Volume: 34  Issue: 1 - 2018
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH ARTICLE
1.Dermatological Manifestations in Renal Transplant Recipients: A Single-centre Prospective Follow-up Study
Ahu Yorulmaz, Nergiz Bayrakçı, Rıdvan Güneş, Fatih Dede, Ferda Artüz
doi: 10.5222/otd.2018.55376  Pages 1 - 8
GİRİŞ ve AMAÇ: Son dönem böbrek yetmezliğinin dünya çapındaki prevalansı giderek artmaktadır. Renal transplantasyon (RTx) son dönem böbrek yetmezliği tedavisinde en etkin yaklaşım olarak kabul edilmektedir. RTx alıcılarının tranplantasyon sonrası dönemde karşılaştıkları komplikasyonların önemli bir kısmı immünsüpresif tedavilerle (İT) birebir ilişkilidir. Bu çalışmanın amacı RTx alıcılarında İT ilişkili dermatolojik bulguları ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kırk sekiz RTx alıcısı olgu (22 kadın, 26 erkek) bir yıllık bir sürede prospektif olarak değerlendirildi. Ayrıntılı dermatolojik muayenenin ardından mevcutsa deri bulguları kaydedildi. Tüm lezyonlar İT ilişkili olup olmamasına göre değerlendirildi. Ayrıntılı istatiksel analizler yapıldı ve p<0,05 olan değerler istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Bazal dermatolojik incelemede %66,7 (32/48), takiplerde ise %33,3 (16/48) hastada İT ilişkili lezyon saptandı. Çalışma grubunda tespit edilen İT ilişkili deri lezyonu insidansı %75’ti. Ki kare testi İT ilişkili lezyon gelişimi ile kullanılan İT arasında istatiksel açıdan anlamlı bir ilişki olmadığını ortaya koydu (p değerleri: takrolimus, 1,000; mikofenolat mofetil, 1,000; azathiopürin, 1,000; sirolimus, 0,250; siklosporin A, 1,000). İT ilişkili lezyon gelişimi ile transplantasyon sonrası geçen süre arasında istatiksel açıdan herhangi bir ilişkili yoktu (p=0,528). Malign deri lezyonu gelişimi ile uygulanan İT arasında (p değerleri takrolimus, mikofenolat mofetil, azathiopürin, sirolimus ve siklosporin A için 1,000), transplantasyon sonrası geçen süre (p=0,067), sigara kullanımı (p=0,208), alkol kullanımı (p=1,000) ya da cilt tipi (p=0,625) arasında anlamlı ilişki yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ile, RTx alıcılarının İT ilişkili deri bulgularını araştırdık ve bu bulguların olguların özellikleri ile olan ilişkisini ortaya koymaya çalıştık. Bununla birlikte, RTx alıcılarında İT ilişkili dermatolojik bulguların ve deri kanserlerini de içeren uzun dönem komplikasyonların belirlenmesi için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The global prevalence of end-stage renal disease is growing. Renal transplantation (RTx) is considered as the best therapeutic approach for patients with end-stage renal disease. A significant number of complications faced by recipients after transplantation are related with immunosuppressive drugs (ISD). The aim of the present study was to describe ISD-related dermatological manifestations in RTx recipients.
METHODS: Forty-eight RTx recipients (22 women, 26 men) were prospectively enrolled in a period of one year. Following a thorough dermatological examination, if present, skin lesions were noted. All skin lesions were classified as whether or not ISD-related. Detailed statistical analyses were done and a p-value of <0.05 was considered to be statistically significant.
RESULTS: ISD-related skin lesions were observed in 66,7% of the patients (32/48) at the baseline dermatological examination and in 33,3% of the patients (16/48) during the follow-up period. The overall incidence of ISD-related skin lesions was 75%. Chi-square analysis revealed no statistically significant relationship between development of ISD-related skin lesions and the type of the ISD administered (p values were as follows: tacrolimus, 1,000; mycofenolat mofetil, 1,000; azathioprine, 1,000; sirolimus, 0,250; Cyclosporin A, 1,000). There was no statistically significant relationship between development of ISD-related skin lesions and length of the post-transplantation period (p=0,528). In addition, no statistically significant results were observed between development of malignant skin lesion and the type of the ISD administered (p values were 1,000 for tacrolimus, mycofenolat mofetil, azathioprine, sirolimus and Cyclosporin A or length of the post-transplantation period (p=0,067) or cigarette smoking (p=0,208) or alcohol consumption (p=1,000) or skin type (p=0,625).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We have investigated ISD-related dermatological manifestation in RTx recipients and tried to assess the relationship between these findings and patients' characteristics. On the other hand, further studies are needed to establish ISD-related dermatological manifestation and long term complications, including skin cancer in RTx recipients.
Abstract | Full Text PDF

2.Evaluation Of Applications to The Clinic Of A Lung Transplantation
Merih Kalamanoğlu Balcı
doi: 10.5222/otd.2018.27443  Pages 9 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer nakli son dönem akciğer hastalıklarında önemli bir tedavi şeklidir. Akciğer naklinde uygun hasta seçimi ve zamanlama başarının en önemli adımlarından biridir. Bu çalışmada, son dönem akciğer hastalığı nedeni ile akciğer transplantasyon merkezimize yönlendirilen hastaların değerlendirme sonuçlarının belirlenmesi amacı ile yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda 1 Ocak 2012 ve 30 Eylül 2015 tarihleri arasında son dönem akciğer hastalığı nedeni ile akciğer nakli kliniğimize başvuran hastalar geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastaların tanıları, demografik verileri ve başvuru sonuçları kaydedildi.
BULGULAR: Çalışma döneminde merkezimize başvuran 275 hastanın yaş ortalaması 43±13 ve 168 (%61)’i erkekti. İleri tetkike uygun görülen 174 hastanın 55’i (% 31.6 ) interstisyel akciğer hastalığı, 51’i (% 29) kistik fibrozis ve bronşektazi, 36’sı (% 20.6) KOAH, 18’i silikozis (%10) idi. İlk değerlendirmede ya da ileri tetkik sonrası toplam 123 (%45) hasta uygun aday olmadığı için red edildi. Yüz iki (%37) hasta bakanlık nakil listesine alındı. Bu hastaların 55 (%20)’ine akciğer nakli yapıldı. 30 (%11) hasta kontrol bekleme listesine alındı, 22 hasta bekleme listesindeyken öldü. Hastaların 61 (%35)’i üniversite hastanesinden, 64 (%36)’sı eğitim ve araştırma hastanesinden, 49 (%28)’i refere edilmeden kendi istekleri ile kliniğimize gönderilmişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akciğer transplantasyon endikasyonu ile yönlendirilen her beş hastadan birine akciğer nakli yapılmaktadır. Geç yönlendirme nedeni ile red edilen ve bekleme listesinde organ yetersizliği nedeni ile kaybedilen hasta sayısı oldukça fazladır. Akciğer nakli adayı hastaların uygun zamanda nakil merkezlerine yönlendirilmesi ve organ bağışı konusunda farkındalığın arttırılması ülkemizde yürütülen nakil programına büyük katkı sağlayacaktır.
INTRODUCTION: Lung transplantation is an important therapeutic option in end stage lung diseases. Appropriate patient selection and timing are key factors for success in lung transplantation. In this study, we aimed to analyze the evaluation results of patients who were referred to our lung transplant clinic due to end-stage lung disease.
METHODS: We retrospectively reviewed patients who applied to our lung transplant clinic due to end-stage lung disease between January 1, 2012 and September 30, 2015. Patients' diagnoses, demographic data and application results were recorded.
RESULTS: Totally 275 patients applied to our center during the study period. Mean age of the patients was 43±13 years, and 168 (%61) of them were men. 174 patients were found eligible for further examination; and 55 of these (31.6%) had interstitial lung disease, 51 (29%) had cystic fibrosis and bronchiectasis, 36 (20.6%) had COPD, and 18 (10%) had silicosis. After the initial evaluation or following further examinations, 123 (45%) patients were not found eligible for transplantation. 102 (37%) patients were enrolled in the transplantation list of the board. Of these eligible patients, 55 (20%) received lung transplantation. 30 (11%) patients were registered in the waiting list, and 22 patients died while in the waiting list. Of all patients, 61 (35%) were referred from university hospitals, 64 (36%) were referred from training and research hospitals, and 49 (28%) were applied on their own will to our clinic.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Pulmonary transplantation is performed in one of every five patients refered for lung transplantation. Number of patients lost because of denial due to referral at the late stage, or die while in the waiting list due to lack of available organ is remarkably high. Timely referral of lung transplant candidates to transplant centers, and raising awareness about organ transplantation will contribute significantly to transplantation programs governed in Turkey.
Abstract | Full Text PDF

3.Assessment of the results of cervical biopsy in patients with Atypical Squamous Cells, CannotRuleOut High Grade Squamous Intraepithelial Lesion
Baki Erdem, Nuri Peker, Niyazi Alper Seyhan, İpek Yıldız Özaydın, Osman Aşıcıoğlu, Volkan Ülker, Ceyhun Numanoğlu, Özgür Akbayır
doi: 10.5222/otd.2018.69782  Pages 15 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: PapSmear Test (PST) sonucu yüksek dereceli skuamoz intraepitelyal lezyonun dışlanamadığı atipik skuamoz hücre anormalliği (ASC-H) olarak saptanmış hastaların servikal biyopsi sonuçlarını sunmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2004- 2016 tarihleri arasında jinekolojik onkoloji polikliniğine başvuran 7527 hastadan alınan PST sonuçları retrospektif olarak incelendi. PST sonucu ASC-H olarak rapor edilen 201 hastayatanı amaçlı yapılan kolposkopi, servikal biyopsi, yapılmış ise Loop Electrosurgical Excision Procedure (LEEP) ve soğuk konizasyon patoloji sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: PST yapılan toplam 7527 hastadan 201’ nde (%2,6) servikal sitoloji sonucu ASC-H olarak saptandı. Çalışmaya dahil edilen 197 hastanın kolposkopi ve punch biyopsi sonuçları değerlendirildiğinde 107(%54,3) hastada lezyon saptanmazken, 38 (%19,2) hastada servikalintraepitelyal neoplazi-1 (CIN1),19 (%9,6) hastada servikalintraepitelyal neoplazi-2 (CIN2), 22 (%11,1) hastada servikal intraepitelyal neoplazi-3 (CIN3), 6 (%3) hastada karsinoma insitu (CIS) ve 5 (2,5%) hastada servikal karsinom saptandı. CIN2, CIN3 ve CISsaptanan 47 (%100) hasta, CIN1 saptanan 12 (%31,5) hasta, biyopsi sonuçları normal olmasına rağmen malignite açısından şüpheli servikal görüntüye sahip 14 (%13) hasta olmak üzere toplam 73 hastaya servikal eksizyonel işlem uygulandı. 50 hastaya LEEP, 23 hastaya soğuk konizasyon uygulandı (Tablo 2). Eksizyonel prosedür uygulan ve biyopsi sonucu CIN3 olan üç hastada soğuk konizasyon sonrası patoloji sonucu skuamöz hücreli karsinom olarak rapor edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PST de ASC-H saptanan hastaların % 26.3 ‘ünde CIN2 ve üstü lezyon saptanması, aynı zamanda bu hastalarda Human PapillomaVirus (HPV) pozitifliğinin yüksek olması nedeniyle, bu hastaların kolposkopi ve servikal biyopsi ile değerlendirilmesinin preinvaziv lezyonların saptanması açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: To demonstrate the pathological result of cervical biopsy at patients with Atypical Squamous Cells, Cannot Rule Out High Grade Squamous Intraepithelial Lesion (ASC-H) on Pap Smear Test (PST).
METHODS: The PST results from 7527 patients who applied to the gynecological oncology polyclinic between 2004 and 2016 were retrospectively reviewed. The results of colposcopy, cervical biopsy, and Loop Electrosurgical Excision Procedure (LEEP) and cold conization were evaluated for 201 patients diagnosed as ASC-H for diagnostic purposes
RESULTS: Of the 7527 patients who underwent PST, 201 (2.6%) were diagnosed as cervical cytology ASC-H. The colposcopy and punch biopsy results of the 197 patients were evaluated, 107 (54.3%) patients had no lesions, 38 (19.2%) patients had CervicalIntraepithelial Neoplasia-1 (CIN1), 19 (9.6%) patients had Cervical Intraepithelial Neoplasia-2(CIN2), 22 (11.1%) patients had Cervical Intraepithelial Neoplasia-3 (CIN3), 6 (3%) patients had carcinoma in situ (CIS) and 5 (2.5%) patients had cervical carcinoma. Cervical excisional procedure was performed at 47 (100%) patients with CIN2, CIN3, CIS, at 12 (31.5%) patients with CIN1 and at 14 (13%) patients with the suspicious of malignancy due to the bening pathological results. 50 patients received LEEP and 23 patients received cold salivation. Three patients with biopsy-resultant CIN3 who underwent excisional procedure were found to have squamous cell carcinoma as a result of cold conization.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We conclude that colposcopy and cervical biopsy of these patients are important for the detection of preinvasive lesions, because 26.3% of the ASCH patients in the PST have a high CIN-2 or higher lesion and high Human Papilloma Virus (HPV) positivity.
Abstract | Full Text PDF

4.Retrospectice analysis of patients who were operated consecutively due to cleft lip palate in the last ten years and Review of association with additional malformations
Ahmet Dilber, Özay Özkaya Mutlu, İlker Üsçetin, Özlem Çolak, Turgut Kayadibi
doi: 10.5222/otd.2018.44265  Pages 19 - 23
GİRİŞ ve AMAÇ: Dudak ve damak yarıkları sık görülen konjental malformasyonlardandır. Dudak veya damak yarıkları tek başına görülebileceği gibi herhangi bir ek anomali ile birlikte de görülme olasılığı yüksektir. Bu çalışmada amaç kliniğimizde 2005-2014 yılları arasında opere edilen dudak-damak yarığı olgularının retrospektif analizini ve ek anomaliler açısından değerlendirmesini yapmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2005-2014 yılları arasında dudak veya damak yarığından dolayı opere edilen 110 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar operasyon yaşı, cinsiyet, ek hastalık veya anomali, aile öyküsü ve kullanılan onarım tekniği açısından değerlendirildi. Dudak yarıkları sağ, sol, bilateral olarak ve komplet, inkomplet, mikroform olarak, damak yarıkları komplet, sekonder komplet ve sekonder inkomplet olarak sınıflandırıldı.
BULGULAR: 110 hastanın %45’inde izole dudak yarığı (49 hasta), %37’sinde izole damak yarığı (41 hasta) ve %18’inde tanesinde hem dudak hem damak yarığı (20 hasta) mevcuttu.Hastaların %81’inde herhangi bir ek anomali veya sendrom saptanmazken, %19’unda en az bir ek anomali veya sendrom mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dudak damak yarıkları baş boyun bölgesinin en sık görülen konjental anomalilerindendir. Bu anomaliye sahip hastaların genetik açıdan ve diğer anomaliler açısından araştırılması gerekir. Bu anomalilerle ilgili dönemsel retrospektif çalışmaların hastalığın sıklığındaki değişimi göstermesi açısından hastaların takibi ve geleceğe ışık tutması açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Cleft lip and palate are frequent congenital malformations. Both genetic and environmental factors take place in their development. They can occur as a single anomaly or can be seen together with any other anomalies.Although in a great number of effected patients there is no additional anomaly, sometimes additional congenital malformations are came together with. In this study we aimed to analyze the patient information retrospectively and to detect additional anomalies seen together in our patients.
METHODS: 110 patients whom are operated due to cleft lip and palate in 2005-2014 are included in this study. Patients are assessed according to operation age, sexuality, additional disease or anomaly, family history and repairment technique. Cleft lip is classified as left, right, bilateral and complete, incomplete, microform. Cleft palate is classified as secondary complete and secondary incomplete.
RESULTS: There are 49 of 110 patients (45%) with isolated cleft lip, 41 patients (37%) with isolated cleft palate, 20 patients (18%) both with cleft lip and palate. 81% of the patients had no additional anomaly or syndrome, 19% had at least one additional anomaly or syndrome.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Cleft Lip and Palate are the most common congenital anomaly of head neck area. Patients owning these anomalies are needed to get investigated for additional anomalies and genetic aspect. Seasonal retrospective analyses on these anomalies has the importance of showing the change in frequency. We consider that these kind of analyses can ease the follow up and enlighten the future.
Abstract | Full Text PDF

5.Bronchogenic cysts; Analysis of 13 operated cases.
Fazlı Yanık, Yekta Altemur Karamustafaoğlu, Cenk Balta, Yener Yörük
doi: 10.5222/otd.2018.03206  Pages 24 - 30
GİRİŞ ve AMAÇ: Bronkojenik Kistler; embiryojenik primitif ön bağırsağın tomurcuklarının göç ederken ki kalıntılarından oluşan nadir görülen konjenital kistik lezyonlardır. Bu çalışmanın amacı, opere edilen bronkojenik kistlerin klinik özelliklerinin ve cerrahi sonuçlarının araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda; kliniğimizde bronkojenik kist (BK) tanısı ile Ocak 2008-Haziran 2016 tarihleri arasında opere edilen 13 olgu değerlendirildi. Semptomlar, görüntüleme yöntemleri, kistin lokalizasyonu, cerrahi yöntemler, patolojik bulgular ve cerrahi sonuçları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Çalışmamıza yaş ortalaması 49 ± 15,7 yıl (dağılım 26-74 yıl) olan 3 (%24) erkek, 10 (%76) kadın olgu dahil edildi. En sık görülen semptomlar sırasıyla öksürük (%70), dispne (%38), göğüs ağrısı (%16), ateş (%16) iken üç (%24) olgu yakınmasızdı. Lokalizasyonlarına göre; dokuzu (%68) paratrakeal, ikisi (%16) infrakarinal, biri (%8) intraparankimal, biri (%8) paraözofageal yerleşimliydi. Oniki olguda (%92) sağ, bir olguda (%8) sol toraks yerleşimliydi. Kistler 10 olguda (%76) torakotomi, iki olguda(%16) VATS (Video Yardımlı Toraks Cerrahisi), bir olguda (%8) video-mediyastinoskopi ile komplet olarak eksize edildi. Ortalama kist çapı 4,6 ± 1,4 cm (3-7 cm) olarak hesaplandı. Ortalama takip süresi ve hastanede kalış süresi sırasıyla, 33 ± 40,4 ay (3- 100 ay ) ve 3,5 ± 1,7 gündü (1-6 gün). Bir (%8) olguda komplike kist tespit edildi. Pnömoni, yara yeri enfeksiyonu, diyafram paralizisi olmak üzere üç (%24) olguda komplikasyon gelişti. Mortalite gözlenmezken, takip süresince nüks saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bronkojenik kistler nadir görülen ancak hayatı tehdit edici durumlara dahi yol açabilen konjenital kistik lezyonlardır. İleride oluşabilecek semptomlar, çeşitli komplikasyonların gelişebilmesi, maligniteye dönüşüm riski, cerrahi tedavinin başarılı sonuçları gibi sebepler nedeniyle, semptomatik olguların yanı sıra asemptomatik olgularda da temel tedavi düşük mortalite, morbidite ve nüks oranları ile cerrahidir. Son yıllarda geliştirilen minimal invaziv
INTRODUCTION: Bronchogenic cysts are very rare congenital cystic lesions which are residues of the embryonic primitive foregut buds while migration. The aim of this study is to investigate the clinical characteristics and management of operated bronchogenic cysts.
METHODS: In our study; thirteen(n=13) patients with bronchogenic cysts were treated surgically evaluated between January 2008 and June 2016 at our institution. Symptoms at diagnosis, radiologic findings, locations, surgical methods, pathological findings and surgical outcomes were researched retrospectively from consecutive patient medical records.
RESULTS: The mean age was 49±15,7 years(range26-74years), 3(24%)men and 10(76%)female patients were included in our study. The most common symptoms were respectively cough(70%),dyspnea(38%),pain(16%),fever(16%) while three(24%) patients were asymptomatic. There were nine(68%)paratracheal, two(16%) infrakarinal, one(8%) intraparenchymal, one(8%) paraesophagial located cysts. 12 of bronchogenic cysts (92%) were located in the right chest while one of them(8%) was in the left. Complete cyst excision was performed in10 cases(76%) with thoracotomy, in two cases(16%) with VATS ( Video Assisted Thoracic Surgery ),in one case (8%) with video-mediyastinoscopy. Median cyst diameters was calculated as 4,6±1,4cm(range 3-7 cm). The mean follow-up period and lenght of hospital stay was 33±40,4 months (range3to100 months)and 3,5±1,7days(range1-6days), respectively. One(8%) case had complicated cyst. Complications were observed in3(24%)patients (Pneumonia, wound infection, diaphragm paralysis). There was no mortality and not detected recurrence during the follow-up period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Bronchogenic cysts are congenital cystic lesions which are rare but they can even lead to life-threatening situations. Because of symptoms that may occur in the future, the development of various complications, malignant transformation and successful results of surgical treatment both symptomatic and asymptomatic patients the basic treatment should have surgery with low mortality, morbidity and recurrence rates. We conclude that the minimally invasive procedures developed in recent years like video mediyastinoscopy and VATS may be an alternative of thoracotomy in appropriate patients.
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
6.Relationship between human papilloma virus and benign and malign lesions of oral cavity and oropharynx, current approach
Zeynep Alev Sarısoy, Güven Yıldırım, Ahmet Burçin Sarısoy, Kürşat Murat Özcan
doi: 10.5222/otd.2018.70298  Pages 31 - 37
Papillomavirus enfeksiyonu insanlarda çok sık görülen ve esas olarak cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır. HPV enfeksiyonunun gelişimi, uterus serviksi, diğer alt genital bölge mukozası ve oral mukozadan başlayabilir. HPV subklinik veya klinik enfeksiyonlara neden olabilir. HPV ile ilişkili klinik enfeksiyonlar, genital papillomlar, cilt papillomları, nükseden solunum yolu papillomatozisi, skuamöz intraepitelyal lezyonlar ve serviks, oral kavite ve orofarinks kanseridir. Oral kanserlerin yaklaşık % 20'si ve orofaringeal kanserlerin % 60-80'inin HPV enfeksiyonuna bağlı olabileceği düşünülmektedir. 2007'de birçok Avrupa ülkesinde HPV aşısının kullanıma sunulmasından bu yana 40'dan fazla ülke, ulusal bağışıklama programlarında HPV aşılamayı başlattı. Orofarengeal ve Oral kavite kanser tedavisinden sorumlu hekimler, HPV aşısı hakkında bilgi sahibi olmalı ve HPV ile ilişkili enfeksiyon ve kanserleri azaltmak için teknolojideki gelişmeleri takip etmelidir.
Papillomavirus infection is a very common and mainly sexually transmitted disease in humans. The development of HPV infection may start from uterine cervix, other lower genital area mucosa and oral mucosa. HPV can cause subclinical or clinical infections. Clinical infections associated with HPV are genital papillomas, skin papillomas, recurrent respiratorial papilomatosis, intraepithelial squamous lesions, cervix, oral cavity and oropharyngeal cancer. Approximately 20% of oral cancers and 60-80% of oropharyngeal cancers are thought to be due to HPV infection. Since the introduction of HPV vaccine in many European countries in 2007, more than 40 countries have launched HPV vaccination in national immunization programs. Physicians responsible for the treatment of oropharyngeal and oral cavity cancer should be knowledgeable about HPV vaccination and should follow developments in technology to reduce HPV-associated infections and cancers.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
7.Facioscapulohumeral Muscular Dystrophy and Anesthesia
Tarkan Mıngır, Cansu Kılınç Berktaş, Seray Türkmen Kalyon, Namigar Turgut
doi: 10.5222/otd.2018.90532  Pages 38 - 40
Fasioskapulohumeral musküler distrofi (FSHD), omuz kuşağı ve yüz kaslarının tutulumuyla başlayan, ilerleyici bir kas distrofisidir. Yüz tutulumu olan hastalarda orbicularis oculi tutulumu lagoftalmiye yol açar. Özellikle ailevi olgularda ilerleyici işitme ve göz dibinde kapiller telanjiektaziler, mikroanevrizmalar, retinal eksudasyonlar ve kapiller kapanmalar görülebilir. Kas hastalıklarında inhalasyon anestezikleri ve sük¬sinilkolin kullanımının, malign hipertermi, rabdomiyoliz riskiyle karşılaşma olasılığını arttırdığı bilinmektedir. Çalışmamızda sol gözde vazoproliferatif tümör ve maküler retinopati nedeniyle cerrahi girişim geçiren FSHMD tanılı hastaya uyguladığımız başarılı anestezi yönetimini sunmayı amaçladık.
Facioscapulohumeral Muscular Dystrophy
(FSHD),is a progressive muscular disorder. Typical features include wasting of the facial or shoulder girdle muscles. Facial weakness affects the eye closure (orbicularis oculi). Progressive hearing loss and retinal vasculopathy with capillary telangiectasis, microaneurysms and capillary closure has been reported. It is known that the use of inhalation anesthetics and succinylcholine in muscular diseases increases the risk of malignant hyperthermia, the risk of rhabdomyolysis. In the present report we described successful anesthetic management for a patient with an FSHMD who underwent surgery for vasoproliferative tumor and macular retinopathy in the left eye.
Abstract | Full Text PDF

8.A Suppurative Granulomatous Lymphadenitis Agent: Tularemia, Case Report
Nurhan Erzurumluoğlu, Aytül Sargan, Fetin Rüştü Yıldız, Selver Özekinci, Gökhan Mersinlioğlu
doi: 10.5222/otd.2018.21704  Pages 41 - 45
Tularemi gram negatif bir kokobasil olan Francisella tularensis'in neden olduğu bir hastalıktır. Temel klinik formları ülseroglandüler, glandüler, oküloglandüler, orofaringeal, tifoidal ve pnömonik tularemidir. Francisella tularensis süpüratif granülomatöz lenfadenite sebep olur. Bu çalışmada, malignite ile karışabilmesi nedeniyle, süpüratif granülomatöz lenfadenit ile prezente olan orofaringeal tularemi olgusunu sunmak istedik.
Tularemia is a disease caused by a Gram-negative coccobacillus Francisella tularensis. The major clinical forms are ulceroglandular, glandular, oculoglandular, oropharyngeal, typhoidal, and pneumonic tularemia. Francisella tularensis, causes suppurative granulomatosus lymphadenitis. In this study, we wanted to report a case of oropharyngeal tularemia, which can be misdiagnosed as malignity, in a patient who presented with suppurative ganulomatous lymphadenitis.
Abstract | Full Text PDF

9.A case of glutaric aciduria type 1 diagnosed at an early age
Ensar Duras, Yelda Türkmenoğlu, Bekir Yiğit Develi, Attila Alp Gözübüyük, Özlem Evrim Göksoy Topal, Ozan Özkaya
doi: 10.5222/otd.2018.48278  Pages 46 - 49
Glutarik asidüri tip 1, L-lizin, L-hidroksilizin ve L-triptofan metabolizmasında rol alan glutaril koenzim A dehidrogenaz enzim eksikliğine bağlı olarak otozomal resesif kalıtılan ender görülen nörometabolik bir hastalıktır. Hastalık geçirilen bir enfeksiyonu, rutin aşılamayı ya da cerrahi müdahaleyi takiben başlayan konvülziyon, distoni ve diskinetik hareketlerle veya nöromotor gelişim basamaklarının kaybı gibi kronik seyirli bir tablo ile ortaya çıkabilir. Makrosefali hastaların büyük bir kısmında bulunmaktadır. Tandem-mass spektrometre, idrar organik asit analizi ve beyin manyetik rezonans görüntülemesi ile glutarik asidüri tip 1 tanısı konulabilir. Tedavide lizinden kısıtlı diyet ile L-karnitin başlanarak hastalığın ilerlemesi büyük ölçüde önlenebilir. Bu yazıda, kliniğimize ateş ve öküsürük yakınması nedeniyle başvuran, fizik muayenesinde makrosefali saptanan ve izleminde diskinetik hareketleri ve konvülziyonu gözlenen altı aylık erkek hasta sunularak glutarik asidüri tip 1’de erken tanı ve tedavinin öneminin vurgulanması amaçlanmıştır.
Glutaric aciduria type 1 is an autosomal recessive rare neurometabolic disease caused by the deficiency of glutaryl-coenzyme A dehydrogenase which has a part in L-lysine, L-hydroxylysine and L-tryptophan metabolism. It may be manifested by convulsion, dystonia and dyskinetic movements or by chronic course such as the loss of the neuromotor development stages following an infection, a routine vaccination or surgery. Majority of the patients has macrocephaly. Tandem-mass spectrometry, urine organic acid analysis and brain magnetic resonance imaging can be used to diagnose glutaric aciduria type 1. The progression of the disease may be limited considerably with lysine restricted diet and L-carnitine supplementation. In this article, we aimed to emphasize the importance of early diagnosis and treatment in glutaric aciduria type 1 by presenting a six-month-old male patient who was admitted to our clinic with the complaints of fever and cough and identified with macrocephaly on the physical examination and developed dyskinetic movements and convulsions on his follow-up.
Abstract | Full Text PDF

10.A keratitis Case Which Was Isolated of Aspergillus
Rabiye Altınbaş, Güzin İskeleli, Selcan Çolakoğlu, Samira Hagverdiyeva, Mert Ahmet Kuşkucu, Cezmi Doğan, Kenan Midilli, Hırisi Bahar Tokman
doi: 10.5222/otd.2018.75688  Pages 50 - 53
Fungal keratitler patojen fungusların korneada yaptığı fırsatçı bir enfeksiyondur. Fungal keratitlerden en sık sorumlu olan etkenler filamentöz funguslardır. Fusarium ve Aspergillus en sık keratit yapan iki filamentöz funguslardır.
Göz travması, topikal antibiyotik ve steroid kullanımı, kontakt lens kullanımı, sistemik hastalıkların varlığında (diyabetes mellitus), immun sistemin zayıflaması oluşan keratit olgularında fungusların etken olabileceği akılda tutulmalıdır. Olgumuzda Tip 2 Diabetes Mellitus’u olan 54 yaşındaki erkek bir hastada izole edilen Aspergillus flavus’un, kötü prognozlu, tedavisi zor, görme kaybına yol açabilmesi nedeniyle öneminin vurgulanması amaçlandı.
Fungal keratitis is an opportunistic infection caused by pathogenic fungi in the cornea. The most common responsible infectious agent for fungal keratitis are filamentous fungi. Fusarium and Aspergillus are the most important and frequently seen filamentous fungi. Eye injuries, existing ocular diseases, topical antibiotics and steroids, contact lens use, systemic diseases (diabetes mellitus (DM)), weakening of the immunity are predisposing causes. Aspergillus flavus keratitis is an eye infection with poor prognosis, difficult to treat and can lead to loss of vision so we aimed to emphasize the importance of Aspergillus flavus isolated in a 54 year old male patient with type 2 DM.
Abstract | Full Text PDF

11.Self-tracheotomy in acute airway obstruction: A rare case.
Erdi Özdemir, Yavuz Atar, Güven Yıldırım, Yavuz Uyar, İmran Aydoğdu, Yusuf Öztürkçü, Ayşe Enise Göker, Ziya Saltürk, Tolgar Lütfi Kumral
doi: 10.5222/otd.2018.24392  Pages 54 - 56
Akut üst solunum yolu obstruksiyonu, dakikalar içerisinde ölümle sonuçlanabilen acil bir durumdur.Trakeotomi veya krikotirotomi, bu gibi acil durumlarda uygulanan müdahelelerdir.Trakeotomi,havayolunu güvence altına almak için trakea ön duvarında alternatif bir pencere oluşturma işlemidir.Krikotirotomi ise;daha çok hastane dışı durumlarda acil uygulanan bir prosedürdür.Biz üst solunum yolu tıkanıklığında kendi kendine trakeotomi uygulayan olguyu sunduk. Hasta, acil servise stridor, trakeotomi açmaya çalıştığı boyun ön duvarda kanama ile başvurdu.Hasta acil solunum darlığı şikayetiyle operasyona alındı ve trakeotomi uygulandı ayrıca kanamaya neden olan anterior juguler ven bağlandı.Yapılan tetkiklerinde akut epiglotit saptandı ve buna bağlı üst solunum yolu tıkanıklığı olduğu anlaşıldı. Trakeotomi; yanlızca sağlık profesyonelleri tarafından uygulanması gereken ciddi bir müdaheledir.
Acute upper airway obstruction is an emergency that can lead to death in minutes. Therefore, early intervention is required using either a tracheotomy or cricothyrotomy. A tracheotomy provides an airway by opening a window on the anterior surface of the trachea. A cricothyrotomy is an emergency procedure that can be performed outside a hospital. We present a patient with acute upper airway obstruction who attempted to perform a tracheotomy on himself. The patient was admitted to hospital with stridor and bleeding caused by a sharp instrument. We learned that the patient had cut himself whilst attempting to provide an airway by performing a tracheotomy. He was taken to the operating room where a tracheotomy was performed and the bleeding was controlled by ligating the anterior jugular vein. He was diagnosed with acute epiglottitis and treatment was begun. A tracheotomy should be performed by trained healthcare professionals.
Abstract | Full Text PDF