Volume: 36  Issue: 3 - 2020
Hide Abstracts | << Back
1.Vaccination Of Patients With Measles-Mumps-Rubella Vaccine Who Have Egg Allergy: One Center Experience
NİMET PINAR YILMAZBAS, Esra YUCEL, Deniz Özçeker
Pages 162 - 165
GİRİŞ ve AMAÇ: Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısı canlı aşıdır. Aşıdaki kabakulak ve kızamık suşları tavuk embriyo doku kültüründe, kızamıkçık ise insan diploid hücrelerinde üretilirler. Bu nedenle bu aşılarda yumurta proteini bulunmaktadır ve yumurta alerjisi olan vakaların birinci basamak sağlık kurumlarında bu aşı ile aşılamasında tereddüt yaşanmaktadır. Bu çalışmada Sağlam Çocuk Polikliniği ve Çocuk Alerji-İmmünoloji Polikliniği’nde yumurta alerjisi nedeni ile takip edilen ve aşı yapılması için yönlendirilen toplam 61 vakanın klinik özellikleri ve Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşılama deneyimleri paylaşılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017- Eylül 2018 tarihleri arasında yumurta alerjisi nedeni ile takip edilen ve aşılama yapılmak üzere Sağlam Çocuk ve Çocuk Alerji-İmmünoloji Polikliniği’ne yönlendirilen vakalar çalışmaya dahil edilmiştir. Vakaları öncelikle çocuk alerji-immünoloji uzmanı değerlendirmiş ve yumurta alerjisi olduğu gösterilmiştir. Aileler olası yan etkiler açısından bilgilendirilmiştir. Vakalara 1 yaş aşıları uygulandıktan sonra en az 1 saat klinikte gözetim altında tutulmuştur.
BULGULAR: Çalışmaya 61 yumurta alerjisi olan vaka dahil edildi. Vakaların 28’i (%45,9) kız idi. Vakaların hiçbirinde Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısı sonrası alerjik reaksiyon görülmedi. Çocuk Alerji Polikliniği’ne 1 yaş öncesinde ulaşmış ve tetkik edilmiş olan 52 vakanın 1 yaş aşılarının yapılma günü ortalaması 379 gün idi. Dokuz vaka ise 1 yaş aşı zamanları geldiğinde hastanemize aşı olmak üzere yönlendirilmişti ve aşı olma günü ortalamaları 400 gün idi.


TARTIŞMA ve SONUÇ: Yumurta alerjisi olan vakaların Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşılarının, diğer aşı uygulamalarında alınan önlemler eşliğinde güvenle uygulanabileceği görülmektedir. Aşılamaların yoğun olarak yapıldığı birinci basamak sağlık kurumlarında çalışan hekimlere aşılardan sonra gelişebilecek alerjik reaksiyonlar hakkında eğitim verilmesi; gelişebilecek anafilaksi vakalarına doğru müdahale edilmesi ve aşılamalardaki gecikmelerin önüne geçilmesi açısından çok önemlidir.
INTRODUCTION: Measles-Mumps-Rubella vaccine is a live vaccine. Measles and mumps is cultured in chick embryo fibroblasts, and rubella is cultured in human diploid cell culture. Measles-Mumps-Rubella vaccine contains egg protein and there are concerns among health care providers while practicing this vaccine in children with history of egg allergy in primary health centers. In this study we share the clinical characteristics and Measles-Mumps-Rubella vaccination experiences of cases with egg allergy, who applied to Well-Child Care and Allergy-Immunology Outpatient Clinics.
METHODS: Cases who had egg allergy and who were redirected to Well-Child Care and Allergy-Immunology Outpatient Clinics for vaccination between January 2017-September 2018 were included in the study. The cases were firstly evaluated by a pediatric allergy-immunology specialist and egg allergy was confirmed. Families were informed about possible side effects. The cases were kept under clinical supervision for at least 1 hour after vaccination.


RESULTS: Sixty-one cases with egg allergy were included in the study. Twenty-eight (45,9%) of them were female. None of the cases had allergic reactions after Measles-Mumps-Rubella vaccination. The mean age of vaccination of 52 cases who had reached to Allergy-Immunology Outpatient Clinic before 1 year of age was 379 days. Nine cases were directed by the primary health center for vaccination at the age of 1 year. The average day of vaccination of these 9 cases was 400 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is seen that Measles-Mumps-Rubella vaccination can safely be applied to the cases with egg allergy by taking routine precautions. It is important to train the physicians working in primary health centers about allergic reactions that may develop after vaccinations in order to prevent anaphylaxis cases and to prevent delays in vaccinations.
Abstract

2.Retrospective Evaluation Of Patients Diagnosed With Stage I–II Supradiaphragmatic Presentation Hodgkin's Lymphoma: Treatment Effect And Late-Side Effect
Tanju Berber
Pages 166 - 171
GİRİŞ ve AMAÇ: Hodgkin lenfomalı hastaların yaşam süresi arttığından dolayı uzun dönem tedavi sonuçları önem kazanmıştır. Özellikle sekonder malinite riski ve kalp sağlığı açısından tedavi seçenekleri değerlendirilmelidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: .. kliniğine ocak 1974 ve aralık 1997 tarihleri arasında başvuran 320 Hodgkin Lenfomalı hastadan Evre 1-2 supradiframatik tutulumlu olup, radyoterapi ve/veya kemoterapi tedavisi almiş ve ardından takiplerine gelen 113 hastanın hepsi retrospektif değerlendirilmiştir.Bu dönemde kulanmış olduğumuz sadece ön alan mantle ile ön-arka mantle tedavisi ve/veya birlikte aldıkları tedaviler uzun dönem yan etkileri ve etkinlikleri bakımından değerlendirilmiştir..
BULGULAR: Hastalardan sadece anterior radyoterapi alan 42 hasta (grup 1) ile ön-arka radyoterapi alan 71 hasta (grup 2) karşılaştırılmıştır. Yineleme 1. Grupta 15 hastada, 2.grupta ise 20 hastada görülmüştür. Grup 1, 6 hasta, grup 2 ‘de ise 16 hasta vefat etmiştir. 5 yıllık sağ kalım oranları sırasıyla %77.18, %71.33, 10 yıllık sağ kalım ise %70.8, %67.16’dır.İkincil malinite olarak akciğer kanseri(3 hasta),hemanjiosarkom(1 hasta),larinks kanseri(1hasta),neurofibramatozis(1 hasta)ve troid kanseri (1 hasta) gözlemlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hodgkin hastalığının kürabilitesi ve sağ kalımının artması sonucu uygulanan tedavi yöntemlerinin hastada doğurabileceği geç yan etkiler ile birlikte hayat kalitesi de tartışılır olmuştur. Önlerinde uzun bir hayat olan bu hastaların tedavi yan etkilerini en aza indirmek hedef olmuştur.Bu sebeble günümüzde akciğer, meme gibi ikincil kanser açısından riskli organların ve iskemik hastalık açısından kalp dozlarının tek ön alan ışınlama gibi farklı yöntemlerle azaltılarak hayat kalitesi ve sağkalım artırılmaya çalışılmaktadır. Ancak yine de özellikle ikincil akciğer kanseri ve iskemik kalp hastalığı yönünden de sigarayı bırakmaları ve fiziksel aktivitelerini artırmaları tavsiye edilmelidir.
INTRODUCTION: The long-term treatment outcomes of patients with Hodgkin’s lymphoma are important, as such patients have increased lifespans. Treatment options must be evaluated particularly for secondary malignancy risk and heart health.
METHODS: We retrospective re-evaluated a total of 113 patients(all) who had received radiotherapy and/or chemotherapy for stage I–II disease out of 320 patients with Hodgkin’s lymphoma who presented to and were treated at the XxClinic between January 1974 and December 1997, and who then continued regular follow- up. I this period,only anterior mantle and anterior-posterior mantle treatment and / or chemoterapy, were evaluated for long-term side effects and efficacy.
RESULTS: We compared 42 patients who had received only anterior radiotherapy(Group 1) and 71 patients who had received anteroposterior radiotherapy (Group 2). Recurrence was detected in 15 patients in Group 1 and in 20 patients in Group 2. Six patients in Group 1 and 16 patients in Group 2 died. The 5-year survival rate for Group 1 and Group 2 was77.18% and 71.33%, respectively, and the respective10-year survival rates were70.8% and 67.16%.The secondary malignancies detected were lung cancer (3 patients), hemangiosarcoma (1 patient), larynx carcinoma (1 patient), neurofibromatosis (1 patient), and thyroid carcinoma (1 patient).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We discuss the patients’ quality of life in addition to the possible late adverse effects of the treatments given the increased curability and survival in Hodgkin’s lymphoma. The aim is to minimize the treatment-related adverse effects, given patients’longer life expectancy.For this reason, it is currently being tried to improve the quality of life and survival by reducing the risk of organs and heart doses in terms of secondary cancer such as lung and breast, ischemic heart disease by different methods such as anteror field radiotherapy. But still, giving up smoking and increasing physical activities must be recommended, particularly against lung cancer and ischemic heart disease.
Abstract

3.Asymmetrıc dimethylarginine level as a indicator for cardiovascular risk in patients with metabolic syndrome
Serdar Arıcı, Ayşegül Kapuci, Sinem KIYICI, Gürcan Kısakol
Pages 172 - 177
GİRİŞ ve AMAÇ: Serum ADMA düzeyleri diyabetes mellitus, hipertansiyon, insülin direnci gibi durumlarla ilişkili bulunmuştur. Çalışmamızda metabolik sendromlu hastalarda serum ADMA düzeyi ile inflamasyon ve aterosklerozisarasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: NCEP-ATP III kriterlerine göre metabolik sendrom tanısı alan 24’ü kadın, 14’ü erkek toplam 38 hasta çalışmaya dahil edildi. Metabolik sendrom komponentleri dışında hastalığı bulunan ve sigara içen hastalar çalışma dışında tutuldu. Çalışmaya hasta grubuyla benzer yaşta 25’i kadın, 12’si erkek toplam 37 sağlıklı kontrol grubu alındı. Hasta ve kontrol grubunda serum ADMAdüzeyive karotis intima media kalınlığı (KİMK) ölçüldü.
BULGULAR: Hasta grubunda kontrol grubuna göre serum ADMA düzeyi istatistiksel anlamlı düşük, KİMK ölçümü ise yüksek bulundu (sırasıyla p<0,001 ve p<0,001).Hasta grubunda kontrol grubuna kıyasla CRP düzeyleri istatiksel anlamlı olarak yüksek bulundu(p<0,001). Yapılan korelasyon analizinde serum ADMA düzeyleri ile açlık kan şekeri (p<0,001 r꞊-0,421), HbA1c (p꞊0,001 r꞊-0,361), CRP (p꞊0,003 r꞊-0,335) ve KİMK ölçümleri (p꞊0,024 r꞊-0,261) arasında istatiksel anlamlı negatif korelasyon izlendi. Çalışmaya dahil edilen hastaların 32' sinde Tip 2 diyabet mevcuttu ve 29 hasta metformin almaktaydı. Metformin alan ve almayan kollarda serum ADMA düzeyleri sırasıyla 4.5 ± 1.7 nmol/ml ve 7.3 ± 1.2 nmol/ml olarak hesaplandı ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p꞊0.007).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Metabolik sendrom; DM, hipertansiyon, obezite ve hiperkolesterolemi gibi aterosklerotik süreçlerin bir arada olduğu bir hastalık kümesidir. Çalışmamızda, artmış KİMK değerleri hastalarda aterosklerozun varlığının kanıtı olarak değerlendirildiğinde, serum ADMA düzeyinin düşük olması metformin tedavisi, zayıf glisemik kontrol ve / veya immün-assay problemleri ile ilgili olabilir.
INTRODUCTION: This study aimed to make an early diagnosis of endothelial dysfunction, the initial pathology of atherosclerosis in MS patients, and to investigate the usefulness of serum asymmetric dimethylarginine (ADMA) levels as a marker of cardiovascular risk.
METHODS: 38 patients (24 women and 14 men) who diagnosed with metabolic syndrome according to the National Cholesterol Education Program (NCEP) Adult Treatment Panel III (ATP III), were included in the study. Patients with a history of any systemic disease except components of metabolic syndrome and smokers were excluded from the study. As a control group, 25 healthy women and 12 healthy men with similar age profiles enrolled in the study. Serum ADMA levels and carotid intima-media thickness (CIMT) were measured in patients and control group.
RESULTS: Serum ADMA levels were found lower and CIMT measurements were higher in the patient group compared with the control group (p<0.001 and p<0.001 respectively). Correlation analysis revealed a significant and inverse correlation between plasma ADMA concentrations and fasting blood glucose (p<0.001 r꞊-0.421), HbA1c (p꞊0.001 r꞊-0.361), CRP (p꞊0.003 r꞊-0.335) and CIMT measurements (p꞊0.024 r꞊-0.261). Thirty-two of the patients with metabolic syndrome were diagnosed with type 2 DM and 29 of the patients were receiving metformin treatment. ADMA levels in MS patients with and without metformin therapy were 4.5 ± 1.7 nmol/ml and 7.3 ± 1.2 nmol/ml, respectively. When both groups were compared, ADMA levels were significantly lower in patients with metabolic syndrome receiving metformin compared to patients without metformin (p꞊0.007).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Metabolic syndrome is a cluster of diseases in which pro-atherosclerotic processes such as DM, hypertension, obesity, and hypercholesterolemia coexist. In our study, when increased CIMT values are considered as evidence for the presence of atherosclerosis in patients, the low level of serum ADMA may be related to metformin therapy, poor glycemic control and / or problems in immune-assay.
Abstract

4.The effect of surgical timing on results in pediatric gartland type III supracondylar humerus fractures
Mustafa Yerli&775;, CEM DINÇAY BÜYÜKKURT, SÜLEYMAN SEMİH DEDEOĞLU, YUNUS IMREN, Mustafa Caglar Kir, ali çağrı tekin
Pages 178 - 182
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda pediatrik yaş grubunda cerrahi tedavi uygulanan Gartland ekstansiyon tip III humerus kırıklarının cerrahi zamanlamanın erken dönem fonksiyonel ve kozmetik sonuçlarına etkisini değerlendirmek ve literatürle karşılaştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2015- Ekim 2018 tarihleri arasında acil ortopedi servisine başvurarak Gartland tip III suprakondiler humerus kırığı tanısı alıp, cerrahi tedavi uygulanmış hastaların dosyaları taranmıştır. 15 yaş altındaki 50 olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmaya alınan olgular cerrahi bekleme süresi olarak incelenerek erken ve geç cerrahi uygulananlar olarak iki gruba ayrılmıştır. Ameliyat sonrası poliklinik kontrolleri yapılan olguların on ikinci haftada Flynn kriterleri kullanılarak kozmetik ve fonksiyonel sonuçları değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmada yer alan 50 olgunun [%58 erkek(n: 29), %42 kız (n: 21)] ortalama yaşı 79,7 aydır. Tamamı kapalı kırık olan olguların açık redüksiyon uygulama oranı %30(n: 15); erken grupta bu oran %20 (n: 5), geç grupta ise %40’dır (n: 10). Poliklinik kontrollerinin 12. haftasında erken gruptaki hastaların kozmetik sonuçları %92’ü (n: 23) mükemmel, %8 (n: 2) iyi; fonksiyonel açıdan ise %64’ü (n: 16) mükemmel, %28’si (n: 7) iyi, %4’ü (n: 1) orta, %4’ünün (n: 1) de kötü olarak hesaplandığı görülmüştür. Geç gruptaki hastaların ise kozmetik olarak %88’i (n: 22) mükemmel, %12’si (n: 3) iyi; fonksiyonel açıdan ise %52’si (n: 13) mükemmel, %24’ü (n: 6) iyi, %16’sı (n: 4) orta, %8’inin (n: 2) de kötü olarak hesaplandığı görülmüştür. Açık cerrahi uygulanan hastaların kozmetik sonuçları açısından kapalı cerrahi uygulananlara göre bir farklılık olmadığı ancak fonksiyonel sonuçlar açısından anlamlı düzeyde daha kötü olduğu saptanmıştır (p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Olguların cerrahi için bekleme süreleri ile kozmetik ve fonksiyonel süreleri açısından karşılaştırıldığında anlamlı bir farklılık olmadığı ancak erken cerrahinin ameliyat süresini, C kollu skopi kullanımını, yatış süresini ve açık redüksiyon oranını azalttığı görülmüştür. Gartland tip III suprakondiler humerus kırıkları, açık redüksiyonun fonksiyonel sonuçlara olumsuz etkisi göz önüne alındığında ilk 12 saat içerisinde kapalı cerrahi yaklaşım ile tedavi edilmelidir.
INTRODUCTION: In this study,we aimed to evaluate the effect of surgical treatment timing applied to Gartland extension typeIII humerus fractures in functional and cosmetic outcomes in the pediatric age group and to compare them with the literature.
METHODS: Between November2015-October2018,files of patients who admitted to the emergency orthopedics department with Gartlantd extension typeIII supracondylar humeral fracture and who underwent surgery were investigated.Fifty cases under the age of 15years were included in the study.The patients included in the study were divided into two groups as early and late by examining time to waiting before surgery.At outpatient follow up functional and cosmetic results were evaluated using Flynn criterias at the12th week after the operation.
RESULTS: 50 patients[58% males(n =29),42% females(n =21)] average age were 79,7months(range15-164months)included in the study.All of the patients had closed fractures.Surgically open reduction rate was 30%(n: 15)[in early group 20%(n: 5),in late group40%(n10)].Patients were evaluated according to Flynn criteria at 12th week of outpatient follow-up.92%(n: 23) of the patients in the early group had excellent cosmetic results and 8%(n: 2) were good;in functional results,64%(n: 16)were calculated as excellent,28%(n: 7)as good,4%(n: 1)as moderate,and4%(n: 1)as poor.When the outpatient clinic records of the late group patients were examined,88%(n: 22)were excellent and12%(n: 3)were good in cosmetic results;in functional results,52%(n: 13)were calculated as excellent,24%(n: 6)as good,16%(n: 4)as moderate,8%(n: 2)as poor.No significant difference were examined between the two groups in terms of cosmetic and functional results(p: 0.641,p: 0.260).However it was observed that patients operated with closed method had better functional outcome than those treated by open surgery(p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was no significant difference observed in terms of waiting time for surgery and cosmetic and functional durations of the cases.However,we identify early surgical treatment reduces operative time,C-arm fluoroscopy usage,hospitalization and open surgery ratio.We propose that Gartland typeIII supracondylar humeral fractures should be treated with closed surgical method within the first 12 hours considering the negative effect of open reduction on functional outcomes.
Abstract

5.Added value of SPECT/CT to whole body scan test planar imaging in patients with thyroid cancer after radioiodine 131 therapy
Mehmet Tarık Tatoğlu, Tamer Özülker, Filiz Özülker, Halim Özçevik, Tülay Kaçar Güveli, mehmet Mülazımoğlu
Pages 183 - 191
GİRİŞ ve AMAÇ: Retrospektif olarak yapılan bu çalışmanın amacı, tiroid kanseri hastalarında radyoaktif iyot 131 ablasyon tedavisi sonrası yapılan tüm vücut tarama testi planar görüntülemeye Single Photon Emission Computed Tomography/Computed Tomography (SPECT/BT) görüntüleme yönteminin katkılarını incelenmek oldu.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Radyoaktif 131 ablasyon tedavisi endikasyonları cerrahi sonrası ablasyon, yüksek tiroglobulin seviyesi ile birlikte rekürren veya metastatik hastalığı olan 50 adet tiroid kanseri hastası değerlendirmeye alındı. 50 ile 300 mCi arası oral olarak verilen radyoaktif iyot 131’ in uygulanmasını takip eden 6 veya 7 gün sonra planar görüntüleme ile tüm vücut sintigrafisi yapılan hastalardan metastaz şüphesi olanlara SPECT/BT ile görüntüleme yapılarak değerlendirildi. Görüntüleme yöntemleri tiroid kanseri konusunda 10 yıldan fazla deneyimi olan nükleer tıp uzmanı tarafından değerlendirildi. Planar görüntülerde izlenen lezyon sayısı ile SPECT/BT’ de izlenen lezyon sayıları kaydedildi. SPSS 12 paket programı Wilcoxon Signed Rank Test ile aradaki farkın anlamlılık düzeyi sınandı. Özellikli vakalar lezyon bazlı analiz ile incelenerek yorumları yapıldı.
BULGULAR: Planar görüntülerde 188 adet, SPECT/BT görüntülerinde 196 adet lezyon saptandı. Saptanan lezyonların sayıları arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulundu (P<0,05). Lezyon bazlı analizde, SPECT/BT planar görüntülemede izlenen 188 lezyonun 117 adedinde tanısal katkı sağlamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tiroid kanseri hastalarında, postterapötik tüm vücut taraması planar görüntülerde saptanan lezyon sayıları ile SPECT/BT ile saptanan lezyon sayılarının arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardır.
INTRODUCTION: The aim of this retrospective study was to determine added value of Single Photon Emission Computed Tomography/Computed Tomography (SPECT/CT) imaging to whole body scan planar imaging in patients with thyroid cancer after radioiodine 131 ablation therapy.
METHODS: Indications for treatment of radioactive ablation therapy were postsurgical ablation, recurrent or metastatic disease with high thyroglobulin level of 50 patients with thyroid cancer were evaluated. Following 6 or 7 days after the between 50 and 300 mCi of radioiodine 131 administered orally in patients examinated with whole body scintigraphy planar imaging, suspicion of metastasis evaluated by SPECT / CT imaging. Imaging techniques were evaluated by nuclear medicine specialist with over 10 years experience in thyroid cancer management. The number of lesions assessed with planar images and the number of lesions SPECT / CT were recorded. The difference between the level of significance was tested using Wilcoxon Signed Rank Test, SPSS 12 software package. Special cases with lesion based analysis was performed by examining the reviews.
RESULTS: On planar images were detected 188 foci, on SPECT/CT images detected 196 foci. Difference between the number of detected lesions was found to be a statistically significant (p<0,05). SPECT/CT added diagnostic value 117 of 188 foci over planar imaging.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with thyroid carcinoma, there was a statistically significant difference between the number of lesions detected on whole body scan planar imaging and the number of lesions detecting SPECT/CT.
Abstract

6.Risk Factors and Response to Treatment of Chronic Migraine Patient
Barış Kıran, Onur Akan, Serap Üçler
Pages 192 - 197
GİRİŞ ve AMAÇ: Nöroloji poliklinik başvurularının önemli bir kısmını migren hastaları oluşturmaktadır. Kronik migren genellikle epizodik migrenden transforme olmakla birlikte, hastaların yaşam kalitelerinde ciddi bozulmalara ve ekonomik kayıplara sebep olmaktadır. Kronik migrene analjezik aşırı kullanımı sıklıkla eşlik etmektedir. Bu çalışmada migren baş ağrısının transformasyonunu kolaylaştıran risk faktörlerinin belirlenmesi ve tedavi yanıtlarının analiz edilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya Ocak 2014-Ocak 2015 tarihleri arasında baş ağrısı polikliniğine başvurup kronik migren tanısı almış 139 hasta alındı. Hastalarda baş ağrısının kronikleşmesini kolaylaştırabilecek risk faktörleri ve profilaktik tedavi yanıtları incelendi.
BULGULAR: Bu çalışmaya alınan hastaların %92.8’i kadın olup hastaların yaşları 18-63 arasındaydı. Hastaların %85’inin toplam baş ağrısı süresi beş yılın üzerindeydi. Hasta grubumuzda ağrının kronikleşmesi açısından; düşük eğitim düzeyi, düşük-orta sosyoekonomik düzey, duygusal stres varlığı, obezite ve uyku düzeninde bozukluk risk faktörü olarak saptandı. Çalışmaya alınan tüm hastalara profilaktik tedavi başlandı. 19 hasta takiplere devam etmediği için tedavi yanıtları değerlendirilemedi. Tedavi yanıtı değerlendirilen 120 hastanın %72,5’inde tedaviye yanıt alınırken, %27,5’inde tedaviye yanıt alınamadı. Risk faktörlerinden sadece eşlik eden depresyonun tedavi yanıtını olumsuz etkilediği tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda kadın cinsiyet, düşük eğitim düzeyi, düşük-orta sosyoekonomik düzey, obezite, preobezite, eşlik eden psikiyatrik hastalık ve analjezik aşırı kullanımı epizodik migrenin kronikleşmesi açısından risk faktörü olarak gösterilmiştir. Epizodik migren tedavisinde kullanılan profilaktik ilaçlar, kronik migren profilaksisinde kullanıldığında tedaviye yanıt oranları benzer bulunmuştur. Tedaviye dirençli hastalarda kullanılan botulinum toksin A uygulaması ve dry needle tedavisi, hastaların tedavi yanıtlarında ve tedavi uyumlarında belirgin artış yaptığı gösterilmiştir. Depresyon varlığının tedavi yanıtını olumsuz etkilediği görülmüştür.
INTRODUCTION: Migraine is a common cause of medical consultation in neurology policlinics. Chronic migraine usually develops as a complication of episodic migraine. It causes significant distress with substantial impact on the quality of life of an individual and huge economic cost to the society through occupational disability and healthcare consultations. Chronic migraine and medication-overuse headache often coexist. The aim of this study was to determine the risk factors for the transformation to chronic migraine and treatment for chronic migraine.
METHODS: 139 patients diagnosed as having chronic migraine between January 2014-January 2015 were included in the study. These patients were observed for risk factors and prophylactic treatment.
RESULTS: In this study 92.8% of the patients were females and between 18-63 years old. 85% of patients have got headache more than five years. Risk factors for the transformation from episodic to chronic migraine was determined low-level of education, low-middle social economic status, emotional stress, obesity and sleep disorders. All patients were treated with prophylactic treatment. 19 patients were not evaluated because they failed to follow the protocol of treatment. 72% of patients responded to treatment and 27.5% of patients failed treatment. It was determined that only the accompanying depression had a negative effect on treatment response.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, female gender, low educational level, low-middle socioeconomic level, obesity, preobesity, comorbid psychiatric disease and analgesic overuse have been shown as risk factors for the transformation from episodic to chronic migraine. Prophylactic drugs used in the treatment of episodic migraine have similar rates of response to treatment when used in chronic migraine prophylaxis. Treatment with botulinum toxin A and dry needle therapy used in the treatment-resistant patient has been shown to significantly increase treatment compliance and response. The presence of depression has been shown to negatively affect treatment.
Abstract

RESEARCH ARTICLE
7.Our Postmastectomy Radiotherapy Results in 1073 Cases with Breast Cancer
Binnur Dönmez Yılmaz
Pages 198 - 203
Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanserlerdendir. Cerrahi, meme kanseri tedavisinde ilk basamakta uygulanır. Meme koruyucu, modifiye radikal, radikal ve basit mastektomi, hastanın durumuna göre cerrahi seçenekleridir. Tedavi rehberlerinde önerildiği gibi, göğüs duvarı veya cilt tutulumu, koltuk altı lenf bezlerinin dörtten fazla tutulması veya tümör 5cm den büyük olduğunda radyoterapi yapılmalıdır. Cerrahi sonrası radyoterapi lokal kontrol sağlar ve uzak metastazları azaltır. Ayrıca aksiller tutulumu olan erken evre meme kanserinde kemoterapi uzak metastazları önleyerek sağkalımı artırır. Kliniğimize mastektomi sonrası başvuran 1073 meme kanserli hastanın tedavi sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Radyoterapi uygulanan hastalarda 5 yıllık lokal yineleme %6 ve sağkalım %88 olarak bulunmuştur
Breast cancer is one of the most common types of cancer in women. Surgery is the first line of breast cancer treatment. Breast conservative, modified radical mastectomy, radical mastectomy or simple mastecomy can be selected according to patient condition. According to treatment guidelines, chest wall involvement, axillary lymph involvement and tumors greater than 5 cm should be treated with radiotherapy. Postoperative radiotherapy is required to provide local control and prevent distant metastases.In addition, chemotherapy in early stage breast cancer with axillary involvement increases survival by preventing distant metastases.Postoperative radiotherapy treatment results of our 1073 breast cancer patients who were admitted to our clinic were evaluated retrospectively.In patients undergoig radiotherapy local recurrence %6 and survival %88 was found in five years.
Abstract

8.The relationship between the presence of mental retardation in pediatric patient undergoing elective surgery and preoperative parent’s anxiety
yunus emre celep, serdar demirgan, Funda Gumus Ozcan, Ayşin Selcan
Pages 204 - 208
GİRİŞ ve AMAÇ: Mental retarde pediatrik hastaların bakımı normal dönemde de zaten zor olup, aileler için ameliyat olacak bu çocukların genel durumlarının yönetimi daha karmaşık ve stresli bir durumdur. Çalışmamızda, genel anestezi altında opere olacak pediatrik hastaların ebeveynlerinde, çocuktaki mental retardasyon varlığının ve seviyesinin ebeveynin anksiyetesi üzerine etkisinin araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Genel anestezi ile opere olacak olan 40 mental retarde (Grup MR) ve 60 mental retarde olmayan (Grup MN) pediatrik hastanın ebeveynlerine preoperatif dönemde durumluluk kaygı ölçeği (DKÖ) ve süreklilik kaygı ölçeği (SKÖ) uygulandı. Ebeveynlerin yaş, cinsiyet, eğitim durumu, meslek ve akraba evliliği gibi demografik verilerinin, çocuğun cinsiyetinin ve mental retardasyon düzeyinin ebeveyn anksiyetesine etkisi incelendi.
BULGULAR: Hastaların demografik verileri incelendiğinde gruplar arasında fark yoktu. İki grubun anne ve babalarının DKÖ ve SKÖ puanları karşılaştırıldığında anlamlı farklılık saptanmadı. Benzer şekilde ebeveyn mesleği, eğitim düzeyinin ve çocuğun cinsiyetinin DKÖ ve SKÖ puanları üzerine etkisi olmadığı tespit edildi. Grup MR’ de akraba evliliği varlığı anlamlı olarak yüksek bulundu. Grup MN’ de anne ve babaların DKÖ ve SKÖ puanları arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; çalışmamızda, çocuktaki mental retardasyon varlığı ve derecesi ile ebeveynlerdeki DKÖ VE SKÖ puanları arasında anlamlı bir korelasyon gözlemlemedik. Bu nedenle çocuktaki mental retardasyon durumu ile ebeveyn anksiyete düzeyleri arasında bir ilişki olmadığını düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: The care of paediatric patients with mental retardation who will undergo surgery for families may become complex and stressful. In this study, we aimed to investigate the effect of the presence and grade of mental retardation on anxiety in the parents of paediatric patients who will be operated under general anaesthesia.
METHODS: The parents of 40 paediatric patients with mental retardation(Group MR) and 60 paediatric patients with normal mental state(Group NMS) who would be operated with general anaesthesia were subjected to preoperative State–Trait Anxiety Inventor (STAI) test. In addition to parents’ demographic data such as age, gender, educational status, occupational status and consanguineous marriages, the effect of gender and grade of mental retardation of the children on anxiety were examined.
RESULTS: There were nonsignificant differences in patient’s demographics. There was no significant difference between the parents of the two groups in terms of State Anxiety Inventor (SAI) and Trait Anxiety Inventor (TAI) scores. Similarly, it was found that parental occupation, education level and gender of the child had no effect on the SAI and TAI scores. The presence of consanguineous marriages was significantly higher in group MRI. In Group NMS, there was a significant positive correlation between SAI and TAI scores of the parents.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion we did not observe a correlation between the presence and grade of mental retardation in the child and the parents' SAI and TAI scores. Therefore, we think that there is no relationship between mental retardation in children and parental anxiety levels.
Abstract

9.US-Guided Percutaneous Microwave Ablation in Small Renal Masses: Short and Mid- term Results, Safety, Effectiveness and Prognostic Contributions
Serkan Arıbal, Eyüp Kaya
Pages 209 - 217
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, küçük böbrek tümörlerinde yapılan US rehberliğinde perkütan MWA tedavisinin erken ve orta dönem sonuçlarını, etkinliğini, güvenliğini ve olası prognostik katkılarını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temmuz 2016 ve Temmuz 2019 tarihleri arasında küçük böbrek tümörüne US eşliğinde perkütanMWA yapılan hastalar, hem tüm takip bilgileri hem de yerel PACS üzerindeki tüm radyolojik görüntüleri içeren hasta dosyaları ile retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaş ve cinsiyetleri kaydedildi. Ayrıca şu veriler ve parametreler de not edildi: SRM'nin histopatolojik tipi, üç boyutta (genişlik, uzunluk ve yükseklik) pre ve postablatif tümör boyutu, tümör lokalizasyonu, ablasyon prosedürü verileri (hasta pozisyonu, zaman, enerji, tekrarlanan ablasyonun önceliği, bitişik yapılar, hidrodiseksiyon gibi koruyucu tekniklerin kullanımı), lokal nüks zamanı, böbrek fonksiyon testi ve parametreleri (üre, kreatinin ve glomerüler filtrasyon hızı).
BULGULAR: USG kılavuzluğunda MWA kullanılarak ablate ediken 13 soliter küçük böbrek tümörü olan 13 hasta bulundu. Altı lezyon için bir seans (% 46), altı lezyon için iki seans (% 46) ve bir lezyon için üç seans (% 8) ablasyon işlemi gerçekleştirildi. Seanslar için ortalama ablasyon süresi 2.54 dakika (dağılım, 1.5-4) idi. Birinci ay kontrol BT görüntülemede 11 hastada (% 84) tam ablasyonu birincil başarı olarak gösterdik. İki hastada (% 16) iki rezidüel tümör tespit edildi,
TARTIŞMA ve SONUÇ: Küçük böbrek tümörlerinin tedavisinde MWA, yüksek teknik başarı, düşük komplikasyon oranları ve iyi erken ve orta dönem sonuçları ve sonuçları olan etkili ve güvenli bir yöntemdir.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to evaluate the early and mid-term results and outcomes, efficacy, safety and possible prognostic contributions of US-guided percutaneous MWA treatment performed in SRM.
METHODS: We retrospectively analyzed the patients with US-guided percutaneous MWA of the SRM with both their patient files including the whole follow–up informations and all radiological images on local Picture Archiving and Communication System (PACS) between July 2016 and July 2019. Age and gender of the patients were recorded. The following data and parameters were also noted: histopathologic type of the SRM, pre and postablative tumor size in three dimensions (width, lenght and hight), tumor localization, the ablation procedure data (patient position, time, energy, precense of repeated ablation, adjacent structures, usage of protective techniques such as hydrodissection), time of local recurrence, renal function test and parameters (urea, creatinine and glomerular filtration rate).
RESULTS: Thirteen patients with thirteen solitary SRMs that were ablated using MWA under USG-guidance were found. We performed one session for six lesions (46%), two sessions for six lesions (46%) and three sessions for one lesion (8%). Mean ablation time was 2.54 minutes (range, 1.5-4) for sessions. We demonstrated the complete ablation in eleven patient (84%) in first month control CT imaging as a primary success. Two residual tumors were detected in two patients (16%),
DISCUSSION AND CONCLUSION: MWA in the treatment of SRM is an effective and safe method with high technical success and low complication rates and good early and mid-term results and outcomes.
Abstract

10.Cornelia de Lange Syndrome with hypernatremia: Two cases report
Ece Kurul, Soner Sazak, İbrahim Bektaşoğlu, Hasan Dursun
Pages 218 - 221
Cornelia de Lange Sendromu, karakteristik dismorfik yüz görünümü ve çeşitli anomalilerle seyreden, sporadik veya kalıtımsal olarak görülebilen genetik bir sendromdur. Hastaların tamamına yakını karakteristik yüz görünümüne sahipken, hastalığın ağırlığına göre eşlik eden bulgular iskelet ve ekstremite defektleri, gastrointestinal sistem hastalıkları, santral sinir sistemi anomalileri ve bunlara bağlı hastalıklar, genitoüriner sistem anomalileri, kalp defektleri, görme ve işitme problemleri gibi hafiften ağıra çok değişik formlarda olabilmektedir. Burada holoprosensefalisi ve tekrarlayan hipernatremi atakları olan iki hasta nedeniyle Cornelia de Lange Sendromunun, hipernatremi vakalarında ayırıcı tanıda düşünülmesi gereken bir hastalık olduğu hatırlatıldı ve hipernatremi tedavisinde dikkat edilmesi gereken noktalar vurgulandı.
Cornelia de Lange Syndrome, is a genetical syndrome which can be seen as hereditary, orsporadically. Characteristical appearance is very crucial for diagnosis. Although almost all patient shave characteristical face appearance, depending on the severity of the cases, some accompanying symptoms could be skeletal and extremity defects, gastrointestinal system diseases, central nervous system anomalies and related diseases, genitourinary system anomalies, or heart defects, vision and hearing problems. In this paper, two patients with holoprosencephaly and recurrent episodes of hypernatremi are minded us to reconsider Cornelia de Lange Syndrome as a differential diagnosis of hypernatremia. We also point out some important steps in the treatment of the hypernatremia.
Abstract

11.A Case of Subdural Empyema After Spinal Anaesthesia
Tarkan Mıngır, Betül Sinoğlu, Cengiz Polat, Ahmet Yasin Ayvuz, Namigar Turgut
Pages 222 - 225
Subdural ampiyem dura mater ile araknoid membran arasındaki potansiyel boşlukta püy birikmesidir. İntrakraniyal olarak veya spinal kanalda görülür, son lokalizasyon oldukça nadirdir. Nadir, fakat ciddi bir hastalıktır, azalan bir mortalite oranına sahip olmakla nörolojik sekeller sık görülür. Baş ağrısı, nöbetler veya fokal nörolojik bulguların birlikteliğinde şüphe erken teşhise yol açabilir, böylece etkin tedavi mümkün olan en kısa sürede uygulanabilir. Bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, yeni antimikrobiyallerin varlığı ve yeni cerrahi tekniklerin geliştirilmesi subdural ampiyemlerin tanı ve tedavisindeki ilerlemeler, azalmış morbidite ve mortaliteye önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. İntrakranyal subdural ampiyemdeki morbidite ve mortalite doğrudan tedavinin gecikmesiyle ilgilidir. Bu nedenle, tanı konulur konulmaz aciliyetle tedavi edilmelidir.
Bu olguda, spinal anesteziden sonra intrakranyal subdural ampiyem oluşma olasılığının altını çizmeyi amaçladık.
Subdural empyema represents a loculated suppuration between the dura and the arachnoid. It has been described either intracranially or in the spinal canal, the latter localization being quite rare. It is a rare but serious illness with a declining mortality rate but rather frequent neurological sequelae. A high index of suspicion along with typical clinical presentation of headache, seizures, or focal neurologic signs can lead to early diagnosis so that effective therapy can be instituted as soon as possible. Advances in the diagnosis and treatment of brain abscess and subdural empyema with neuroimaging techniques such as computerized tomography, magnetic resonance imaging, magnetic resonance spectroscopy, the availability of new antimicrobials, and the development of novel surgical techniques have significantly contributed to the decreased morbidity and mortality associated these infections. Morbidity and mortality in intracranial and spinal subdural empyema relate directly to the delay in institution of therapy. Both conditions should, thus, be treated with great urgency.
In this case, we aimed to underline the possibility of intracranial subdural empyema occurence after spinal anaesthesia.
Abstract

12.Primary ovarian leiomyosarcoma: a case report and review of the literature
Nergis Kender Erturk, Ruken Dayanan, Kadir Cetinkaya, CEMAL RESAT ATALAY
Pages 226 - 228
Ovaryan sarkomlar tüm yumurtalık tümörlerinin% 3'ünden azında, tüm yumurtalık sarkomlarının yaklaşık % 0.1'inde görülen nadir malignitelerdir. Bu olguda primer ovaryan leiomyosarkomlu altmış sekiz yaşında bir kadın hastayı sunmaktayız. Hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingo-ooferektomi sonrası adjuvan kemoterapi uygulanmış ve hasta takibe alınmıştır. Ovaryan leiomyosarkomların prognozu çok kötüdür. Tedavide kemoterapi ve radyoterapi gibi farklı adjuvan modaliteler tarif edilmesine rağmen, bunların kanıtlanmış bir yararı gösterilmemiştir.
Ovarian sarcomas represent less than 3% of all ovarian tumors, and leiomyosarcoma is a rare subtype which accounts for only 0.1% of all ovarian sarcomas. We present a case of primary ovarian leiomyosarcoma in a sixty-eight years old multigravid woman. She was treated by total abdominal hysterectomy with bilateral salpingo-oophorectomy followed by adjuvant chemotherapy. The prognosis for ovarian leiomyosarcoma is very poor. Although different treatment modalities like adjuvant chemotherapy and radiotherapy have been described, no clear benefit has beeen proven.
Abstract

13.Bilateral Basilar Thalamic Infarkt (Top of The Basilar Syndrome)
Nihan Altıntepe, Incila Ali, Ali Can Öztürk, Kadir Yeşildal, Onur Akan, Namigar Turgut
Pages 229 - 232
Baziler Tepe Sendromu; baziler arterin ikiye ayrıldığı tepe veya en rostral parçasında emboli sonucu baziler arterden sulanan beyin sapı ve alt serebral, serebellar alanlarda infarkt sonucu ortaya çıkar. Yoğun okulomotor bulgular, bilinç değişiklikleri ve görme alanı defektleri görülebilir.Baziler arter trombozunun prognozu oldukça değişiktir, prognoz oklüzyonun yeri, yayılımı ve kollateral dolaşımına bağlıdır. Çok hafif bulgularla seyredebileceği gibi, ciddi nörolojik sekellere yol açabilir veya ölümle sonuçlanabilir.Bu yazıda, özgeçmişinde herhangi bir kronik hastalık öyküsü olmayan otuz dört yaşındaki kadın bilateral talamik infarkt olgusu sunulmuştur.
Top of the Basilar Artery Syndrome;is revealed as a result of the brain stem and lower cerebral, cerebellar area infarction due to the embolism of the basilar artery’s most rostral part. It may present with very mild symptoms, leading to severe neurological sequelae or death. In this report, we present a case of bilateral thalamic infarction without any history of chronic disease.
Abstract