that alkylating agents, steroids and dapsone were used in the patients treated before 2020. Mycophenolate mofetil was preferred to be used in combination with corticosteroids. Treatment responses before mycophenolate mofetil usage couldn’t be evaluated very well due to the loss of patient follow-up. Partial or complete clinical remission was observed in 4 (66.66%) of 6 patients received steroid treatment combined with mycophenolate mofetil. No serious side effects and drug withdrawal were observed.
Conclusion: OSP is a sight-threatening autoimmune disease that affects elderly. Although positive biopsy results are valuable for diagnosis, negative results do not exclude the diagnosis. The main treatment is systemic immunosuppressives. Disease activity can be suppressed, especially with drugs that are started in the early period. In these patients who require a multidisciplinary approach, especially in the presence of isolated ocular findings, the decision for immunosuppressive treatment should be taken by the ophthalmologist.
Makale Özeti

3.
Trabekülektomi Sonrası Pitozis İnsidansını Etkileyen Faktörler
The Factors Affecting the Incidence of Ptosis after Trabeculectomy
Emine Malkoç Şen, Kubra Serbest Ceylanoglu
Sayfalar 85 - 90
Amaç: Çalışmanın amacı primer trabekülektomi sonrası gelişen pitozis insidansını ve pitozis ile ilişkili olası faktörleri değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: 2015 ve 2020 yılları arasında mitomisin-C ile trabekülektomi cerrahisi yapılan 312 hasta (339 göz) retrospektif değerlendirildi. En az 6 ay düzenli takibi olan ve pitozis veya pitozis cerrahisi öyküsü olmayan hastalar dahil edildi. Yaş, cinsiyet, glokom tipleri,preoperatif ve postoperatif göz içi basıncı (GİB), preoperatif ve postoperatif anti-glokom ilaçları, anti-glokom damla sayısı, anti-glokom ilaç kullanım süresi, anti-glokom ilaç ilişkili alerjiye bağlı göz kaşıntı öyküsü, takip süresi, cerrahi sonrası bleb iğneleme, iğneleme zamanı, ve oküler masaj değerlendirildi. Pitozis, marjin refleks mesafesi 1 (MRD1), cerrahi öncesi değerden ≥2 mm azalması olarak tanımlandı. En az 6 ay düzelmeyen pitozis kalıcı pitozis olarak değerlendiriildi.Ptozis gelişiminin potansiyel tahmin edici faktörlerini bulmak için multivariate logistik regresyon analizi kullanıldı.
Bulgular: Trabekülektomi sonrası pitozis 339 gözün 35’inde izlendi (%10.3). 30 hastanın 30 gözünde (%8.8) geçici pitozis ve 4 hastanın 5 gözünde (%1.5) kalıcı pitozis izlendi. Preoperatif anti-glokom ilaç kullanım süresi, ilaç etken maddesi (prostaglandin analoğu, beta-blokörler, alfa 2 agonistler, ve karbonik anhidraz inhibitörleri veya bunların kombinasyonları), iğneleme zamanı ve trabekülektomi sonrası oküler masaj gruplar arasında anlamlı farklı değildi (p>0.05). İğneleme ve anti-glokom ilaç ilişkili alerjiye bağlı göz kaşıntısı pitozis olan hastalarda istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti (p<0.05).
Sonuç: Trabekülektomi sonrası görülen pitozis glokom hastaları içinönemli bir problemdir. İğneleme ve anti-glokom ilaçlarla ilişkili alerjiye bağlı göz kaşıma hikayesinin pitozis riskini arttırabileceği gözlenmiştir.
Purpose: The aim of this study is to investigate the incidence of post-operative ptosis after primary trabeculectomy and the possible factors contributing to ptosis.
Methods: A total of312 patients (339 eyes) who underwent trabeculectomy with mitomycin-C between 2015 and 2020 were retrospectively evaluated. Patients who had a regular follow-up of at least 6 months and no history of ptosis or ptosis surgery were included. Age, sex, glaucoma types, preoperative and postoperative intraocular pressure(IOP), preoperative and postoperative anti-glaucoma drug, number of antiglaucoma drops, duration of anti-glaucoma drugs use, history of eye itching due to anti-glaucoma drug-associated allergy, duration of follow-up, post-operative needling, needling time, and ocular massage were recorded. Ptosis was defined as a reduction margin reflex distance1 (MRD1)≥2 mm from pre-operative levels. Ptosis that had not improved for at least 6 months was assesed as persistent ptosis. Multivariate logistic regression was used to determine potential predictors of ptosis development.
Results: Ptosis after trabeculectomy was observed in 35 of 339 eyes (10.3%). Thirty eyes of 30 patients (8.8%) had transient ptosis and 5 eyes of 4 patients (1.5%) had persistent ptosis. Preoperative duration of anti-glaucoma drug use, agent (prostaglandin analogs, beta-blockers, alpha2 agonists, and carbonic anhydrase inhibitors or combinations of these), needling time and ocular massage after trabeculectomy did not differ significantly between groups (p>0.05). Needling and eye itching due to anti-glaucoma drug-associated allergy were significantly higher in patients with ptosis (p<0.05).
Conclusion: Ptosis after trabeculectomy is an important problem for glaucoma patients.It has been observed that needling and eye itchingstory due to anti-glaucoma drug-associated allergy may increase the risk of ptosis.
Makale Özeti

4.
Tip II diabetes mellitusta bağırsak geçirgenliği biyobelirteci zonulin ile diyabetik retinopati gelişimi arasındaki ilişki
An association between the intestinal permeability biomarker zonulin and the development of diabetic retinopathy in type II diabetes mellitus
Burak Erdem, Yasemin Kaya, Tuğba Raika Kiran, Saadet Yılmaz
Sayfalar 91 - 96
Amaç: Artmış bağırsak geçirgenliği (BG) ve bağırsak mikrobiyota disbiyozu, düşük dereceli kronik enflamasyondan (DDKE) sorumlu tutulmuştur. DDKE, diyabetik retinopati (DR) patogenezinin altında yatan önemli bir nedendir. Bu çalışma, tip 2 diabetes mellituslu (T2DM) hastalarda BG biyobelirteci zonulin ile DR arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, 33 DR olmayan, 28 proliferatif olmayan DR (NPDR), 28 proliferatif DR (PDR) olmak üzere toplam 89 T2DM hastası ve 32 sağlıklı kontrol ile yürütülmüştür. Zonulin seviyeleri, kan örneği alınarak ELISA kiti ile belirlendi.
Bulgular: Katılımcılar için yaş (p=0.236), cinsiyet (p=0.952) ve vücut-kitle indeksi (p=0.134) açısından dört grup arasında fark yoktu. Zonulin seviyeleri, PDR grubunda diğer üç gruba göre anlamlı derecede yüksekti. Ayrıca zonulin, DR olmayan T2DM ve NPDR’si olan T2DM hastalarında da kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. Çok değişkenli lojistik regresyon analizinden sonra zonulin, DR' nin bağımsız bir öngördürücüsü olarak bulundu (Odds Ratio: 1.781 %95 Cl: 1.122-2.829 p= 0.014).
Sonuç: Araştırmamız, yüksek zonulin seviyelerinin DR gelişiminde, özellikle de proliferatif evreye geçiş de önemli bir rolü olabileceğini göstermiştir. Bu, BG'nin düzenlenmesinin DR tedavisinde hedeflerden biri olabileceğini düşündürmektedir. Öbiyotik bağırsak mikrobiyotası ve BG' nin DR ile doğrudan bir ilişkisi olup olmadığını belirlemek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Objectives: Increased intestinal permeability (IP) and gut microbiota dysbiosis has been held responsible for low-grade chronic inflammation (LGCI). LGCI is an important underlying cause of diabetic retinopathy (DR) pathogenesis. This study aims to demonstrate the relationship between the IP biomarker zonulin and DR in patients with type 2 diabetes mellitus (T2DM).
Material and Methods: This study was conducted with a total of 89 T2DM patients including 33 non-DR, 28 non-proliferative DR (NPDR), 28 proliferative DR (PDR), and 32 healthy controls. Zonulin levels were determined with the ELISA kit by taking a blood sample.
Results: There was no difference between the four groups in terms of age (p=0.236), gender (p=0.952), and body-mass index (p=0.134) of the participants. Zonulin levels were significantly higher in the PDR group compared to the other three groups. Also, it was significantly higher in the non-DR and NPDR groups compared to the control group. After multivariate logistic regression analysis, zonulin was found to be an independent predictor of DR (Odds Ratio: 1.781 95% Cl: 1.122-2.829 p= 0.014).
Conclusions: Our investigation showed that elevated zonulin levels may play a significant role in the development of DR, particularly during the transition to the proliferative stage. This suggests that regulation of IP could be one of the targets in DR treatment. More studies are needed to determine whether eubiotics gut microbiota and IP have a direct relationship with DR.
Makale Özeti

5.
Böbrek nakli sonrası koroidal vasküler indeksin ve koroidal kalınlığın değişimi
Choroidal vascularity index and choroidal thickness changes following renal transplantation
Mustafa Aksoy, Leyla Asena, Mustafa Agah Tekindal, Ebru Hatice Ayvazoğlu Soy, Gürsel Yılmaz, Mehmet Haberal
Sayfalar 97 - 104
Amaç: Bu çalışmada böbrek nakli sonrası koroidal vaskülar indeksi (KVI), subfoveal koroidal kalınlığı (SFKK), glomerüler filtrasyon hızı (GFH), göz içi basıncı (GİB) ve ortalama arter basıncındaki (OAB) değişikliklerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmaya toplam 49 hasta dahil edildi. Enhanced Depth Imaging Optik Koherens Tomografi (EDI-OKT) ile KVI ve SFKK, kübital bölgeden OAB, GFH ve GİB böbrek nakli öncesi, bir hafta ve bir ay sonrası ölçüldü. EDI-OKT görüntülerinin analizinde koroidin luminal alan (LA) ve stromal alan (SA) görüntüleri binarizasyon yöntemi ile belirlendi. KVI, LA'nın toplam koroidal alana oranı olarak tanımlandı. GFH, GİB ve OAB'nın KVI ve SFKK üzerindeki etkileri araştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya 23 kadın (%47) ve 26 erkek (%53) toplam 49 hasta dahil edildi. Ortalama yaş 26,28±8,25 yıldı (18-52 yıl). Ameliyat öncesi, ameliyat sonrası bir haftalık ve bir aylık GFH değeri, KVI ve SFKK ölçümlerindeki değişiklikler değerlendirildi. Ameliyat öncesi ve sonrası GFH ve SFKK ölçümlerinde anlamlı fark vardı (p<0,001). Ameliyat öncesi ve sonrası KVI (p=0,09) OAB (p=0,14) veya GİB (p=0,84) arasında anlamlı fark yoktu.
Sonuç: Böbrek nakli sonrasında artmış GFH değerleri ile uyumlu olarak SFKK ölçümlerinde anlamlı bir artış varken, KVI ölçümlerinde anlamlı bir fark bulunmadı.
Objective: This study aims to evaluate subfoveal choroidal thickness (SFCT) and choroidal vascularity index (CVI) changes following renal transplantation, and to evaluate the correlation of these parameters with estimated glomerular filtration rate (GFR), mean arterial pressure (MAP), and intraocular pressure (IOP).
Materials and Methods: A total of 49 renal transplantation patients were included in this prospective study. Choroidal vascularity index and SFCT via enhanced-depth imaging optic coherence tomography (EDI-OCT), MAP from cubital fossa, GFR, and IOP were measured preoperatively, one week postoperatively, and one month postoperatively. In the analysis of EDI-OCT images, luminal (LA) and stromal areas (SA) of the choroid were determined using the image binarization method. Choroidal vascularity index was defined as the ratio of LA to total choroid area. Changes in preoperative, postoperative one-week and one-month GFR values, CVI and SFCT measurements were evaluated. The effects of GFR, IOP, and MAP on CVI and SFCT were investigated.
Results: The study population consisted of 23 females (47%) and 26 males (53%). Mean age was 26.28±8.25 years (18-52 years). Changes in preoperative, postoperative one-week and one-month GFR values, CVI, and SFCT measurements were evaluated. There were significant differences between preoperative, postoperative GFR, and SFCT measurements (p<0.001). There was no significant difference in preoperative and postoperative CVI measurements (p=0.09), MAP (p=0.14) or IOP (p=0.84).
Conclusion: In conclusion, the present study demonstrated that SFCT was affected by GFR, while no change occurred in CVI values.
Makale Özeti

6.
Sensörinöral işitme kaybı ile kronik glokom arasındaki ilişkinin odyometrik karşılaştırılması
Audiometric comparison of the relationship between sensorineural hearing loss and chronic glaucoma
FURKAN FATIH GÜLYESIL, Mustafa DOĞAN, Mehmet Cem Sabaner, Hamidu Hamisi Gobeka, ABDULLAH Kınar, Şahin Ulu
Sayfalar 105 - 110
Amaç: Kronik glokom hastalarında sensörinöral işitme fonksiyonlarını değerlendirmek ve sonuçları sağlıklı bireylerle karşılaştırmak.

Gereç: Bu kesitsel çalışmaya Afyonkarahisar Sağlık Bilimleri Üniversitesi'nde ≥5 yıl takip edilen 24 primer açık açılı glokom (PAAG) (grup 1, 24 kulak) ve 22 psödoeksfolyatif glokom (PEG) (grup 2, 22 kulak) hastası dahil edildi. Yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 21 sağlıklı birey (grup 3, 21 kulak) karşılaştırma için ayrıca dahil edildi. Görme keskinliği ve göz içi basıncı ölçümlerinin yanı sıra ön ve arka segment biyomikroskopisini içeren kapsamlı bir oftalmolojik muayenenin ardından, sensörinöral işitme fonksiyonlarını belirlemek amacıyla tüm katılımcılara odyometri yapıldı.

Bulgular: Grup 1, 2 ve 3'ün ortalama yaşları sırasıyla 64,50±7, 66,90±4,51 ve 64,38±4,36 yıl idi. Standart otomatik perimetride ortalama sapma grup 1'de -14.47±2.89 ve grup 2'de -15.02±2.87 idi (p=0.306). Grup 1'de 500 (p=0.011) ve 1000 Hz (p=0.003) desibel seviyeleri grup 3'e göre anlamlı derecede yüksekti. Grup 3 ile karşılaştırıldığında, Grup 2'nin desibel seviyeleri (Hz olarak) 250 (p=0,009), 500 (p=0,009), 1000 (p=0,001), 2000 (p=0,005), 4000 (p=0,001) 8000 (p=0.010) ve 10000 (p=0.009) anlamlı derecede daha yüksekti.

Sonuçlar: Hem glokom hem de işitme kaybı, yaşlıların refahını etkileyen yaygın kronik hastalıklardır. Kronik glokom hastalarında olası işitme sorunları, yaşlılarda rutin oküler ve otolarengolojik muayenelerin zamanında yapılması tanı ve tedavi için önemlidir.
Objective: To assess sensorineural hearing functions in chronic glaucoma patients and compare the results to healthy individuals.

Materials and Methods: This cross-sectional study included 24 primary open-angle glaucoma (POAG) (group 1, 24 ears) and 22 pseudoexfoliative glaucoma (PEG) (group 2, 22 ears) patients who were followed for ≥5 years at Afyonkarahisar Health Sciences University Ophthalmology Department, as well as 21 age- and gender-matched healthy individuals (group 3, 21 ears). Following a thorough ophthalmological examination that included visual acuity and intraocular pressure measurements, as well as anterior and posterior slit-lamp biomicroscopy, audiometry was performed in all participants to determine sensorineural hearing functions.

Results: Mean ages in groups 1, 2, and 3 were 64.50±7, 66.90±4.51, and 64.38±4.36 years, respectively. The mean deviation in Standard automated perimetry was -14.47±2.89 in group 1 and -15.02±2.87 in group 2 (p=0.306). The decibel levels of 500 (p=0.011) and 1000 Hz (p=0.003) in group 1 were significantly higher than in group 3. Group 2 had significantly higher decibel levels (in Hz) of 250 (p=0.009), 500 (p=0.009), 1000 (p=0.001), 2000 (p=0.005), 4000 (p=0.001), 8000 (p=0.010), and 10000 (p=0.009) than group 3.

Conclusions: Both glaucoma and hearing loss are common chronic diseases that have an impact on the elderly's well-being. Potential hearing problems in chronic glaucoma patients make routine ocular and otolaryngology examinations in the elderly critical for prompt diagnosis and treatment.
Makale Özeti

7.
Körlüğün biyolojik ritimler üzerine etkisi ve sirkadiyen ritim bozukluğunun sonuçları
The effect of blindness on biological rhytms and the consequences of circadian rhytm disorder
Yavuz Selim Atan, Merve Subaşı, Pınar Güzel Ozdemir, Muhammed Batur
Sayfalar 111 - 119
Uyku uyanıklık siklusu, dikkat, vücut ısısı, bazı hormonların salınımı gibi çeşitli fizyolojik sistemler ve davranışlar sirkadiyen sistem adı verilen 24 saatlik bir döngüyle yönetilmektedir. Sirkadiyen ritmin düzenlenmesinde birçok dış uyarıcı olmakla birlikte en güçlü çevresel uyarıcı ışık-karanlık siklusudur. Körlüğü olan bireylerde ışık uyarısının alınamamasına bağlı olarak sirkadiyen sistemde bozulmalar meydana gelir. Bu sirkadiyen desenkronizasyona bağlı meydana gelen 24 saat olmayan uyku uyanıklık bozukluğunda uyku-uyanıklık bozukluklarına ek olarak duygudurum bozuklukları, sirkadiyen hormon düzenin bozulmasına bağlı iştah ve sindirim problemleri meydana gelir. Klinik pratikte yeterince tanınmaması nedeniyle tanı alması sıklıkla geciken bu bozuklukta kişiler, sosyal ve akademik yaşamlarında çeşitli düzeylerde aksamalarla mücadele etmek zorunda kalır. Körlüğü olan çoğu birey sirkadiyen bozulmanın kendilerini körlükten daha çok etkilediğini bildirmiştir. Yirmi dört saat olmayan uyku uyanıklık bozukluğunun tedavisinde davranışçı yöntemlere ek olarak başlıca melatonin ve melatonin agonisti tasimelteon kullanılmaktadır. Kör bireylerde uyku düzeni, melatonin ve analoglarının kullanımı veya rezidüel görme varsa fototerapi ile daha normal hale getirilebildiğinden, bozuklukların tanınması aynı zamanda tedavi ile de ilgilidir. Bu nedenle oftalmologlar tarafından akılda tutulması gereken önemli bir konu da körlük yakınması ile başvuran bireylerde uyku sorunlarının da araştırılması ve buna yönelik tedavinin planlanmasıdır.
Various physiological systems and behaviors such as the sleep-wake cycle, vigilance, body temperature and the secretion of certain hormones are dominated by a 24-hour cycle called the circadian system. As well as there are many external stimuli in the regulation of circadian rhythm, the most powerful enviromental stimulus is the daily ligh-dark cycle. Most of the blind individuals with no light perception has periodical circadian desynchrony. Affected patients who has non-24 sleep wake rhytm disorder experience sleep-wake disorders, mood disorders, loss of appetite and gastrointestinal disturbance. Because of the diagnosis is often delayed due to insufficient recognition in clinical practice, patients have to challenge with daytime, social and academic dysfunction. Most of the blind individuals report that non-24 sleep wake rhytm disorder is affected them more than blindness. In the treatment of totally blind patiens suffering from non-24 sleep wake rhytm disorder, the first line management is behavioral approach. Drug therapy includes melatonin and tasimelteon as a melatonin agonist. Diagnosis of blind individuals’ sleep disorders is also relevant to treatment just because it could be improved by the use of melatonin and its analogues, or by phototherapy if residual vision is present. For this reason, an important issue that should be kept in mind by ophthalmologists is looking into sleep problems in individuals who apply with the complaint of blindness.
Makale Özeti

8.
COVID-19’da Akut Makuler Nöroretinopati ve Parasantral Akut Middle Makulopati Birlikteliği
Coincident Acute Macular Neuroretinopathy and Paracentral Acute Middle Maculopathy in COVID-19
Aslıhan Yılmaz Çebi, Oğuzhan Kılıçarslan, Didar Uçar
Sayfalar 120 - 123
29 yaşında kadın hasta görme alanı kaybı şikayetiyle kliniğimize danışıldı. Hasta bir gün önce acil service öksürük ve yüksek ateş ile başvurmuştu. Toraks bilgisayarlı tomografide pnömoni saptanmış ve SARS-CoV-2 PCR testi iki kez pozitif gelmişti. Hasta on bir yıl önce glomerülonefrit nedeniyle böbrek nakli olmuştu. En iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK) sağ gözde 20/40, sol gözde 20/30’du. Fluoresein anjiyografi makulada hipoperfüzyon, optik koherens tomografi (OKT) ise iç nükleer, dış pleksiform, dış nükleer tabakalarda hiperreflektivite ve ellipsoid zonda devamlılık kaybı gösterdi. Perimetri bilateral skotomaları doğruladı. D-Dimer ve fibrinojen düzeyleri sırasıyla 0.86 g/ml ve 435.6 g/ml idi. Hasta akut makuler nöroretinopati ve parasantral akut middle makulopati tanısı konularak bir ay süreyle düşük molekül ağırlıklı heparin ile tedavi edildi. EİDGK her iki gözde 20/20’ye yükseldi, retinal bulguları OKT’deki hiperreflektivite ve ellipsoid zon kaybı ve perimetrideki skotomlar geriledi. Enflamasyon, trombozis ve glial tutulum COVID-19’da görülen retinal mikrovasküler bozulmada rol oynayabilir.
29-year-old female complaining of visual field defects was consulted to our clinic. Patient applied to emergency service with cough and high fever one day ago. She had pneumonia in thorax computed tomography scan and SARS-CoV-2 PCR test came positive twice. Patient had renal transplantation eleven years ago due to glomerulonephritis. Best-corrected visual acuity (BCVA) 20/40 in the right eye, 20/30 in the left eye. Fluorescein angiography showed macular hypoperfusion, and optic coherence tomography (OCT) showed hyperreflectivity at inner nuclear, outer plexiform, outer nuclear layers, and discontinuation of ellipsoid zone. Perimetry confirmed bilateral central scotoma. Levels of D-dimer and fibrinogen were 0.86 g/ml and 435.6 g/ml, respectively. Patient was diagnosed as concurrent acute macular neuroretinopathy and paracentral acute middle maculopathy, and given low molecular weight heparin treatment for one month. BCVA improved to 20/20 in both eyes, retinal findings, hyperreflectivity and ellipsoid zone disruption in OCT, and scotoma in perimetry regressed. Inflammation, thrombosis, and glial involvement may play a role in the pathogenesis of retinal microvascular impairment in COVID-19.
Makale Özeti

9.
COVID-19 Sonrası Retina Arter Oklüzyonunda Farklı Vakalar, Farklı Belirtiler: Vaka Serisi
Different Cases, Different Manifestations in Post-COVID-19 Retinal Artery Occlusion: A Case Series
Özgür Yalçınbayır, Gamze Ucan Gunduz, Funda Coskun, Bahattin Hakyemez, Selim Doğanay
Sayfalar 124 - 129
COVID-19, klinik olarak trombotik komplikasyon riskini artıran prokoagülan bir hastalıktır. Bu makalede COVID-19 tanısını takiben ortaya çıkan farklı retinal arter tıkanıklığı tiplerinden oluşan 3 vaka sunulmaktadır. İlk vaka, bir gözde görme kaybı ile sonuçlanan bir santral retinal arter tıkanıklığı (SRAO) vakasıdır. İkinci olguda görmeyi etkilemeyen inflamatuar periferik retinal arter oklüzyonu, vaskülit ve üveit tablosu bulunmaktadır. Üçüncü olgu, orbital selülitin orbital apeks sendromuna ilerlemesini izleyen SRAO ile başvurmuştur. İlginç bir şekilde, SRAO bu vakada birkaç gün içinde internal karotid arter oklüzyonuna ilerlemiş ve monoküler görme kaybı ile sonuçlanmıştır.
Altta yatan patofizyolojideki varyasyonlar ve COVID-19 vakalarında bireysel immün yanıtların özellikleri, klinik belirtilerdeki farklılıkları belirleyen faktörler olabilir. Bu makale, COVID-19 ile ilişkili retinal arter tıkanıklıklarının farklı sunumlarını tanımlamayı ve olası patofizyolojik yönleri tartışmayı amaçlamaktadır.
COVID-19 is a procoagulant disease that increases the risk of clinically evident thrombotic complications. Herein we present 3 cases with different retinal artery occlusions that have emerged soon after the diagnosis of COVID-19. The first case was a case of central retinal artery occlusion (CRAO) which ended up with visual loss in one eye. The second case had inflammatory peripheral retinal artery occlusion, vasculitis and uveitis which did not affect vision. The third case presented with CRAO which followed the progression of orbital cellulitis to orbital apex syndrome. Interestingly, CRAO progressed to internal carotid artery occlusion in this case within days and resulted in monocular visual loss.
Variations in the underlying pathophysiology and characteristics of individual immune responses in cases with COVID-19 may be factors that determine differences in clinical manifestations. This article aims to describe different presentations of COVID-19 related retinal artery occlusions and discuss possible pathophysiological aspects.
Makale Özeti

10.
Makula Deliği Tamirinde Temporal Inverted Flep Cerrahisi Sonrası Flep İlişkili Komplikasyonlar
Flap Related Complications Following Temporal Inverted Internal Limiting Membrane Flap for Macular Hole Repair
Gökçen Deniz Gülpınar İkiz, ECE OZDEMIR ZEYDANLI, Şengül Özdek
Sayfalar 130 - 135
Amaç: Makula deliği tamirinde vitrektomi ve temoral inverted flep cerrahisi sonrası flep ilişkili komplikasyon görülen üç vakanın değerlendirilmesi.
Bulgular: Birinci olguda, ‘flep kapanması paterni’ sonrası, maküla deliğinde gecikmiş spontan kapanma (postoperative 2. Ay) görülmüştür. İkinci olguda maküla deliğinde erken postoperative kapanma sonrası takiplerde flep kontraktürü ve nazalde epiretinal membran (ERM) oluşumu tespit edilmiştir. Üçüncü olguda erken postoperatif flep dislokasyonu saptanarak, flep repozisyonu için ikinci bir cerrahi uygulanmıştır.
Sonuç: Geniş makula deliklerinde inverted flep cerrahisi sonrası iyileşme sürecinin bir parçası olarak ‘flep kapanması paterni’ görülebilmekte, deliğin geç kapanması ile sonuçlanabilmektedir. ILM flebinin kontraktürü ve ERM oluşumu uzun dönemde zararsız bir komplikasyon olarak ortaya çıkabilmektedir. Postoperatif flep dislokasyonu, beklenmedik erken dönem bir komplikasyon olup, repozisyon cerrahisi gerektirebilmektedir.
Purpose: To report three cases of flap-related consequences following temporal inverted internal limiting membrane (ILM) flap technique for the repair of macular holes (MH).
Results: The first case showed a flap closure pattern in which MH completely closed at 2 months spontaneously. The second case showed an early anatomical and functional improvement provided by an immediate closure of the MH but developed flap contracture and nasally located epiretinal membrane at postoperative 18 months. There was no functional deterioration, thus, no further intervention was required. The third case resulted in failed MH closure due to dislocation of the flap. An additional surgery for the reposition of the flap was needed.
Conclusions: Flap closure pattern, observed with inverted ILM techniques, may represent the ongoing healing process of large MHs and may be related to delayed but spontaneous anatomical closure. Contracture of an ILM flap along with an epiretinal membrane formation, may be a harmless long-term complication. Immediate dislocation of the ILM flap is an unexpected early postoperative complication, necessitating a second surgery for reposition of the flap.
Makale Özeti