Volume: 9  Issue: 1 - 2012
Hide Abstracts | << Back
REVIEW ARTICLE
1.Reproductive Life Cycle: Folliculogenesİs And Menstruatİon
Özgür Öktem, Bülent Urman
doi: 10.5505/tjod.2012.37039  Pages 1 - 24
Folikülogenez ve menstrual siklus sadece üreme tıbbının değil aynı zamanda genel jinekolojinin en temel konusudur. Normal reprodüktif fonksiyon, overde folikül gelişimi, dominant folikülün seçilmesi, ovulasyon ve endometriyumun implantasyon için hazırlanması aşamalarını içerir. Bu şekilde olan düzenli ovulatuar sikluslar, hipotalamus, hipofiz ve overden gelen uyarıcı ve inhibe edici sinyallerin çok hassas bir şekilde entegrasyonu ile sağlanır. Yani hipotalamo-hipofiz-ovaryen aksın eş zamanlı senkronize olarak çalışmasına ihtiyaç vardır. Gonadotropin-releasing hormon (GnRH) medial bazal hipotalamus bölgesinden pulsatil olarak salınarak hipofiz (pitüiter) portal sisteme gönderilir. Bu sayede GnRH anterior hipofiz bezinden FSH (follicle stimulating hormone) ve LH (luteinizing hormone) hormonlarının sistemik dolaşıma salınmasına yol açar. FSH ve LH overde folikül büyümesi, ovulasyon ve korpus luteum oluşumunu sağlarken aynı zamanda foliküllerden östradiol, progesteron ve inhibin gibi hormonların koordine salınımından da sorumludurlar. Ovaryen steroidler endometriyumu olası bir implantasyon için hazırlarken, diğer taraftan da hem hipofizer düzeyde FSH ve LH, hemde hipotalamik düzeyde GnRH salınımlarını negatif feedback yoluyla kontrol ederler. Overde folikül büyümesinin erken evreleri gonadotropinlerden bağımsız olarak lokal olarak üretilen büyüme faktörlerinin etkisi ile otokrin-parakrin etkileşimlerle sağlanmaktadır. Bu sayede antral aşamaya ulaşan foliküllerden oluşan bir kohortun içinden sistemik gonadotropin uyarısı ile seçilen bir dominant folikül ovulatuar aşamaya ulaşmaktadır. Bu bölümde oositin en temel formu olan primordial germ hücrelerinin oluşumundan başlanarak sırası ile folikül oluşumu, büyümesi, dominant folikül seçimi ve ovulasyona kadar rol alan faktörler ve hormonlar ile menstrual siklustaki endometrial değişimler ve implantasyon mekanizmaları ve belirteçleri son güncel verilerin ışığında ayrıntılı olarak verilmiştir.
Learning folliculogenesis ve menstrual changes thoroughly is of paramount importance in order to understand and approach a wide range of gynecologic disorders in a contemporary manner. Development of follicles, selection of the dominant follicle and ovulation along with synchronized endometrial changes are prerequisites for normal reproductive function and perpetuation of species. An orchestrates of stimulatory and inhibitory signals originating from hypothalamus, hypophysis and the ovaries and their well balanced actions are required for this function. Quiescent primordial follicles are recruited as primary follicles, which continue to grow until they reach gonadotropin responsive antral stage where after another wave of cyclic recruitment occurs to select a cohort of antral follicles for further growth, dominance and ovulation. What triggers the initiation of growth in primordial follicles remained a mystery for decades. But now a growing body of evidence suggests that rather than a single hormone or signaling pathway an orchestrate of many signals arising from different compartments in the ovary such oocyte, granulosa and theca cells and stroma coordinate the activation of primordial follicles and the early stages of follicle growth. Furthermore these locally produced hormones can modify the response of the growing follicles to gonadotropins; may act as luteinization inhibitors at later stages of follicle growth; and thence may influence the success of assisted reproduction techniques in human. In response to gonadal sex steroids secreted by growing and dominant follicles prepare endometrium for a possible conception along with a laundry list of locally produced factors in the endometrium. We aimed in this article is to provide one of the most comprehensive update on folliculogenesis, menstrual changes and implantation.
Abstract | Full Text PDF

2.Semen Analysis From A Point Of View Of Gynecologist And Recent Developments
Ömer Lütfi Tapısız, Şadıman Kıykaç Altınbaş, Faruk Abike, Ümit Göktolga
doi: 10.5505/tjod.2012.60476  Pages 25 - 31
İnfertilite, bir yıldır korunmasız cinsel ilişkiye rağmen konsepsiyonun oluşmaması olarak tanımlanır ve yaklaşık olarak çiftlerin %15’ini etkiler. Yıllar içindeki mevcut data, patolojinin %55 olguda kadınlarda, %35 olguda erkeklerde olduğunu ve geri kalan %10 olgunun da açılanamayan infertilite olarak tanımlandığını göstermektedir. Erkek infertilitesi sıklıkla semendeki bir yetersizliğe bağlıdır ve semen kalitesi erkek fekunditesinin ölçümünde kullanılır. Semen analizi erkek semeninin belirli özelliklerini ve semenin içerdiği spermi değerlendirir. İnfertil bir çiftin değerlendirilmesinde erkek için yapılacak ilk laboratuar incelemesi semen analizi olmalıdır. Biz de burada, infertil çiftlerin değerlendirilmesinde çok önemli bir laboratuar incelemesi olan semen analizini Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) yayınladığı son kriterler ışığında bütün yönleri ile gözden geçirmeye çalıştık.
Infertility is defined as the time of one year of unprotected intercourse without conception and affects approximately 15% of the couples. Data available over the years reveal that pathology is found among 55% of cases in women, 35% of cases in men and the remaining 10% of cases are defined as unexplained infertility. Male infertility is commonly due to deficiencies in the semen, and semen quality is used as a surrogate measure of male fecundity. A semen analysis evaluates certain characteristics of a male's semen and the sperm contained in the semen. It should be the first laboratory investigation for men while evaluating a couple's infertility. Here, we tried to review the semen analysis as a very important laboratory investigation in evaluating the infertile couples with all points in the light of last published World Health Organization (WHO) criteria.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

RESEARCH
3.Paraoxonase and arylesterase activities in pregnant women with intauterine growth restriction: a preliminary study
Yelda Özkan, Ebru Öztürk, Özcan Balat, Mete Gürol Uğur, Özcan Erel
doi: 10.5505/tjod.2012.34966  Pages 32 - 36
Objectif: İntrauterin Gelişme Kısıtlılığı etiyopatogenezinde paroksanaz ve arilesteraz enzim aktivitelerinin yerinin ortaya konulması
Planlama: Prospektif
Ortam: Gaziantep Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum AD
Hastalar: İntrauterin Gelişme Kısıtlılığı izlenen gebeler
Girişim: Serum analizi, hasta ve kontrol gruplarının rutin gebelik takibi
Değerlendirme parametreleri: Serum paroksanaz ve arilesteraz enzim aktiviteleri
Sonuç: Paroksanaz ve arilesteraz enzim aktiviteleri hasta grubunda anlamlı ölçüde yüksek olarak saptanmıştır
Yorum: Bu çalışma HDL’ye bağlı antioksidan bir enzim olan paroksanaz 1 ’in intrauterin gelişme kısıtlılığı patofizyolojisinde yeri olduğunu ortaya koyan literatürdeki ilk çalışmadır. Bu konuda özellikle intrauterin gelişme kısıtlılığının öngörülmesindeparoksanaz ve arilesteraz enzim aktivitelerinin yerini ortaya koyan prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: To evaluate the role of paraoxonase and arylesterase activities in etiopathogenesis of intrauterine growth restriction
Design: Prospective study
Setting: Gaziantep Üniversity, Medical School, Department of Obstetrics and Gynecology
Patients: Pregnant patient with intrauterine growth restriction.
Interventions: Serum analysis and rutin pregnancy interventions.
Main outcome measures: Serum paraoxonase and arylesterase activities.
Results: We have demonstrated higher paraoxonase and arylesterase activities in patient group.
Conclusions: This is the first report about the role of paraoxonase 1, which is a HDL-associated antioxidant enzyme, in etiopathogenesis of intrauterine growth restriction in English literature. Further studies to evaluate the importance of serum paraoxonase and arylesterase activities for prediction of intrauterine growth restriction are needed.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

4.The role of midtrimester amniotic fluid leptin and endothelin-1 levels in prediction of preeclampsia
Ahmet Tayyar, Ahter Tanay Tayyar, Ümmühan Abdülrezzak, Mustafa Kula, Mustafa Taş, Mehmet Tayyar
doi: 10.5505/tjod.2012.42204  Pages 37 - 41
Amaç: Genetik amniyosentez örneklerinde leptin ve endotelin-1 düzeylerini inceleyerek bunların preeklampsi gelişimini tahmin etmede kullanıp kullanılamayacağını araştırmak.
Gereç ve yöntemler: Genetik amniyosentezle 16-20 haftalık gebelerden alınan amniyotik sıvı (AS) örneklerinde leptin ve endotelin-1 düzeylerini araştırdık. Prospektif yapılan takiplerde preeklampsi gelişen ve sağlıklı doğum yapan hastaları kaydettik.
Bulgular: Preeklampsi gelişen grupta AS leptin ve endotelin-1 düzeyleri kontrol grubundan istatistiksel olarak yüksek bulunmuştur.
Yorum: AS’de henüz preeklampsi bulguları ortaya çıkmadan önce leptin ve endotelin-1’in yüksek düzeyde bulunması nedeniyle bu proteinlerin preeklampsiyi önceden tahmin etmede kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Böylece preeklampsi takip ve tedavisinin erken başlatılması ile olası komplikasyonların ve bunlara bağlı oluşacak maddi giderlerin azaltılması mümkün olabilecektir.
Anahtar kelimeler: amniyotik sıvı, leptin, endotelin-1
Objective: We investigated leptin and endothelin-1 levels of amniotic fluid (AF) which was collected during genetic amniocentesis to use these parameters for prediction of preeclampsia.
Meterial and methods: The level of leptin and endothelin-1 were measured in the samples of AF which were obtained at 16-20 weeks of pregnancy during genetic amniocentesis. We recorded the patients who developed preeclampsia and who had healthy pregnancy and birth.
Results: AF leptin and endothelin-1 levels were significantly increased in the preeclamptic group compared to control group.
Conclusion: As we detected increased level of AF leptin and endothelin-1 before preeclampsia symptoms develop we think that these proteins can be used to predict preeclampsia. Thus, early follow up and treatment of preeclampsia could decrease possible complications and related financial expense.
Key words: amniotic fluid, leptin, endothelin-1
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

5.Endometrium kanserinde sağkalımı etkileyen prognostik faktörler
Ateş Karateke, Selçuk Selçuk, Mehmet Reşit Asoğlu, Ahmet Namazov, Niyazi Tuğ, Çetin Çam, Seda Çakır
doi: 10.5505/tjod.2012.83435  Pages 42 - 46
Amaç: Bu çalışmada endometrium kanseri olgularında sağ kalımı etkileyen faktörlerin incelenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Zeynep Kamil Eğitim ve Araştırma Hastanesi Jinekolojik Onkoloji Kliniğinde 2001-2010 yılları arasında opere olmuş 172 endometrium kanseri olgusunun yaş, cerrahi evre, tümör histopatolojik tip, grade, myometrial invazyon derinliği, lenfovasküler alan tutulumu ve lenf nodu tutulumu ve sağ kalım verileri kaydedildi. Hastalar 1988 FIGO kriterlerine göre evrelendi. Prognostik faktörlerin 5 yıllık sağ kalım oranları ve sağkalım süresi üzerindeki etkileri araştırıldı.
Bulgular ve Sonuç: Operasyonun üzerinden en az beş yıl geçmiş 52 olgunun beş yıllık sağ kalım oranı % 76.9 olarak hesaplandı. Histolojik tip, LVI ve LN metastazı 5 yıllık sağkalım oranları üzerine istatatiksel olarak anlamlı etkisi olan prognostic faktörler olarak bulundu. Cerrahi evre, histolojik tip, grade, LVI, LN metastazı ve myometrial invazyon derinliği sağkalım süresini anlamlı olarak etkileyen prognostic faktörler idi.
Objective: Factors affecting survival in endometrial cancer patients were aimed to be investigated.
Material and Methods: Survival, age, histopathologic diagnosis, stage, grade and lymphovascular space involvement of 172 endometrial cancer patients operated in Zeynep Kamil Hospital between 2001-2010 years were analyzed retrospectively. All patients were staged according to 1988 FIGO criteria. The effect of prognostic factors on 5 years survival rate and overall survival was evaluated.
Results and Conclusion: Five years survival of 52 patients whom were operated at least 5 years ago was 76.9%. There were significant effect of histological type, LVI and LN metastasis on five years survival rate. Furthermore; surgical staging, histological type, grade, LVI, LN metastasis and degree of myometrial invasion were found to be significant factors effected overall survival.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

6.Diagnostic value and timing of serum antichlamidial antibody level evaluation during infertility workup among infertile women in whom tubal factor was detected with diagnostic laparoscopy
Serkan Kahyaoğlu, İnci Kahyaoğlu, Necdet Süt, Mehmet Aydın, Leyla Mollamahmutoğlu, Utku Özcan
doi: 10.5505/tjod.2012.58815  Pages 47 - 54
AMAÇ: Normal histerosalpingografi (HSG) bulguları varlığında, geçirilmiş pelvik inflamatuar hastalık sonrası muhtemel gelişmiş pelvik adezyonların laparoskopi ile tedavisi için uygun hasta seçiminde pelvik enfeksiyonların en sık etkenlerinden klamidya trahomatise karşı kanda antikor düzeyi araştırılması faydalı olabilir. Anormal HSG bulguları varlığında da laparoskopiyi bir süreliğine ertelemede negatif bir antiklamidyal antikor düzeyinin faydası araştırılmaya değer bir konudur. Bu çalışmada bu iki konu araştırılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEMLER: Serum antiklamidyal antikor düzeyinin tanısal değerinin belirlenmesi amacıyla, hastanemiz infertilite kliniğine Mayıs 2004 ile Kasım 2005 tarihleri arasında infertilite etiyolojisi araştırılması amacıyla diagnostik laparoskopi yapılması için yatırılan 80 hastadan postoperatif dönemde alınan kan örneklerinde mikroeliza yöntemi ile antiklamidyal IgM ve IgG antikor düzeyleri araştırılmak üzere yürütülmüştür. Hastaların en az son bir yıl içinde çektirmiş oldukları HSG filmleri değerlendirildi. Bu hastalardan klamidya trahomatis serum immünglobulin M ve immünglobulin G antikor düzeyi çalışılması amacıyla postoperatif erken dönemde venöz yoldan kan alındı ve ameliyat bulguları ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların antiklamidyal antikor düzeylerine göre 60 tanesinin (%75) klamidyal enfeksiyon geçirmediği ve 20 hastanın ise (%25) daha önce klamidyal enfeksiyon geçirdiği saptanmıştır. Hastalar preoperatif dönemde çekilen HSG’leri bakımından normal ve normal dışı olarak 2 gruba ayrıldığında; anormal HSG’ si olan 60 hastanın 18 tanesinde (%30) antiklamidyal antikor düzeyleri pozitiflik gösterirken, HSG’ si normal olan 20 hastanın 2 tanesinde (%10) antiklamidyal antikor düzeyleri pozitiflik gösteriyordu.
SONUÇ VE TARTIŞMA: Antiklamidyal antikor düzeyleri pozitif çıkan hastaların %85’ inde, antiklamidyal antikor düzeyleri negatif olan hastaların ise %46.7’ sinde diagnostik laparoskopide tubal geçişte defekt saptanmış olması klamidya trahomatis enfeksiyonunun tubal infertiliteyle ilişkili olduğunu göstermiştir.
OBJECTIVES: With normal hysterosalpingography (HSG) results, selecting suitable candidates for the laparoscopic treatment of probable pelvic adhesions following previous pelvic inflammatory disease, it would be wise to investigate serum antibody screening against chlamidia trachomatis. It is worth to evaluate whether it is useful to detect a negative antichlamidial antibody disease for cancelling laparoscopy for a while with abnormal HSG findings. These two subjects have been investigated in study.
MATERIAL AND METHODS: For detecting diagnostic value of serum antichlamidial antibody, in our infertility clinic, postoperative blood samples of 80 patients who were hospitalized for diagnostic laparoscopy to investigate infertility ethiology between May 2004 and November 2005 have been tested with microelisa method for antichlamidial IgM and IgG antibodies. HSG films of the patients performed at least one year were evaluated. Venous blood was drawn from these patients during postoperative early period for studying serum IgM and IgG antibodies of chlamidia trachomatis and the results were compared with operative findings.
RESULTS: According to the antichlamidial antibody levels 60 (75%) patients have not been infected with chlamidia and 20 (25%) patients have been infected previously. When the patients were divided to two groups; normal and abnormal; based on preoperative HSG films; 18 (30%) of the 60 patients with abnormal HSG films and 2 (10%) of the 20 patients with normal HSG films had positive antichlamidial antibody levels respectively.
CONCLUSION: The relationship between chlamidia trachomatis infection and tubal infertility has been demonstrated among 85% of patients with positive antichlamidial antibody levels and 46.7% of patients with negative levels who had tubal passage defects detected during diagnostic laparoscopy.
Abstract | Full Text PDF

7.Analysis of seconder anal sphincter repair in patients with faecal incontinence
Ebru Öztürk, İrfan Kutlar, Özcan Balat, Mete Gürol Uğur, Fatma Bahar Cebesoy, Ebru Dikensoy
doi: 10.5505/tjod.2012.54771  Pages 55 - 58
Objectif: 2009-2010 yıllarında fekal inkontinans sebebiyle sekonder anal sfinkter onarımı uygulanan hastaların sonuçlarının değerlendirilmesi.
Planlama: Retrospektif
Ortam: Gaziantep Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum AD
Hastalar: Fekal inkontinans şikayeti bulunan hastalar
Girişim: Uçuca anastamoz yöntemi ile sekonder anal sfinkter onarımı
Değerlendirme parametreleri: Postoperatif fekal ve gaz inkontinansı
Sonuç: Hastaların % 75 inde fekal inkontinansta düzelme izlenirken, bu hastaların %25’inde gaz inkontinansının devam ettiği saptanmıştır.
Yorum: Verilerimiz literatürle uyumlu olarak değerlendirilmiştir. Literatürde sekonder anal sfikter onarımı için uçuca anstomoz ve üstüste sfinkteroplasti olmak üzere iki metod tanımlanmıştır. İki yöntemi karşılatıran randomize, kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: To evaluate the effectiveness of seconder anal sphincter repair in patients with faecal incontinence.
Design: Retrospective study
Setting: Gaziantep Üniversity, Medical School, Department of Obstetrics and Gynecology
Patients: Patients with fecal incontinence.
Interventions: Seconder end-to-end repair of anal sphincter.
Main outcome measures: Postoperative flatus and faecal incontinence
Results: Twelve (75%) women had improvement for faecal incontinence in which 4 (25%) women had flatus incontinence.
Conclusions: The results of seconder anal sphincter repair in Gaziantep University, Medical School, Department of Obstetrics and Gynecology was observed in consistent with literature. Further randomised controlled trials to compare the effectiveness of different techniques including overlap repair, end-to-end repair in reducing anal incontinence are needed.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

8.The role of non-stress test to decision-making procedure in pregnant women with cesarean delivery "outcomes of our clinic and literature review"
Bülent Ergun, Serhat Şen, Yusuf Kılıç, Oğuzhan Kuru, Mehmet Özsürmeli
doi: 10.5505/tjod.2012.14632  Pages 59 - 64
Giriş: Kardiyotokografi fetal sağkalımı artırmak için yaklaşık 4 dekattır kullanılan temel yöntemdir. Buna rağmen bu yöntemin fetal iyilik halini değerlendirmedeki etkinliği tartışmalıdır. Amaç fetal hipoksiyi tanımak ve ciddi asfiksi gelişmeden duruma müdahale etmektir. Ancak fetal kalp atım hızının monitorizasyonu hipoksinin şiddeti ile korele olmadığından operatif doğum oranları artmakta, neonatal sonuçlar bu artışa zannedildiği oranda olumlu yansımamaktadır.
Amaç: Kardiyotokografik olarak fetal distres tanısıyla sezeryan endikasyonu verilen olguların retrospektif olarak taranıp postpartum kan gazı ve APGAR skoru referans alınarak elektronik fetal monitorizasyonun (EFM) fetal iyilik halini göstermedeki doğru karar verdirici rolünü değerlendirmek.
Materyal ve Metod: İstanbul Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 2007-2009 yılları arasında EFM' ye göre fetal distres endikasyonuyla sezeryan yapılan 590 olguya ait veriler retrospektif olarak tarandı. Olgular kendi içinde doğum zamanına göre preterm ve term olmak üzere iki gruba ayrıldı. Postpartum dönemde kaydedilen verilerden doğum kilosu, 1.ve 5. dakika APGAR skoru, kordon kanı pH, pO2, pCO2, HCO3, baz excess (BE) değerleri tarandı. İstatistiksel olarak EFM'nin fetal distres endikasyonu koymadaki pozitif prediktif değeri ve kontrol yöntemi olarak Apgar skorlamasının sensitivite, spesivite, pozitif ve negatif prediktif değerleri taranan parametreler esas alınarak analiz edildi.
Sonuç: EFM teknikleri içinde en sık ve yaygın kullanılmakta olan EFM çeşitli nedenlerle tek başına fetal iyilik halini göstermede tahmin edildiği kadar başarılı bulunmamıştır. Bu bağlamda fetal distres tanısı konulan fetüslerin aslında %30 kadarında fetal hipoksi olduğu saptandı (pH<7.20). Fetal hipoksi gözlenen grubun %38’ lik bölümünde 1. Dakika Apgar skoru cut-off değer olan 7’ nin altında bulundu. Buna rağmen uteroplasental yetmezlik başta olmak üzere fetal hipoksiyle seyreden risk grubundaki hastalarda fetal iyilik halinin saptanmasında kullanışlı olmakla birlikte klinisyeni pekçok nedenle operatif doğuma yönlendirmesi ve gereksiz müdahale sıklığındaki artış dikkat çekici bulunmuştur. Medikolegal sorunlar göz önüne alındığında EFM' nun yaygın kullanılan yöntem olması kabul edilebilir görünmektedir.
Introduction: Non-stress test (NST) became the basic method to increase fetal survival rates during over 4 decades.
Although the accuracy of fetal well-being assesmernt of the method still remains controversial. The basic goal is to
predict fetal hipoxia and severe asphyixia and intervene before fetal death happens. On the other hand, prenatal
outcome does not improve as desired due to discordance between NST findings and severity of fetal hipoxia.
Aim: To determine the power of decision-making role of NST, via retrospective datas of cesarean deliveries indicated with fetal distress according to NST findings.
Materials and methods: In Istanbul Medical Faculty Hospital, the datas of 590 cesarean deliveries indicated with fetal distres according to NST findings, between the dates of 2007-2009 were detected retrospectively. Cases were divided into two groups as preterm and term labors. The postpartum term datas selected were; birth weight, APGAR scores of 1st and 5th minutes, cord blood pH, pH, pO2, pCO2, HCO3, base excess (BE). As measuring the value of NST to predict fetal hipoxia, positive predictive value was calculated. As for APGAR scoring; positive and negative predictive values, spesificity, sensitivity were calculated.
Result: NST was not found as effective as it was obtained. Only 30% of the cases were found hipoxic. Additionally between those fetuses with hipoxia, 38% had 1st minute APGAR score of 7 (cut-off value) and under. Although in cases with findings of uteroplacental insufficiency NST should give much valuable information, regarding to increase of unnecessary surgical procedures. On the other hand, concept of guideness of NST to operative labor seems to be logical considering medicolegal issues.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

9.Results of 15 Years Semen Analysis in a Training Hospital Andrology Laboratory
Gülnaz Kervancıoğlu, İbrahim Polat, Seval Kul, Gonca Yetkin Yıldırım, İsmet Alkış, Ali İsmet Tekirdağ
doi: 10.5505/tjod.2012.93695  Pages 65 - 69
Amaç: 15 yıllık bir süreçte infertilite polikliniğinden androloji laboratuarımıza refere edilen infertil çiftlerden erkek hastaların semen değerlerinin gösterdiği değişikliklerin ve tanımların irdelenmesi.
Gereç ve yöntem: Ocak 1995- Temmuz 2009 arasında, S.B. Bakırköy Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi İnfertilite Bölümü Androloji laboratuarına gelen 6780 erkek hastaya ait 9327 semen analizi incelendi. 2000’den önce yapılan analizler World Health Organization (WHO) 1992, 2000-2009 arası yapılanlar ise WHO 1999 manueline göre değerlendirildi. Morfoloji ise Kruger-strict kriterlerine göre değerlendirildi. Laboratuarda tüm analizler IVF sertifikalı tek doktor tarafından yapıldı.
Bulgular: 9327 analizin yıllara göre dağılımı: 1995 yılında 293 analiz, 2000 yılında 492, 2002 yılında 715, 2007 yılında 1217, 2008 yılında 1122, 2009 yılında 634 olarak bulundu. Normosperminin 1995’ten itibaren giderek azaldığı ve 1999 dan itibaren belli bir çizgide kaldığı görüldü. Oligoastenoteratozoospermi (OAT) sayısının giderek arttığı, teratozoospermilerde 2004 yılında bir azalma olmasına karşın 2007 de tekrar artmaya başladığı ve düzenli arttığı, azoosperminin aynı düzeyde devam ettiği görüldü. 6780 hastada % 35 normospermi, % 4 azoospermi, % 57 teratozoospermi dağılımı dikkati çekti.
Sonuç: Ünitemize müracaat eden hasta ve analiz sayıları düzenli artış gösterdi. Bu artış kliniğimize, laboratuarımıza olan güven ve Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) uygulamaları ile ilintilendi. 1995-2000 arasında normosperminin azalıp sonra sabit kalması ve OAT ile teratozoospermide artış; erkek infertilite hastalarının daha fazla başvurmasına, ünitemizin intrauterin inseminasyon (İUİ) uygulamalarına ve yardımcı üreme tekniklerinin (ÜYT) yaygın kullanılmasına bağlanabilir.
Background: Changes and definitions of the semen values of male partners of infertile couples referred by Infertility clinic to the andrology laboratory in 15 years period.
Materials and methods: Between January 1995 and July 2009, 9327 semen samples of 6780 male patients were analyzed at Bakırköy Maternal and Children’s Health Education and Research Hospital, Department of Infertility Andrology laboratory. Analysis made prior to 2000 were according to the World Health Organization (WHO) manual of 1992, while those made after 2000 WHO manual of 1999. Morphology was evaluated according to Kruger-strict criteria. All of semen analysis were performed by one doctor ( MD Ph.D.)who has a certification of ART laboratory.
Results: Annual distribution of 9327 analyses: 293 in 1995, 492 in 2000, 715 in 2002, 1217 in 2007, 1122 in 2008, 634 in 2009. The percentage of normospermic samples reduced gradually from 1995 to 1999 after that it persisted in a stable line. It was noted that the percentage of oligoastenoteratozoospermic samples (OAT) was increased, despite a reduction in teratozoospermies in 2004, it steadily started to increase again in 2007, and the the percentage of azoospermic sample continued at the same level. Of 6780 patients 35% normospermic, 4% azospermic and 57% teratozoospermic distribution were noticed.
Conclusion: The number of semen analysis and the number of patients that were referred to andrology laboratory for semen analyses regularly increased every year. The explanation of this increase was associated with the change of the Social Security coverage rules (SGK). First reduction and than steady levels of normospermia and the increase of OAT and teratozoospermia, could be associated with intrauterine insemination which is increasingly performed in our unit and assisted reproductive techniques (ART).
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

CASE REPORT
10.Pulmonary edema due to mitral stenosis in pregnancy: A Case Report
Handan Güleç, Süleyman Akarsu, Semih Değerli, Fatma Berçin, Necla Dereli, Şaziye Şahin
doi: 10.5505/tjod.2012.68553  Pages 70 - 72
Mitral darlık, gebelik ve doğum sürecinde en çok sıkıntı yaratan kalp kapak hastalığıdır. Gebelik süresince artan sodyum ve su tutulmasına bağlı olarak plazma volümü artmakta, gebeliğin ikinci trimesterinde en yüksek düzeye ulaşmaktadır. Dolayısıyla gebeliğin ilk trimesterinde kardiak output normalin %30-40’ı kadar artmakta, mitral stenozlu hastalarda ise bu durum önemli hemodinamik değişikliklere neden olmaktadır. Preload artışı ile sol atrial basınç artmakta, artan pulmoner venöz konjesyon sonucu da kolaylıkla akciğer ödemi ortaya çıkmaktadır. Mitral stenozlu gebelerde anne ölümlerinin başlıca nedeninin akut akciğer ödemi olduğu belirtilmektedir. Klinik bulgular özellikle onikinci haftadan sonra belirgin hale gelmekte, en iyi ve ileri konservatif tedavilere rağmen anne ve bebek ölümleri görülebilmektedir. Burada 19 yaşında ilk gebeliği olan, gebeliğinin 29. haftasında kasılma şikayeti ile kliniğimize başvuran ve hastanede izlemi sırasında gelişen solunum yetmezliği üzerine yapılan incelemede mitral stenoz ve buna bağlı akciğer ödemi tespit edilen olgu sunulmaktadır.
Mitral stenosis is a valvular heart disease, that is the most troublesome during pregnancy and birth process. Plasma volume increases due to sodium and water retention during pregnancy and in the second trimester of pregnancy it reaches the maximum level. In the first trimester of pregnancy, normal cardiac output increases by 30 to 40% and this condition causes significant hemodynamic changes in patients with mitral stenosis. Pulmonary edema occurs rapidly with high left atrial pressure due to increased preload. İt is noted that acute pulmonary edema is the primary cause of maternal mortality in pregnant women with mitral stenosis. Clinical signs are becoming evident, especially after the twelfth week. Despite the best conservative treatment, maternal and infant mortality can be seen.In this case, we present pulmonary edema due to mitral stenosis dianosed following dyspne in a 19 years old pregnant woman at the 29th week of her first pregnancy.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

11.Drop Foot: An Unexpected Complication of Vaginal Hysterectomy. A Case Report
Selda Demircan, Mert Küçük, Hasan Yüksel, Ali Rıza Odabaşı, Selda Şen, Mustafa Ogurlu
doi: 10.5505/tjod.2012.92499  Pages 73 - 76
Nervus peroneus communis hasarına bağlı olarak gelişen düşük ayak, litotomi pozisyonunda yapılan jinekolojik ve kolorektal operasyonlarından sonra gelişebilen nadir bir komplikasyondur. Nervus peroneus communis, litotomi pozisyonunda yapılan operasyonlarda, anatomisine bağlı olarak fibula başı seviyesinde bası ve germe tehlikesi ile karşı karşıya kalmakta ve hasara uğrayabilmektedir. Özellikle operasyon süresinin uzun sürmesi, sigara kullanımı öyküsü, alkolizm, diabetes mellitus, ailesel nöropati öyküsü ve subklinik nöropati gibi faktörlerin bu riski artırdığı iddia edilmektedir. Bu yazıda, vajinal histerektomi sonrası nervus peroneus communis hasarını, vajinal histerektomi sonrası bağlı düşük ayak gelişen ve fizik tedavi ile dört ay sonra tamamen düzelen diabetik bir olgu sunurak, literatür eşliğinde tartışmayı amaçladık.
Drop foot due to common peroneal nerve injury is a rare complication that can occur after gynecologic and colorectal operations which are performed under lithotomy position. In the operations performed in lithotomy position, common peroneal nerve, depending on its anatomy, is in danger for compression and traction at the level of the head of the fibula and may be injured. Especially prolonged operation time, factors such as history of smoking, alcoholism, diabetes mellitus, history of familial neuropathy and subclinical neuropathy is claimed to increase the risk. In this article, we aimed to discuss common peroneal nerve injury after vaginal hysterectomy with literature review, presenting a diabetic patient, who developed drop foot after vaginal hysterectomy and fully recovered after four months of physical therapy.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

12.Early diagnosis of rudimentary horn pregnancy and its excision by laparoscopy: Case Report
Ahmet Mete Ergenoğlu, Ahmet Özgür Yeniel, Nuri Yıldırım, Sermet Sağol, İsmail Mete İtil
doi: 10.5505/tjod.2012.72677  Pages 77 - 79
Rudimenter horn, müllerian kanal anomalilerinden biri olup rudimenter hornda gebelik sıklığı 1/76000 ile 1/150,000 arasında bildirilmiştir. Tanısı genellikle rüptüre olan gebelikten sonra konulabilmektedir. Vaka sunumumuzda 31 yaşında, öyküsünde sezeryan ile sağlıklı doğumu olan olgunun, rudimenter horn gebeliğinin sekizinci gebelik haftasında ultrasonografi ile erken tanısının konulması ve bu rudimenter horn gebeliğinin laparoskopik olarak eksizyonu bildirilmiştir.
Rudimentary horn is one of the mullerian canal anomalies, the probability of rudimentary horn pregnancy is between 1/76000 and 1/150000. Usually, it is diagnosed after the rupture. In this case report, a patient who had a cesarean section before and who had an early diagnosis of rudimentary horn pregnancy in the eighth pregnancy week is mentioned. The rudimentary horn is excised by laparoscopy in this patient.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

13.Symptomatic endometriosis of rectus abdominis muscle in a patient with uterus didelphys
Yavuz Emre Şükür, Murat Gözüküçük, Korhan Kahraman, Şerife Esra Çetinkaya, Murat Sönmezer
doi: 10.5505/tjod.2012.06641  Pages 80 - 83
Giriş: Rektus abdominis kasında endometriozis oldukça ender rastlanan ve kadınlarda karın duvarı kitlelerinin ayırıcı tanısında dikkat edilmesi gereken bir durumdur.
Olgu: 42 yaşında G2 P2, uterus didelfisi olan hasta karın duvarında yaklaşık 4x5 cm’lik hassas kitle nedeniyle başvurdu. BT’de kontrast madde tutulumu olan kitle umbilikus altı median kesi ile eksize edildi. Operasyonda endometriozis odağı olduğu fark edilen kitle geride rekürrense yol açacak parça kalmayacak şekilde çıkartıldı ve primer onarım yapıldı.
Tartışma: Artan sezaryen oranlarıyla birlikte insidansının artacağı düşünüldüğünde abdominal duvar endometriozisi atlanmaması gereken önemli bir teşhistir. Tedavisi cerrahi rezeksiyondur ve özellikle atipik yerleşimli olduğunda rekürrensi engellemek için geride odak bırakmamaya özen gösterilmelidir.
Background: Endometriosis of the rectus abdominis muscle is a very rare event and it should be kept in mind in the differential diagnosis of women with abdominal wall mass.
Case: 42 year-old G2 P2 patient with uterus didelphis was referred with a painful abdominal wall mass of approximately 4x5 cm size. The mass that has contrast matter enhancement on CT was excised with median laparotomy below the umbilicus. The mass which was thought as endometriosis was excised without remaining any pieces to prevent recurrence and primarily repaired.
Discussion: Along with the increasing incidence due to increased cessarean rates the endometrial wall endometriosis is an important diagnosis that should not be omitted. The treatment is surgical resection and to we should take care not to leave any pieces to prevent recurrence especially when it is located atypically.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text