Volume: 38  Issue: 3 - 2022
Hide Abstracts | << Back
REVIEW
1.An Overview of Anesthetic Agents Used in Anesthesia Practices Today
Munire Canan Cicek, Rasim Onur Karaoğlu, Mehmet Nuri Yakar, Namigar Turgut
Pages 154 - 160
The process, which started with the discovery of the anesthetic properties of diethyl ether by William Morton in 1846, as the beginning of anesthesia and inhalation anesthesia in the medical world, continued to develop with the discovery of many anesthetic agents. Sevoflurane and desflurane were developed towards the end of the 1960s. They are among the most preferred inhalation anesthetics today. Intravenous (i.v.) anesthetics also continue to evolve with the advancement of pharmacology. New agents will allow us to leave the traditional understanding of anesthesia in the background and allow us to respond more appropriately to the increasing elderly population and increasing population with minimal effects on recovery time and cardiovascular side effects.
Abstract

RESEARCH ARTICLE
2.Early and Mid-term Results Following Surgery of Elbow Fractures with the Terrible Triad
Ersin Tasatan, Bulent Karslioglu, Ali Çağrı Tekin, Esra Tekin, Hakan Gurbuz
Pages 161 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızın amacı dirsek etrafı kırıklı çıkığı gelişmiş terrible triad tanısı alan hastalarda internal fiksatör ile kombine ettiğimiz eksternal fiksatör tedavisi uygulanan hastalarımızdaki erken ve orta dönem sonuçları değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haziran 2009 ve Temmuz 2015 tarihleri arasında terrible triad tanısı ile cerrahi uygulanan hastalar çalışmaya dahil edildi. Toplam 14 hastaya bu amaçla eksternal fiksatör tedavisine ek olarak internal fiksasyon ve bağ tamiri ameliyatları yapıldı
BULGULAR: Ortalama takip süresi 27 ay(22-38 ay arası). Mayo Dirsek Performans skoruna göre 10 hasta mükemmel, 2 hasta iyi ve 2 hasta kötü olarak değerlendirildi. Fleksiyon hareket açıklığı ortalama 118 derece(115-122 derece arası), ekstansiyon hareket açıklığı 26 derece (ortalama 20-32 derece) idi. 15 derece (10-20 derece ortalama) fleksiyon kontraktürü ve 7,5 derece (5-10 derece ortalama ) ekstansiyon kontraktürü mevcut idi. Radyografik olarak tüm hastalarda kemik iyileşmesi izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Terrible triad tanısı almış dirsek etrafı kırık çıkık vakalarında internal fiksasyon ve bağ tamiri ile birlikte uygulanacak olan eksternal fiksatör tedavisi erken ve orta dönemde dirsek hareket açıklığının sağlanmasında yüz güldürücü sonuçlar vermektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the mid-term results of patients with dislocated fractures around the elbow with the terrible triad who were treated with elbow external fixator together with internal fixation and ligament repair.
METHODS: The study included patients who underwent surgery for a diagnosis of terrible triad between January 2009 and January 2015. A total of 14 patients were diagnosed with terrible triad and were operated with an elbow external fixator additional to internal fixation and ligament repair.
RESULTS: The mean follow-up period was 27 months (range, 22-38 months). According to the Mayo Elbow Performance Score, 10 patients were evaluated as excellent, 2 as good and 2 as poor. The flexion ROM were mean 118° (range, 115°-122°), and extension ROM was mean 26° (range, 20°-32°). Flexion contracture was determined of mean 15° (range, 10°-20°) and extension contracture of mean 7.5° (range, 5°-10°). Full bone union was observed radiographically in all the patients
DISCUSSION AND CONCLUSION: In fractures around the elbow diagnosed with terrible triad, the combination of internal fixation with elbow external fixator provided the possibility of starting elbow joint movements in the early period and the mid-term results obtained were pleasing.
Abstract

3.Long-term (4years) Refractive Outcomes of Eyecryl Phakic Intraocular Lens Implantation in Myopia
Atilla Hacıbekiroğlu, Bulent Kose, Alper Agca
Pages 166 - 170
GİRİŞ ve AMAÇ: Miyopi tedavisinde Eyecryl fakik göz içi lensi implantasyonunun uzun dönem sonuçlarını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eyecryl fakik göz içi lens implantasyonu yapılan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Dört yıl takip süresi olan hastalar çaışma kapsamına alındı. Refraktif sonuçlar endotel hücre yoğunluğu, lens yüksekliği ve komplikasyonlar çalışma kapsamında değerlendirildi.

BULGULAR: Preoperative and postoperative spherical equivalent of manifest refraction were -12,98±3,05 and -0,72±0,86 D, respectively.
Manifest refraksiyonun ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası sferik eşdeğerleri sırasıyla -12,98±3,05 ve -0,72±0,86 D idi.
Ameliyat öncesidüzeltilmiş görme keskinliği 0,26±0,15 idi. Ameliyat sonrası 4. yılda düzeltilmemiş ve düzeltilmiş görmek keskinlikleri 0,27±0,21 ve 0,10±0,10 olarak bulundu. Ortalama lens yüksekliği 1. ayda 570±155µ idi ve 4. yılda 500±133µ' a düşmüştü. Endotel hücresi yoğunluğundaki kayıp 2. senede %3,9 idi. İkinci ve 4. yıllar arasında istatistiksel olarak anlamlı entotel hücresi yoğunluğu kaybı görülmedi. (p>0.05). Hiçbir hastada görme keskinliğini düşürecek katarakt gelişimi saptanmadı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Miyopi tedavisinde Eyecryl fakik göz içi lensi uzun dönemde etkili ve güvenli bulundu.
INTRODUCTION: To evaluate the long term (4 years) outcomes of Eyecryl phakic intraocular lens implantation in myopia
METHODS: Medical records of patients, who had implantation of Eyecryl phakic intraocular lens implantation were retrospectively reviewed. Patients with a follow up period of 4 years were included in the study. Refractive results, endothelial cell density, vault and complications were evaluated.
RESULTS: Preoperative and postoperative spherical equivalent of manifest refraction were -12,98±3,05 and -0,72±0,86 D, respectively. The efficacy index was 1,05±0,45 and safety index was 1,51±0,53. Preoperative corrected distance visual acuity was 0,26±0,15. Postoperative uncorrected and corrected distance visual acuity were 0,27±0,21 and 0,10±0,10 respectively at the last visit (4 years). The mean vault was 570±155µ at the first month and decreased to 500±133µ at the 4th year.Endothelial cell loss was 3,9 % in the first 2 years. No significance difference was seen between 2nd and 4 years(p˃0,005). No significant cataract formation was seen.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Eyecryl phakic intraocular lens implantation for the correction of myopia may be a safe and effective surgical procedure.
Abstract

4.The relationship between fear of COVID-19, fear of death and anxiety in the accompanists of patients diagnosed with COVID-19
Ülkem Angın, Elif Karaahmet
Pages 171 - 177
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 salgını Aralık 2019'da Çin'de ortaya çıktı ve Türkiye de dahil olmak üzere tüm dünyaya yayıldı. Salgın sırasında, ölümle sonuçlanabilecek enfeksiyon korkusu ve uygulanan eylem planlarının insanların ruh sağlığı üzerinde olumsuz etkileri oldu. Bu çalışmanın amacı COVID-19 korkusu, kaygı ve ölüm korkusu arasındaki ilişkiyi yatan hasta refakatçilerinde değerlendirmektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya COVID-19 tanısı ile yatan hastaların 56 refakatçisi alınmıştır. Çalışmada, COVID-19 Korku Ölçeği, Templer Ölüm Kaygısı Ölçeği ve Hamilton Anksiyete Derecelendirme Ölçeği veri toplama aracı olarak kullanılmıştır. Verileri analiz etmek için IBM 21.0 yazılımı kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 56 kişi 18-75 yaş ları arasındaydı (ortalama yaş 41.07). Çalışma sonucunda anksiyetenin varlığı COVID-19 korkusunu 6,5 birim artırdığı, ölüm korkusunun ise COVID-19 korkusunu 5,2 birim artırdığı ve her iki korkunun olmasının COVID-19 korkusunu 11,7 birim artırdığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 tanısı konan kişilerin akrabaları, sevdiklerini kaybetme korkusu ve diğer insanlara göre hastalığa yakalanma riskinin daha yüksek olması nedeniyle salgının olumsuz psikolojik etkilerine karşı daha savunmasız hale gelir. COVID-19 hastalarının aileleri de ruh sağlığı programları hazırlanırken değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: The COVID-19 outbreak emerged in China in December 2019 and has spread throughout the world, including Turkey. During the pandemic, both the fear of infection that could result in death and the action plans implemented had negative effects on the mental health of the people. The aim of this study is to evaluate the relationship between the fear of COVID-19, anxiety, and fear of death in the accompanists of patients diagnosed with COVID-19 who are receiving treatment in inpatient clinics.



METHODS: 56 accompanists of hospitalized patients with a diagnosis of COVID-19 were included in the study. The Fear of COVID-19 Scale, the Templer Death Anxiety Scale ve the Hamilton Anxiety Rating Scale were used as data collection tools in the study. IBM 21.0 software was used to analyze the data.
RESULTS: 56 people included in the study were between the ages of 18-75 (mean age 41.07). As a result of the study, it was found that the presence of anxiety increases the fear of COVID-19 by 6.5 units, the presence of fear of death increases the fear of COVID-19 by 5.2 units and the presence of both fears increases the fear of COVID-19 by 11.7 units.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Relatives of people diagnosed with COVID-19 become more vulnerable to the negative psychological effects of the pandemic due to the fear of losing their loved ones and having a higher risk of getting the disease than other people. The families of COVID-19 patients should also be evaluated when preparing mental health programs.
Abstract

5.Single-Port Endoscopic Thoracic Sympathectomy in Cases of Primary Hyperhidrosis: Our Single-Center Experience
Ahmet Acıpayam, Muhammet Sayan, Mahmut Tokur
Pages 178 - 182
GİRİŞ ve AMAÇ: Vücudun belirli kısımlarında veya vücut genelinde oluşabilen patolojik aşırı terlemeye hiperhidrozis (HH) adı verilir. Farklı medikal ve cerrahi seçenekler bulunmakla birlikte birçok hastada uygulanan medikal tedavi geçici rahatlık sağlamaktadır. Gelişen cerrahi tekniklerle birlikte en çokuygulanan cerrahi tedavi şekli endoskopik torakal sempatektomidir (ETS). Bu çalışmada kliniğimizde gerçekleştirdiğimiz tek port ile endoskopik torakal sempatektomi operasyonlarının sonuçlarını literatür eşliğinde irdelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 15.03.2011 ile 30.10.2020 tarihleri arasında palmar ve/veya aksiler hiperhidrozis nedeniyle 23 hastaya tek port ETS operasyonu uygulanmıştır. Hastaların demografik verileri, şikayetleri, komplikasyonları, tedavi sonuçları ve tedavi sonrası memnuniyetleri değerlendirildi.
BULGULAR: 23 hastanın 13'ü erkek 10'u kadın olup yaş ortalaması 25 idi. 10 hasta palmar HH, 2 hasta aksiller HH, 11 hasta ise aksiler ve palmar HH nedeniyle opere edildi. 23 hastanın 1’i dışında tümüne aynı seansta çift taraflı tek port endoskopik torakal sempatektomi yapılarak toplam 45 torakal sempatektomi operasyonu gerçekleştirildi. Ortalama operasyon süresi 28 dakika, hastanede yatıs süresi 1.1 (0-8) gün idi. Takiplerde 2 hastada kompansatuar terleme, 1 hastada rebound terleme saptandı. Takiplerde hastaların % 91’inde (21 hasta) operasyonu oldukları için memnuniyet saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hiperhidrozisin tedavisinde endoskopik olarak gerçekleştirilen tek port torakal sempatektomi etkili sonuçları, yüksek hasta memnuniyeti ve erken taburculuk süresi ile güvenilir ve uygulabilir bir teknik olarak görünmektedir. Bu tekniğin en önemli avantajları olarak hastanın normal hayatına erken dönmesi, daha az ağrı hissetmesi ve sosyal hayattaki pozitif geri dönüş olduğuna inanıyoruz.
INTRODUCTION: Pathological excessive sweating that can occur in specific parts ofor else throughout the body is known as hyperhidrosis. Although there are different medical and surgical options, medical treatment applied to many patients provides temporary relief. With advances in surgical techniques, the most commonly used surgical treatment method is endoscopic thoracic sympathectomy (ETS). In this study, we aimed to examine the results of ETS operations performed in our clinic in the light of the current literature.
METHODS: Single-port ETS operations were performed on 23 patients due to palmar and / or axillary hyperhidrosis between 15.03.2011 and 30.10.2020. Patients’ demographic data, complaints, complications, therapeutic results, and post-treatment satisfaction were evaluated.
RESULTS: Thirteen of the 23 patients were male and 10 were female, with anaverage age of 25. Ten patients were operated for palmar hyperhidrosis, twofor axillary hyperhidrosis, and 11 for axillary and palmar hyperhidrosis. Forty-five thoracic sympathectomy operations were performed with bilateral single port ETS in the same session in all but one of the 23 patients. Mean operative time was 28 minutes, and hospitalization time was 1.1 (0-8) days. Two patients exhibited compensatory sweating during follow-up, and one patient had rebound sweating.At follow-up, 91% of patients (21) were satisfied with theiroperations.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endoscopically-assistedsingle-port thoracic sympathectomy appears to be a reliable and practicable technique in the treatment of hyperhidrosis, with effective results, high patient satisfaction, and early discharge time.We believe that the most important advantages of this technique are an early return to normal life, less pain, and a positive return in social life.
Abstract

6.Evaluation of Compliance to Diabetes Treatment, Care Standarts in Diabetes Treatment and Follow-up and Awareness of Patients
Orçun Yaşmut, Mine Adaş
Pages 183 - 188
GİRİŞ ve AMAÇ: Giriş: Diyabet insülin hormonunun eksikliği veya etkisizliği sonucu oluşan, ömür boyu süren bir hastalıktır. Diyabet tedavisinde amaç kan şeker regülasyonunu sağlayarak hem kişinin yaşam kalitesini yüksek tutmak hem de uzun dönem komplikasyonların gelişimini önlemektir.
Amaç: Bu çalışmada, diyabet regülasyonunu ve hastalığın sonucunda oluşabilecek komplikasyonların gelişmesine sebep olan sosyo-demografik özellikler incelendi. Bu komplikasyonları ve hastaların kendi farkındalık durumlarını ve diğer kan şeker regülasyonuna etki eden faktörleri ölçerek diyabet hastalarının regülasyon durumu ile komplikasyon ve farkındalık durumlarını karşılaştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi xx Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji, Diyabet ve İç Hastalıkları Polikliniklerine başvuran toplam 216 diyabet tanılı 18 yaşından büyük hastaya anket formu uygulandı. Sosyo-demografik veriler, farkındalık seviyeleri, hastalık regülasyonu ile ilişkili değerler ve etki eden faktörler ve komplikasyonlar ile ilgili verileri analiz edildi.
BULGULAR: Hastaların %58.7’si kadın, %41.3’ü erkekti. %70.8 hastanın 50 yaş üzerinde olduğu saptandı. Hastaların %26.3 ü herhangi bir okul mezunu değildi ve %49’u ilkokul mezunuydu. Hastaların %48.6’sı 2000 TL ve altında gelir düzeyine sahipti. HbA1C hedefte olan hasta oranı %30.5 olarak saptandı. İnsülin kullanan hasta oranı %54.6 olarak bulundu. Çalışmamızda retinopati olan grubun HbA1C ortalamaları olmayanlara göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur ancak nefropati olan ve olmayan hastalarla HbA1C düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Hedefte olmayan HbA1C grubunun farkındalık puan ortalamaları hedefte olanlara göre anlamlı olarak düşük bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyabet regülasyonunu etkileyen faktörlerin belirlenmesi, komplikasyonların varlığı ve farkındalık düzeyleri diyabet takip ve tedavisinde önemli rol oynamaktadır.
INTRODUCTION: Introduction: Diabetes is a lifelong disease caused by deficiency or ineffectiveness of insulin hormone. The aim of diabetes treatment is to keep blood sugar regulated thus improving quality of life and to prevent the development of long-term complications.
Objective: In this study, the sociodemographic characteristics that cause diabetes regulation and the complications that may occur as a result of the disease are examined. We aimed to compare the regulation of diabetes and complications and awareness by determining the complications, awareness of patients and the other factors that affect the regulation of diabetes.
METHODS: A questionnaire form was applied to 216 diabetic patients older than 18 years old who applied to Endocrinology, Diabetes and Internal Medicine outpatient clinics of xx Education and Research Hospital. Data on sociodemographic information, awareness levels, the values and factors effecting the disease regulation and complications were analyzed.
RESULTS: 58.7% of the patients were female and 41.3% were male. 70.8% of the patients were over 50 years old. 26.3% of the patients didn’t have any graduation and 49% were primary school graduates. 48.6% of the patients had income level of 2000TL and below. The rate of patients with HbA1C targeted was 30.5%. The rate of patients using insulin was 54.6%. In our study, the mean HbA1C of the retinopathy group was found to be significantly higher than that of the non-retinopathy patients, but there was no significant difference between HbA1C levels and nephropathy. The awareness points of the HbA1C group, which were not in the target, were significantly lower than the ones in the target group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Determining the factors affecting diabetes regulation, presence of complications and awareness levels play an important role in the follow-up and treatment of diabetes.
Abstract

7.Comparison of the efficacy of endoscopic and microscopic type 1 tympanoplasty
Semih Usaklioglu, Onur Ustun, Gokhan Gurbuz, Yagmur Barcan
Pages 189 - 193
GİRİŞ ve AMAÇ: Endoskopik ve mikroskobik timpanoplasti yapılan hastaların greft başarı oranlarını ve işitme kazançlarını karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2014-2019 yılları arasında endoskopik timpanoplasti yapılan 45 hasta ve mikroskobik timpanoplasti yapılan 45 hasta olmak üzere toplam 90 hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, opere oldukları taraf, perforasyon lokalizasyonu, kullanılan greft materyali, greftin yerleştirme şekli, preoperatif ve postoperatif odyolojik bulguları ile greft başarıları iki grupta karşılaştırıldı.
BULGULAR: İki grup arasında yaş, cinsiyet, opere oldukları taraf, perforasyon lokalizasyonu, greftin yerleştirilme şekli açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Kullanılan greft materyali açısından iki grup arasında farklılık mevcuttu. Her iki grupta da operasyon öncesi ve sonrası yapılan odyolojik değerlendirmede ortalama işitme kazancının istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptandı (p<0,001). Ortalama işitme kazancı her iki grup arasında karşılaştırıldığında, iki grup arasında anlamlı bir fark olmadığı saptandı (p=0,222). Greft başarı oranları iki grup arasında karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p=0,748).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endoskopik timpanoplasti ve mikroskobik timpanoplasti operasyonları arasında greft başarı oranı ve işitme kazancı açısından bir fark görülmemektedir. Her iki yöntem de kronik otitis media cerrahisinde kullanılması etkili ve güvenli yöntemlerdir.
INTRODUCTION: To compare the graft success rates and hearing gains of patients who underwent endoscopic and microscopic tympanoplasty.
METHODS: A total of 90 patients, 45 patients who underwent endoscopic tympanoplasty and 45 patients who underwent microscopic tympanoplasty between 2014-2019, were included in the study. Patients’ age, gender, operation side, perforation location, graft material type, graft placement type, preoperative and postoperative audiological findings and graft success were compared in two groups.
RESULTS: There was no significant difference between the two groups in terms of age, gender, operation side, perforation location and the way the graft was placed (p> 0.05). There was a difference between the two groups in terms of the graft material used. The mean hearing gain was found statistically significant in the audiological evaluations performed before and after the operation in both groups (p <0.001), but there was no difference between the groups (p= 0.222). When the graft success rates were compared between the two groups, no statistically significant difference was found (p = 0.748).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is no difference between endoscopic tympanoplasty and microscopic tympanoplasty operations in terms of graft success rates and hearing gain. Both methods are effective and safe methods to use in chronic otitis media surgery.
Abstract

8.The relationship between first trimester pregnancy loss and maternal serum 25-hydroxyvitamin d level. a case-control study
BUSE KURTDERELİ, Orhan SAHIN, veli Mihmanlı
Pages 194 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Üreme sistemi organlarında ve plasentada 25-Hidroksivitamin D (25(OH)D) reseptör ekspresyonunun keşfinden sonra, gebelik komplikasyonları ile 25(OH)D arasındaki ilişkiyi araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bu çalışmada erken gebelik kayıplarında serum 25(OH)D düzeylerini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nisan 2019 and Ocak 2020 tarihleri arasında XX Şehir Hastanesi İstanbul-Türkiye, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde Vücut kitle indeksleri (VKİ) >25 ve <30 olan, 20-30 yaş aralığında 102 hasta (40 hasta: düşük; 62 hasta: gebeliği sağlıklık devam eden) çalışmaya dahil edildi. İlk 10 hafta içinde düşük yapanlar (çalışma grubu) ve ilk 10 hafta içinde tanı alan ve 10. haftadan sonra canlı gebelik olarak gebeliklerine devam edenler (kontrol grubu ) olarak iki grup çalışmaya alındı. ART (yapay üreme teknolojisi) ile gebe kalınan olgular, tekrarlayan gebelik kayıpları öyküsü olan olgular, kronik hastalığı olan olgular ve istemli küretaj olan olgular çalışma dışı bırakıldı. Düşük tanısı, kardiyak aktivite olmaksızın baş-popo uzunluğu (CRL) 7 mm veya daha fazla olan bir gebeliğin veya kılavuzlara göre ortalama gebelik kesesi çapının 25 mm veya daha büyük olan boş gebelik kesesinin doğrulanması olarak tanımlandı.25(OH)D düzeyleri için cut off değeri,ROC eğrisi analizi ile belirlendi. p<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Erken gebelik kaybı grubunda maternal serum 25(OH)D seviyelerinde anlamlı bir düşüklük tespit edildi.[Vaka grubunda; ortalama: 8.61 mcg/L (21.4 nmol/L) ve kontrol grupta;ortalama: 16.61 mcg/L (41.43 nmol/L); P = 0.001, Student t test.].Erken gebelik kaybı olan kadınların 25(OH)D düzeyleri için 12,5 mcg/L olarak belirlendi. Bu 12.5 mcg/L eşik değeri için duyarlılık ve özgüllük sırasıyla %95 ve %74.19 olup, pozitif prediktif değeri %70.37 ve negatif prediktif değeri %95.83 idi. Eğri altında kalan alan (AUC) %90,1 olarak hesaplanmıştır. D vitamini düzeyleri için 12,5 g/L'lik bu cut off değerinde iki grup arasında gözlenen fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız 25(OH)D eksikliğinin erken gebelik kaybında rolü olabileceğini göstermektedir. 25(OH)D erken gebelik kaybını öngörmede ve önlemede yararlı bir belirteç olabilir.
INTRODUCTION: Following the discovery of 25-Hydroxyvitamin D (25(OH)D) receptor expression in reproductive system organs and placenta, many studies exploring the relationship between pregnancy complications and 25(OH)D are being performed. In this study, we aimed to examine serum 25(OH)D levels in early pregnancy losses.
METHODS: Patients who were in 20-30 years old age range whose BMI >25 and <30, between April 2019 and January 2020 included in the study at Department of Obstetrics and Gynecology of XX City Hospital in Istanbul/Turkey. Those who had miscarriage within the first 10 weeks (as a study group) and those who were diagnosed within the first 10 weeks and continued their pregnancies as live pregnancies after the 10th week (as a control group) were included in the study as two groups. Cases where the pregnancy was conceived through ART (artificial reproductive technology), cases with a history of recurrent pregnancy losses, cases with chronic diseases and cases treated for imminent abortion were excluded. First prenatal visit 25(OH)D levels were extracted from the hospital medical records retrospectively.
RESULTS: A statistically significant difference was observed between the 25(OH)D levels in women with an early pregnancy loss and 25(OH)D levels in women with an ongoing healthy pregnancy (p<0.01). The mean 25(OH)D level was found to be 8.61 ng/mL in the spontaneous pragnancy loss group; whereas, the mean level was found to be 16.61 ng/mL in the control group. As of this significance, a cutoff value for 25(OH)D levels was calculated using ROC analysis (sensitivity 94 %, specificity 74 %). Additionally, among other factors, older paternal age and vaginitis were also correlated with early pregnancy loss.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results show that 25(OH)D deficiency may have a role in early pregnancy loss. 25(OH)D may be a useful marker in predicting and preventing early pregnancy loss.
Abstract

9.The Effect of Covid-19 Pandemic on Breast Cancer Management
Semra Gunay, Ali Murat Pussane, Binnur Yılmaz, Pınar Özay Nayır, Muhammed Mustafa Atcı, Arzu Akan
Pages 201 - 206
GİRİŞ ve AMAÇ: Covid 19 salgını tüm dünyada meme kanseri yönetiminde önemli güçlüklere neden oldu, biz de bu zorlu durumun meme kanseri tanı ve tedavisine etkisini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Mart 2019 ile Nisan 2021 arasındaki 26 aylık süre salgının ülkemizdeki başlangıç ​​tarihine göre iki döneme ayrıldı. Önceki 13 ay A, sonraki 13 ay B ve her iki dönemin ilk 3 ayı da ayrı ayrı, A* ve B* olarak tanımlandı. Meme kanseri tanısı alan tüm hastalar hastane kayıtlarına dayalı olarak tümörün histopatolojik ve moleküler alt tipleri, primer sistemik tedavi (PST) sıklığı ve modeli, PST öncesi aksiller evreleme yöntemi olarak Sentinel Lenf Nodu Biyopsisi ya da non invazif yaklaşım ile cerrahi yöntem gibi bazı özellikler açısından retrospektif olarak değerlendirildi. Sonuçlar ki-kare testi ile incelendi ve p> 0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi..
BULGULAR: Hastaların tümü kadındı, toplam 356 olgu A dönemindeydi, %30.3'ü NAC olarak PST ve %37'si (n: 40) PST öncesi SLNB almıştı. B döneminde 281 hasta vardı, 116 vaka PST aldı (%41,2); NAC ve NET gerekirse radyolojik ve sitolojik olarak evrelendi. A ve B periyotlarının (ve A*-B*) bulguları karşılaştırıldığında, B'deki PST' deki fark A periyoduna göre istatistiksel olarak anlamlı (p: 0,005), Neoadjuvan Kemoterapi (NAK) için önemsiz (p: 0.849) ve aksillaya yaklaşım ve PST başlama şekli olarak Neoadjuvan Endokrin Tedavi (NET) için yüksek derecede anlamlıydı. (p: 0.000). B döneminde, PST'nin daha fazla başlatılmasından kaynaklı, sayıca daha fazla meme koruyucu yöntemler uygulandı. Genel olarak,A* ve B* dönemlerinin sonuçları, A ve B dönemlerine büyük ölçüde benzerdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Covid 19 salgını sırasında meme kanseri yönetim planlarında bazı düzenlemeler yapıldı. Bu dönemde PST daha sık uygulandı, NET tedaviye başlama seçeneği haline geldi, aksiller evreleme noninvaziv yöntemle cerrahi olarak da MKC de daha çok yapıldı.

INTRODUCTION: The Covid 19 pandemic caused some difficulties in the management of breast cancer, so we aimed to examine the effect of this condition on the diagnosis and treatment of breast cancer.
METHODS: In this study, the 26-month period from March 2019 to April 2021 was divided into two periods according to the start date of the pandemic.The previous 13 months were defined as A, the next 13 months as B, and the first 3 months of both periods were defined as A* and B*.. All patients diagnosed with breast cancer were evaluated retrospectively based on hospital records, in terms of some characteristics like histopathological, and molecular subtypes of the tumor, primary systemic treatment (PST) frequency and its model, axillary staging method before PST, and surgical method. The results were evaluated with the chi-square test, and p> 0.05 was statistically significant.
RESULTS: A total of 356 cases were in the A period, 30.3% of them had PST as NAC and 37% (n: 40) had SLNB before PST. There were 281 patients in period B, 116 cases received PST (41.2%); NAC and NET were staged radiologically and cytologically if necessary. When the findings of periods A and B (and A*-B*) were compared, the difference in PST in B compared to period A was statistically significant (p: 0.005), insignificant for NAC (p: 0.849), and highly significant for axillary approach and NET.as PST (p: 0.000). In period B, more BCS was applied, which may be due to more initiation of PST. Overall, results in A* and B* were broadly similar to periods A and B
DISCUSSION AND CONCLUSION: During the Covid 19 pandemic, some adjustments were made in breast cancer management plans. PST was applied more often, NET became an option to start treatment, while axillary staging was performed based on noninvasive methods, surgically BCS was performed more frequently.
Abstract

10.Congenitally Short Pedicles; as an underlying cause of Lumbar Spinal Stenosis
Hakan Önder, Berrin Erok, Tanju Kisbet, Eyüp Kaya
Pages 207 - 213
GİRİŞ ve AMAÇ: Konjenital lomber spinal stenoz (KLSS) ile ilişkili gelişimsel anatomik anormalliklerin ana unsuru konjenital kısa pediküllerdir. Konjenital kısa pedikülün LSS'deki rolünü, lomber manyetik rezonans görüntülemede (MRI) spinal kanalın ön-arka midsagital çapını ve ve pedikül uzunluklarını ölçerek belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2020 ile Ocak 2021 tarihleri arasında hastanemizin lomber MR veri tabanında 18 yaşından büyük hastalarda lomber spinal stenoz, spinal stenoz ve stenoz terimleri retrospektif olarak tarandı. Lomber spinal kanalın midsagital ön-arka çapları L2,L3, L4 ve L5 seviyelerinde sagital T2w görüntülerde ölçüldü. Ön-arka çapı en az bir düzeyde 12 mm ve altında olan hastalar LSS'li kabul edilerek çalışma grubuna alındı. Dışlamalardan sonra 19 hasta kriterleri karşıladı ve pedikül uzunluğu için ek ölçümler yapıldı. 76 kontrol hastası ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: AP çapın tüm seviyelerde 12 mm ve altında olma oranı LSS grubunda istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. LSS grubunda L2,L3,L4 ve L5 seviyelerinde ortalama pedikül uzunluğu anlamlı olarak daha kısaydı. LSS tanısında L2 düzeyinde pedikül uzunluğu ≤8.7mm idi. Bu L3 düzeyi için ≤9.7, L4 düzeyi için ≤9.5 ve L5 düzeyi için ≤10.1 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pedikül uzunluğundaki azalma, omurilik kanalının çapının küçülmesi ile orantılı olarak santral kanal stenozu ile ilişkilidir. Ayrıca, doğuştan kısa pediküller kanala düzleşmiş bir görünüm verir. Diğer ayırt edici özellik, spinal kanal daralmasının genellikle lomber omurga boyunca devam ediyor olmasıdır. Çalışmammızda, literatürdeki diğer çalışmalarda bulunandan daha düşük spinal kanal AP çapı ile ilişkili kısa pediküller için daha yüksek eşik değerleri bulduk. Sonuç olarak, doğuştan kısa olan pediküller, LSS hastalarında semptomatik prezentasyon olasılığını artırarak önemli bir role sahiptir
INTRODUCTION: A major element of developmental anatomical abnormalities associated with congenital lumbar spinal stenosis (CLSS)is congenitally shortened pedicles.We aimed to analyze the role of congenitally shortened pedicle in LSS by quantitatively analyzing the antero-posterior midsagittal diameter of spinal canal and the pedicle lengths on lumbar magnetic resonance imaging(MRI).
METHODS: The lumbar MRI database of our hospital was retrospectively searched for terms‘lumbar spinal stenosis, spinal stenosis and stenosis’in patients older than 18 years between January 2020 and January 2021.Midsagittal AP diameters of the lumbar spinal canal were measured at L2,L3,L4 and L5 levels on sagittal T2w images.Patients having at least one level of AP diameter equal to or less than 12 mm were considered as having LSS and included in the study group.After exclusions,19 patients met the criteria and additional measurements were made for the pedicle lenght.They were compared with 76 control subjects.
RESULTS: The rate of AP diameter being 12 mm or less at all levels was statistically significantly higher in the LSS group.The mean length of pedicles at L2,L3,L4 and L5 levels in the LSS group were significantly shorter.The cut-off value for the pedicle length at the L2 level in the diagnosis of LSS was ≤8.7mm.This was ≤9.7for L3 level, ≤9.5for L4 level and ≤10.1for L5 level.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Decrease in pedicle length is proportionally associated with reduced diameter of the spinal canal resulting in CCS.Furthermore, the congenitally shortened pedicles give the canal a flattened appearance.The other discriminating feature is that narrowing of the spinal canal is usually distributed throughout the lumbar spine.We found greater treshold values for shortened pedicles associated with decreased spinal canal AP diameter than found in other studies in the literature.In conclusion, the congenitally shortened pedicle has an important role by increasing the likelihood of symptomatic presentations in LSS patients.
Abstract

11.Clinical issues in tibia shaft fractures performed fasciotomy: A 4 year follow-up study
Tahsin Olgun Bayraktar, Emin İrfan Gökçay, Müjdat Adaş, Ali Çağrı Tekin, Ali Yüce, Mustafa Yerli, Nazım Erkurt, Hakan Gürbüz
Pages 214 - 219
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut kompartman sendromunun bilinen etkili tek tedavisi fasyatomi uygulamasıdır. Amacımız tibia şaft kırığı ile beraber, akut kompartman sendromu şüphesi ile fasyatomi uygulanmış olan hastaların yaşadığı klinik problemlerin uzun dönemli bir analizini koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013-2017 yılları arasında tedavi edilmiş, en az 4 yıl takip süresi olan, dışlama kriterleri sonrası kalan 33 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tıbbi kayıtlarından toplam geçirilen operasyon sayısı, toplam hastanede yatış süresi, işe dönüş süresi, ağrı değerlendirilmesi için crus bölgesinde ki 2. Ve 4.yıl VAS skoru, ayak bilek fonksiyonelliği açısından 2. Ve 4.yıl AOFAS skoru, diz fonksiyonelliği açısından 2. Ve 4.yıl KOOS-PS skoru parametreleri alındı. Hastaların fasyatomi alanının görünüşünden şikayetleri olup olmadığı ve bu durum için kıyafet modifikasyonuna gidip gitmedikleri bilgileri eklendi.
BULGULAR: Hastaların ortalama işe dönüş süresi 9.0±2.7 aydı. Hastaların 2.yıl vas ve aofas skorları arasında 4. Yıl a göre anlamlı derecede farklılık izlendi (<0.001)( <0.001). Pseudoartroz gelişen hastaların postop 4. Yıl vas aofas ve koos-ps skorları, diğer hastalara göre anlamlı farklılık göstermemekteydi (p=0.41)(p=0.51)(p=0.62).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tibia şaft kırığı ile fasyatomi birlikteliği hastaların sosyal hayatını etkileyen klinik problemlere neden olabilir. Klinik ve fonksiyonel skorların kısa dönemde daha belirgin etkilendiği görülmektedir. Hastaların bu konularda tedavi başlangıcında bilgilendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: The only known effective treatment for acute compartment syndrome is fasciotomy. Our aim is to present a long-term analysis of the clinical problems encountered by patients who underwent fasciotomy after suspicion with acute compartment syndrome with a tibial shaft fracture.
METHODS: Thirty-three patients who were treated between 2013 and 2017, with at least 4 years of follow-up, and who remained after the exclusion criteria, were included in the study.
The total number of operations, total hospitalization time, and return to work time, 2nd and 4nd year VAS score in the crus area for pain assessment, 2nd and 4nd year AOFAS score for ankle functionality, 2nd and 4nd year KOOS-PS score for knee functionality parameters were obtained from the medical receords the patients. Information was added whether the patients had complaints about the appearance of the fasciotomy area and whether they had changed their clothes for this situation.

RESULTS: The mean time to return to work of the patients was 9.0±2.7 months. A significant difference was observed between the vas and aofas scores of the patients in the 2nd year compared to the 4th year (<0.001) (<0.001). Postoperative 4th year vas aofas and coos-ps scores of patients who developed pseudoarthrosis did not differ significantly from other patients (p=0.41)(p=0.51)(p=0.62).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The coexistence of tibial shaft fracture and fasciotomy can clinical cause problems affecting the social life of patients. It appears that clinical and functional scores are affected more significantly in the short term. We think that patients should be informed about these issues at the beginning of treatment.
Abstract

12.Clinical and Radiological Findings of Covid-19 Pneumonia in Immunodeficient Patients: a single center retrospective analysis
Naciye Kış, Berrin Erok, Melis Koşar Tunç, Hulya Kurtul Yıldız, Funda Simşek, Hakan Önder
Pages 220 - 226
GİRİŞ ve AMAÇ: İmmun yetmezliği bulunmayan hastalarda Covid-19 pnemonisinin çeşitli toraks bilgisayarlı tomografi (BT) bulguları bildirilmiştir.İmmün yetmezliği olan hastalarda klinik bulgular ve toraks BT bulguları olağan paternlerden farklı olabilir ve tanı ve tedavide yanılmalara neden olabilir.Bu çalışmada çeşitli nedenlerden kaynaklanan immünyetmezliği bulunan olgularımızda toraks BT bulgularını değerlendirmeyi ve immun yetmezliği olmayan olgularda izlenen bulgular ile karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: SARS-CoV-2 için rRT-PCR testi pozitif olan ve şüpheli toraks BT bulguları olan 44 immun yetmezliği olan ve 44 immunyetmezliği olmayan hasta dahil edildi ve toraks BT görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi.Radyolojik görüntüleme bulguları buzlu cam opasitesi ve/veya konsolidasyon, hava bronkogram bulgusu, arnavut kaldırım paterni, mikrovaskuler dilatasyon, halo ve ters halo işaretleri ile atipik bulgular olan bronşektazi, tomurcuklanmış ağaç, pulmoner nodul, pleural efüzyon ve kavitasyon olarak ayrıldı.


BULGULAR: İmmunyetmezlikli grupta 28 erkek, 16 kadın, kontrol grubunda 27 erkek 17 kadın vardı. Hastanede kalış süresi ve mortalite açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu.İmmunyetmezlikli hastalarda en sık görülen semptom ateş iken. kontrol grubunda nefes darlığı idi.İmmunyetmezliğin en sık altta yatan nedeni kemo-radyoterapi almaktı ve en sık akciğer ve mide kanserleri içindi.BT özellikleri açısından GGO en sık bulgu idi.Arnavut kaldırımı paterni ve lezyonların periferik-subplevral dağılımı açısından anlamlı fark mevcuttu.İmmunyetmezlikli hastalarda atipik bulgular istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu.Tüm hastalar birlikte değerlendirildiğinde, mortalite ile tomurcuklanmış ağaç, plevral efüzyon ve bronşektazi arasında anlamlı ilişki vardı,.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda immunyetmzlikli hastalarda daha şiddetli Covid-19 hastalığı riski ve daha yüksek mortality oranı görülmüştür. Radyologlar, bağışıklığı baskılanmış hastalarda nadir, atipik ve belirsiz BT bulguları durumunda Covid-19 pnömonisini düşünmelidir. Covid-19 pnömonisi immunyetmezlikli hastalarda daha şiddetli olabildiğinden, nadir görülen atipik bulguların bilinmesi morbidite ve mortalite oranlarının azalmasına katkı sağlayacaktır.
INTRODUCTION: Various chest computed tomography (CT) manifestations of Covid-19 pneumonia have been reported in immunocompetent patients.In immunodeficient patients the clinical manifestations and chest CT imaging findings may differ from usual patterns and may cause mistakes in the diagnosis and management.We aimed to evaluate the chest CT manifestations in patients with immunosuppression from various causes and to compare with those seen in immunocompetent patients.
METHODS: 44 immunodeficient and 44 immunocompetent patients with positive rRT-PCR test for SARS-CoV-2 having suspicious chest CT manifestations were included and the chest CT images were retrospectively evaluated.The maging manifestations were divided as typical findings including ground-glass opacity (GGO)and/or consolidations, air bronchogram sign,crazy paving pattern,microvascular dilatation, halo sign&reverse halo signs and atypical findings including bronshiectasia, tree in bud appearance, pulmonary nodules, pleural effusion and cavitation.
RESULTS: There were 28 male and 16 female in the immunodeficient group and 27 male and 17 female in the control group.A statistically significant difference was found in terms of the length of hospital stay and mortality.The most frequent symptom was fever in immunodeficient patients,while it was dispnea in control group.The most common underlying cause for immunosuppression was receiving chemo-radiotheraphy, and the lung&gastric cancers were the most common.In terms of CT features, GGO was the most common finding.A significant difference was found in crazy paving pattern and peripheral-subpleural distribution.Atypical findings were detected significantly higher in immunodeficient patients.When all patients considered together, there was a significant association between mortality and tree-in-bud appearance, pleural effusion, bronchiectasis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, there was a increased risk of more severe Covid-19 disease and higher mortality rate in immunodeficient patients.Radiologists should consider Covid-19 pneumonia in case of rare, atypical and vague CT findings in immunodeficient patients.Since the course of Covid-19 pneumonia may be more severe in immunodeficient patients,being aware of rare atypcal findings will contribute to decreasing morbidity and mortality rates.
Abstract

CASE REPORT
13.Signet ring basal cell carcinoma: An extraordinary case
Özben Yalçın, Buse Akı, Seden Atike Arsoy
Pages 230 - 232
Bazal hücreli karsinomlar interfoliküler epidermis ya da kıl folikülünden gelişen yavaş büyüyen, lokal olarak agresif tümörlerdir. Biz bu vakada, 3 yıldır burun sol alada 2,5x2 cm büyüklüğünde irregüler nodülü bulunan 74 yaşında erkek bir hastayı sunduk. Işık mikroskopunda, neoplastik hücrelerin arasında fokal birkaç alanda taşlı yüzük hücre konfigürasyonunu gözlemledik. Bu alanlarda en belirgin özellik nukleusu hücre kenarına iten geniş eozinofilik, pembe, intrasitoplazmik inklüzyon içeren hücrelerdi. Bu hücreler PAS ve pH 2,5 ile boyanmadı. Ayrıca tümör hücreleri Ber-EP4 pozitifti fakat S-100 ile negatifti.
Basal cell carcinomas (BCCs) are slow-growing, locally agressive tumors arising from interfollicular epidermis and/or hair follicle. Here, a 74 year old man presented with an irregular nodule 2,5x2 cm in size on the left ala of nose for 3 years. On light microscopy the signet ring cell configuration was observed among neoplastic cells focally (in some areas). The most prominent feature was cells containing large eosinophilic, pink, eccentric intracytoplasmic inclusions which compress the nuclei to the cell border. The cell inclusions did not stain with PAS and alcian blue pH 2,5. Tumor cells were positive for Ber-EP4 but negative for S-100.
Abstract