Volume: 11  Issue: 3 - 2014
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH
1.The role of unexplained high serum alpha-fetoprotein (AFP) and human chorionic gonadotropin (hCG) levels in the second trimester to determine poor obstetric outcomes
Hümeyra Öztürk, Salim Erkaya, Sibel Altınbaş, Burak Karadağ, Nazan Vanlı Tonyalı, Demet Özkan
doi: 10.4274/tjod.00922  Pages 142 - 147
Amaç: Yüksek maternal serum alfafetoprotein (MSAFP) ve/veya insan koryonik gonadotropin (hCG) seviyeleri ile gebelik komplikasyonları arasındaki ilişkiyi incelemek ve kötü gebelik sonuçlarını öngörmede etkili olup olmadığını değerlendirmek amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntemler: On beş ile 20. gebelik haftaları arasındaki gebelerden test sonuçlarına göre MSAFP ve hCG değerinin 2.0 multiples of median (MoM) üstünde ve altında olan toplam 679 hasta çalışmaya alındı. Preeklampsi, intrauterin gelişme geriliği (İUGG), preterm eylem, preterm doğum, dekolman plasenta, plasenta previa, plasenta akreata, PPROM, intrauterin fetal ölüm neonatal ve perinatal morbidite oranları değerlendirildi.
Bulgular: İkinci trimesterde anormal hCG ve AFP yüksekliği ile bazı istenmeyen gebelik sonuçları arasında anlamlı düzeyde ilişki tespit edildi. İzole HCG yüksekliğinde preeklampsi ve preterm eylem ya da spontan preterm doğum oranı kontrol grubuna göre hafif yüksekken (p=0,043, p=0,015), IUGG, PPROM, dekolman plasenta, intrauterin fetal ölüm oranları kontrol grubuyla benzer saptandı (p=0,063, p=0,318, p=1,00, p=0,556).
Birden fazla marker yüksekliğinde obstetrik komplikasyon oranının arttığı gözlenmiştir. Maternal serum AFP ve hCG MoM değeri yüksekliği ile preeklampsi, IUGG, PPROM, intrauterin fetal ölüm arasında anlamlı ilişki mevcuttu (p=0,003, p=0,001, p=0,040, p=0,006).
Sonuç: Artmış risk bulunan hastaların nasıl takip ve tedavi edileceğine dair kesin bir protokol henüz bulunmamaktadır. Bu bilgiler ışığında hastanın bilgilendirilmesi ve eğitimi, muhtemel komplikasyonların belirti ve bulgularının öğretilmesi, daha sık antenatal kontrol, daha sık USG yapılması (fetal büyüme, AFI vb), NST, arteryel venöz Doppler ölçümleri, biyofizik profil ve servikal uzunluk ölçümleri risk altındaki gruplarda önerilmektedir.
Objective: To investigate the relationship between gestational complications and high levels of maternal serum alfa-fetoprotein (MSAFP) and/or beta human chorionic gonadotropin (hCG) and to determine whether these markers are effective predictors of poor pregnancy outcomes.
Materials and Methods: In this study, we enrolled a total of 679 women at 15-20 gestational weeks with MSAFP and hCG below or above 2.0 multiples of the median (MoM); of those, 200 women with normal MSAFP and hCG MoM formed the control group. Pre-eclampsia, intrauterine growth retardation (IUGR), preterm labor, preterm delivery, placental abruption, placenta previa, placenta accreta, preterm premature rupture of the membranes (PPROM), intrauterine fetal death, as well as neonatal and perinatal morbidity rates were evaluated.
Results: A significant relationship was found between adverse pregnancy outcomes and abnormal elevation of hCG and AFP levels in the second trimester. In cases of isolated elevation of hCG, preeclampsia and preterm labor/spontaneous preterm birth rate were slightly higher than in the control group (p=0.043, p=0.015), while IUGR, PPROM, placental abruption, and intrauterine fetal death rates were all similar (p=0.063, p=0.318, p=1.00, p=0.556). In case having an elevation in both markers, increased rate of obstetric complications have been observed. A significant relationship was found between the high levels of maternal serum AFP and hCG MoM and poor pregnancy outcomes like preeclampsia, IUGR, PPROM, intrauterine fetal death (p=0.003, p=0.001, p=0.040, p=0.006).
Conclusion: To our knowledge, up to now, no definitive follow-up and treatment protocols have been established for patients at increased risk. In light of these findings, it is recommended to inform and educate patients about the most likely signs and symptoms of complications, to make more often antenatal visits, to perform more frequent ultrasound examination (fetal growth, AFI, etc.), NST, arterial/venous doppler, biophysical profile, and cervical length measurements in high-risk group.
Abstract | Full Text PDF

2.Intrahepatic cholestasis of pregnancy: Relationship between bile acid levels and maternal and fetal complications
Bilge Çetinkaya Demir, Esra Şahin Güneş, Mehmet Aral Atalay
doi: 10.4274/tjod.28000  Pages 148 - 152
Amaç: Gebeliğin intrahepatik kolestazı (GİK), serum safra asit (SSA) konsantrasyonlarında yükseklik ile karakterize olan bir gebelik komplikasyonudur.
Maternal ve fetal morbiditeyi arttırmaktadır. Çalışmamızda GİK tanısı almış hastaların perinatal sonuçlarını değerlendirmeyi ve SSA düzeyi ile preterm doğum arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: 2009-2013 yılları arasında GİK tanısı alan 61 hastanın dosyalarına retrospektif olarak ulaşılarak maternal ve yenidoğan bulguları açısından analiz edildi. Bulgular: Analiz edilen 61 hastanın %87’si tekil, %13’ü ikiz gebelik idi. Ortalama SSA düzeyleri 36 μmol/L idi. Preterm doğum oranı ikiz gebeliklerde %62,5, tekillerde %24,5 olarak bulunmuştur. SSA düzeylerinin preterm doğum yapan hastalarda (ortalama 100,8 μmol/L) miadında doğum yapan hastalara göre (ortalama 25,61 μmol/L) istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu bulundu (p=0,001). Perinatal mortalite izlenmedi.
Sonuç: Gebeliğin intrahepatik kolestazı tanısı alan gebeler, fetal ve maternal açıdan yüksek riskli grubu oluşturur. Preterm doğum, mekonyum boyanma ve fetal ölüm açısından artmış riskleri nedeni ile yakın izlem gereklidir.
Objective: Intrahepatic cholestasis of pregnancy (ICP) is a complication which is characterized by elevated serum bile acid levels. ICP increases maternal and fetal morbidities. This study was designed to determine the association between maternal and fetal complications and serum bile acid levels.
Materials and Methods: Maternal and fetal characteristics were analyzed from the medical records of 61 patients who gave birth following a pregnancy complicated with ICP between 2009 and 2013.
Results: Eighty-seven percent of 61 cases were singletons and 13% were twins. Mean SBA level was 36 μmol/L. Preterm birth rate among singletons and twin pregnancies were 24.5% and 62.5%, respectively. Mean SBA level in the preterm birth group was statistically higher than that in the term birth group (100.8 μmol/L and 25.61 μmol/L, respectively; p=0.001). No perinatal mortality associated with ICP was detected in the study group.
Conclusion: Pregnant women with ICP represent high-risk group in regard to fetal and maternal risks. Close follow-up of these patients is required due to increased risks such as preterm delivery, meconium staining, and fetal death.
Abstract | Full Text PDF

3.Evaluation of female sexual function index and associated factors among married women in North Eastern Black Sea region of Turkey
Yeşim Bayoğlu Tekin, Ülkü Mete Ural, Işık Üstüner, Gülşah Balık, Emine Seda Güvendağ Güven
doi: 10.4274/tjod.43815  Pages 153 - 158
Amaç: Bu çalışmanın amacı Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan evli kadınlarda Female Sexual Function Index (FSFI) skorlarının belirlenmesi ve demografik verilerle karşılaştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntemler: Bu kesitsel, tanımlayıcı çalışma bir üniversite hastanesi kadın hastalıkları ve doğum polikliniğinde yürütülmüştür. On sekiz-50 yaşları arasındaki aktif şikayeti olmayan evli kadınlar değerlendirilmiştir. Yaş, gravide ve yaşayan çocuk sayıları, evlilik süreleri, eğitim ve gelir düzeyleri, her hangi bir işte çalışma durumu ve kullandıkları kontraseptif yöntemler sorgulanmıştır. FSFI’nın cinsel istek, uyarılma, lubrikasyon, orgazm, doyum, ağrı alt grupları ve toplam skor belirlenerek demografik verilerle karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Katılımcıların %70,9’unda düşük FSFI değerleri tespit edilmiştir. Yaş, evlilik süresi ve çocuk sayısının FSFI skorunu olumsuz olarak etkilendiği belirlenmiştir. Orta düzeyde öğrenim gören ve kontraseptif yöntem kullanan kadınlar daha yüksek FSFI skorlarına sahiptir. Ağrı skoru tüm parametrelerden bağımsız olarak katılımcılarda yüksek olarak tespit edilmiştir.
Sonuç: Kadınlarda cinsel fonksiyon bozukluklarının belirlenmesi için cinsellik konusunda bilgilendirmenin arttırılması ve cinsellik hakkında farkındalık yaratılması gerekmektedir.
Objective: The aim of this study was detection of Female Sexual Function Index (FSFI) scores of married women living in North Eastern Black Sea region of Turkey and comparison with demographic data.
Materials and Methods: A cross-sectional, descriptive study conducted at a University Hospital, gynecology and obstetrics outpatient clinic. Married women between 18-50 years of age, without any complaint enrolled in the study and participants were asked to fill out the form of FSFI. Age, gravidity and number of living children, duration of marriage, education and income levels, employment status, and contraceptive methods has been questioned. Sexual desire, arousal, lubrication, orgasm, satisfaction, pain subscales, and total score of FSFI were determined and compared with demographic data.
Results: Lower FSFI levels were detected from 70.9% of the respondents. Age, duration of marriage and number of children were adversely affected the FSFI scores. Intermediate education level and usage of a contraceptive method were related with higher FSFI scores. Pain scores were high in all participants independently from other parameters.
Conclusions: For identification of women’s sexual dysfunction, increasing the knowledge level and awareness about sexuality are required.
Abstract | Full Text PDF

4.Does the serum E2 level change following coasting treatment strategy to prevent ovarian hyperstimulation syndrome impact cycle outcomes during controlled ovarian hyperstimulation and in vitro fertilization procedure?
Omer Hamid Yumusak, Serkan Kahyaoglu, Ayse Seval Ozgu Erdinc, Saynur Yilmaz, Yaprak Engin Ustun, Nafiye Yilmaz
doi: 10.4274/tjod.48751  Pages 159 - 164
Amaç: Ovaryan hiperstimülasyon sendromu (OHSS), kontrollü ovaryan hiperstimülasyon (KOH) ve in vitro fertilizasyon (KOH-IVF) prosedür uygulamalarında halen klinik bir problem olarak yerini korumaktadır. Aşırı cevaplı hastalarda OHSS önleme stratejisi olarak coasting uygulanarak, KOHIVF siklus sonuçları klinik gebelik oranları esas alınarak değerlendirildi.
Gereç ve Yöntemler: Serum E2 seviyesi 3000 pg/ml ve üzeri olan 119 aşırı cevaplı hastanın KOH-IVF siklus sonuçları değerlendirildi. Toplam 119 hastanın 98’ine coasting veya coasting ile beraber GnRH antagonist uygulanırken, coasting uygulaması yapılmayan 21 hasta da kontrol grubu olarak dahil edildi. Coasting uygulanan 119 hastanın KOH ve IVF-ET sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Coasting sonrası klinik gebelik gerçekleşip gerçekleşmeyen hastalar arasında E2 düşüş seviyesi ve E2 seviyesi düşüş oranları benzer olarak izlendi. Klinik gebeliği olan hastalarda total gonadotropin dozu, 2PN sayısı, embryo sayısı ve fertilizasyon oranları anlamlı bir biçimde daha fazla olduğu saptandı.
Sonuç: Coasting OHSS gelişimini engellemek için klinik olarak kullanılan faydalı bir önleme statejisidir. GnRH antagonist ile beraber kullanımı gebelik üzerine zararlı yada iyileştirici etkisi gözlenmeden, coasting uygulama süresini azaltmaktadır. Coasting uygulamasını takiben E2 oranlarındaki düşüş ve yükselişlerin siklus sonuçlarını etkilemediği gözlenmiştir.
Objective: Ovarian hyperstimulation syndrome (OHSS) remains as a clinical problem for hyperresponder patients during controlled ovarian hyperstimulation and in vitro fertilization (COH-IVF) procedure. Herein, we aimed to evaluate the COH-IVF outcomes in hyperresponder patients managed with coasting treatment strategy for OHSS prevention regarding the establishment of clinical pregnancy as an endpoint of the treatment cycle.
Materials and Methods: The medical records related to the COH-IVF outcome in 119 hyperresponder patients who have exhibited a serum estradiol level greater than or equal to 3000 pg/mL were evaluated. The study was conducted on a total of 119 patients, 98 of whom have been treated by coasting or coasting with GnRH antagonist co-treatment strategies, while the remaining 21 women (control group) have not been managed with coasting treatment. The COH and IVF-ET outcomes in the 119 patients were compared based on the coasting treatment situation.
Results: Among the women who received coasting treatment, the number of patients demonstrating E2 level decrement and also E2 level decrement rate after coasting were similar between patients with and without clinical pregnancy. Total gonadotropin dose, 2PN number, embryo number, and fertilization rate were significantly higher in the patients with a clinical pregnancy.
Conclusion: The coasting treatment is a clinically useful preventive strategy for OHSS avoidance. GnRH antagonist co-treatment decreases the duration of coasting although any detrimental or ameliorating impact of this effect on pregnancy rates have not been seen. The E2 level decrement or increment following coasting treatment seems not to be related to cycle outcomes.
Abstract | Full Text PDF

5.Analysis of non-squamous vulvar cancer cases: A 21-year experience in a single center
Derya Akdağ Cırık, Rukiye Kalyoncu, Işın Üreyen, Tolga Taşçı, Nurettin Boran, Ahmet Özfuttu, Taner Turan, Gökhan Tulunay
doi: 10.4274/tjod.83436  Pages 165 - 169
Amaç: Bu çalışmada kliniğimizde nonskuamöz hücre tipli vulva kanseri tanısı alıp tedavisi yapılan olgular değerlendirildi.
Gereç ve Yöntemler: Ocak 1992-Ağustos 2013 yılları arasında non-skuamöz vulva kanseri tanısıyla tedavisi yapılan 14 olgunun verisi incelendi. Hastaların yaşı, tümörün histopatolojik tanısı, tümörün yerleşim yeri ve boyutu, yapılan tedavi, tedaviye yanıt, rekürrens ve sağ kalım süreleri analiz edildi.
Bulgular: Olguların tanı yaşı ortalama 53’tü. Hastaların %71’inde başvuru şikayeti vulvada kaşıntıydı. Tümör boyutu ortalama 2,4 cm olup 0,5-6 cm arasındaydı ve %65’i labia majör lokalizasyonundaydı. Histopatolojik tanı beşinde malign melanom, beşinde bazal hücreli kanser, ikisinde müsinöz tip adenokanser, birinde apokrin bez kanseri ve birinde malign periferik sinir kılıf tümörüydü. Hastaların 11’ine cerrahi uygulandı. Cerrahi sekiz hastada radikal vulvektomi+bilateral inguinofemoral lenfadenektomiydi. Üç hastada lenf diseksiyonu yapılmadan yalnızca lokal eksizyon yapıldı. Radikal cerrahi yapılan sekiz olgunun beşinde (%62,5) lenf nodu metastazı vardı. İki hastada lenf nodu tutulumu bilateraldi. Olguların ortalama takip süresi 49,2 ay olup, 12-72 ay arasında değişmekteydi. Hastaların %57,1’inde rekürrens gelişti. Bunlarda tanıdan rekürrense kadar geçen süre ortalama 19,5 aydı (aralık, 6-48 ay).
Sonuç: Non-skuamöz hücreli vulva kanseri oldukça nadirdir ve homojen bir grup değildir. Malign melanom bu grup içinde en agresif seyirli tümördür. Bu tümörlerin tedavisinin standardizasyonu için çoklu merkezli prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: To evaluate the patients with non-squamous cell type of vulvar cancer who were treated in our clinic within 21 years.
Materials and Methods: We assessed the data of 14 patients who were treated for non-squamous cancer of the vulva between January 1992 and August 2013. The age of patients, histopathological diagnosis of the tumor, tumor size, tumor location, medical or surgical treatment, response to the treatment, recurrence, and survival rates were analyzed.
Results: The mean age of the patients was 53 years. The main complaint was vulvar pruritus (71%). Mean tumor size was 2.4 cm (range: 0.5-6 cm). In 65% of cases, the tumor was localized in the labia majora. The histopathologic diagnosis of the patients was as follows: malignant melanoma in 5 patients, basal cell carcinoma in 5 patients, mucinous type adenocarcinoma in 2 patients, apocrine gland carcinoma in one patients, and malign peripheral nerve sheath tumor in 1 patient. For 11 patients, surgery was the primary treatment. Radical vulvectomy and bilateral inguinofemoral lymphadenectomy were performed in 8 patients. Local excision alone without lymphadenectomy was performed in other 3 patients. Five of eight patients (62.5%), who undergone radical surgery, had lymph node metastases. Of these 5 patients, two had bilateral lymph node metastasis. Mean follow-up time was 49.2 months (range 12 to 72 months). Eight (57.1%) patients had suffered first recurrence. In those patients, the mean time to recurrence was 19.5 months (range, 6-48 months).
Conclusion: Non-squamous cell vulvar cancer is a rare disease and comprises a heterogeneous group of tumors. Malignant melanoma is the most aggressive one. Multicenter prospective studies are necessary in order to standardize the treatment of these rare tumors.
Abstract | Full Text PDF

6.Opinion of women about elective abortion
Bülent Çakmak, Fulya Zeynep Metin, Asker Zeki Özsoy, Hatice Yılmaz Doğru, Rıca Çıtıl, Yalçın Önder
doi: 10.4274/tjod.83723  Pages 170 - 175
Amaç: Bu çalışmanın amacı hastaneye başvuran kadınların istemli düşük hakkındaki görüşlerinin incelenmesidir.
Gereç ve Yöntemler: Mart 2013-Nisan 2013 tarihleri arasında yürütülen tanımlayıcı nitelikteki bu çalışmada, bir üniversite hastanesine başvuran hasta ve yakınlarından araştırmaya katılmayı kabul eden 500 kadına yüz yüze görüşme yöntemiyle anket uygulanmıştır. Anket demografik özellikleri tanımlayıcı “6” ve kürtaj hakkındaki tutum ve görüşleri değerlendiren “14” sorudan oluşmaktaydı.
Bulgular: Çalışmaya katılan 500 kadının yaşları 18 ile 75 arasında değişmekte olup ortalama yaş 31,5±11,9 olarak saptandı. Kadınların 26’sı (%5,2) okuryazar değilken 109’u (%21,8) üniversite mezunu idi. Çalışmaya katılanların %70,8’i isteğe bağlı kürtaja karşı olduğunu belirtti. İsteğe bağlı kürtaja karşı olduğunu belirtenlerin %53,1’i “dinen yasak olması”, %35,3’ü “insan haklarına aykırı olması” ve %7,1’i ise “anne açısından sağlıksız olması” nedeniyle isteğe bağlı kürtaja karşı olduklarını bildirdi. Kürtajın yasaklanması konusunda, katılımcıların %82,4’ü gerekli durumlarda kürtajın yapılabilmesi gerektiğini, %9,6’sı tamamen yasaklanması gerektiğini, %8’i ise hiçbir şekilde yasaklanmaması gerektiğini belirtti.
Sonuç: Katılımcıların büyük bir kısmı isteğe bağlı kürtaja olumsuz yönde baktıklarını belirtse de, zorunluluk durumlarında kürtajın yapılabilmesi gerekliliğini bildirmiştir. Kürtaj gibi halk sağlığını etkileyebilecek durumlarda yasal düzenlemeler yapılırken toplumun konuya bakış açısının da değerlendirilmesi gerektiğinin yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Objective: The aim of this study was to investigate the opinions of women who presented to the hospital for elective abortion.
Materials and Methods: This descriptive study was designed and conducted at our university hospital between March 2013-April 2013 by the method of face-to-face interviews with 500 women who presented to the hospital as patient or relatives of patients. Poll consisted of 6 questions about demographic characteristics and 14 questions evaluating the opinions and attitudes about abortion.
Results: The age of the women who participated in the study was ranging between 18 and 75 years with the mean age of 31.5±11.9 years. Twenty-six women (5.2%) were illiterate, while 109 (21.8%) were university graduates. 70.8% of women stated that they were against elective abortion. Among the reasons against abortion on request were: “forbidden by the religion”-53.1% of women, “against human rights”-35.3%, and “unhealthy for the mother”-7.1% of women. About the prohibition of abortion, 82.4% of women said that “it may be performed under necessary conditions”, 9.6% “it should be completely forbidden”, and 8% stated that “it should never be forbidden”.
Conclusion: A large number of respondents reported that they have negative attitude towards elective abortion, however, in case of medical necessity, abortion should be performed. During the legal arrangements done about situations that may affect the public health, such as abortion regulations, we believe it would be useful to assess the perspective of the society on this issue.
Abstract | Full Text PDF

7.Prevalence of pelvic organ prolapse and related factors in a general female population
Hakan Aytan, Devrim Ertunç, Ekrem C. Tok, Osman Yaşa, Hakan Nazik
doi: 10.4274/tjod.90582  Pages 176 - 180
Amaç: Bu çalışmanın amacı hizmet verilen kadın popülasyonunda pelvik organ prolapsusu (POP) prevalansının ve gelişmesi ile ilişkili faktörlerin belirlenmesidir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya Haziran 2008 ile Aralık 2008 arasında hastaneye başvuran toplam 3000 kadından, çalışmaya katılmak isteyen 1354’ü dahil edildi. Otuz dört hasta daha önce histerektomi veya bir çeşit pelvik rekontrüksiyon ameliyatı olduğu için çalışma dışı bırakıldı. Kadınların genel bilgileri, medikal ve obstetrik öyküleri kaydedildi. Tüm hastalara pelvik organ prolapsusu değerlendirme (POP-Q) sistemi kullanılarak prolapsus açısından muayene yapıldı. Evre ≥2 genital prolapsus olarak kabul edildi. Prolapsusu olan ve olmayan hastalar karşılaştırıldı. Regresyon analizi ile bağımsız değişkenler analiz edildi.
Bulgular: Üç yüz elli sekiz hastada (%27,1) evre ≥2 prolapsus mevcut idi. Prolapsusu olan hastalar istatistiksel olarak anlamlı derecede daha ileri yaşlarda, daha kilolu, bel kalça oranı daha yüksek ve daha fazla doğum yapmış idi. Doğum şekline bakıldığında prolapsusu olan kadınlarda sezaryen ile doğum yapma oranı anlamlı olarak daha düşük iken (sırasıyla %10,6 ve %20,8, p<0,001), doğurdukları bebeklerin ortalama kilosunun prolapsusu olmayan kadınlara göre anlamlı olarak fazla idi (3584±574’e karşı 3490±389 g, p=0,004). Eğitim seviyesinin prolapsusu olan kadınlarda olmayanlara oranla anlamlı olarak düşük olduğu bulundu. Regresyon analizinde bel-kalça oranı (odds oranı [OR]: 46,2, güven aralığı [GA]: 3,3-655, p=0,005), parite (OR: 1,5, GA: 1,3- 1,7, p<0,001), vajinal doğum (OR: 1,5, GA: 0,3-0,8, p=0,005) ve menopozda olma durumunun (OR: 1,2, GA: 1,1-1,4, p=0,005) POP gelişmesi için risk faktörleri olduğu tespit edildi.
Sonuç: İncelenen toplulukta bel-kalça oranı, parite, vajinal doğum ve menopoz POP gelişmesi ile ilişkili bağımsız risk faktörleri olarak bulunmuştur.
Objective: The aim of this study was to assess the prevalence and the related factors of pelvic organ prolapse (POP) in a female population to whom health care services are offered.
Materials and Methods: 1354 of the 3000 women admitted to the outpatient clinic between June 2008 and December 2008 were enrolled as they accepted to participate to the study. 34 of these patients with a history of previous hysterectomy and/or any kind of pelvic reconstructive surgery were excluded. Baseline characteristics, as well as medical and obstetric history of the patients were recorded. All women underwent vaginal examination to determine the degree of prolapse by pelvic organ prolapse quantification (POPQ) system. POP-Q stages ≥2 were defined as prolapse. Women with and without prolapse were compared. Regression analysis was used in order to determine the independent predictors.
Results: Prolapse (stage ≥2) was detected in 358 patients (27.1%). Patients with prolapse were found to be significantly older and heavier. They had a higher waist to hip ratio and had a higher parity. Compared to women without prolapse, cesarean rate was significantly lower in women with prolapse (10.6% vs. 20.8%; p<0.001), and the mean birth weight of the babies of the women with prolapse was significantly higher (3584±574 vs. 3490±389 g, p=0.004). Prevalence of prolapse was found to be decreased as the level of education increased. Waist to hip ratio (OR: 46.2, CI: 3.3-655, p=0.005), parity (OR: 1.5, CI: 1.3-1.7, p<0.001), vaginal delivery (OR: 1.5, CI: 0.3-0.8, p=0.005), and menopausal status (OR: 1.2, CI: 1.1-1.4, p=0.005) were found to be independent predictors of development of POP.
Conclusion: In the present study, POP was found to be associated with waist to hip ratio, parity, vaginal delivery, and menopausal status.
Abstract | Full Text PDF

REVIEW ARTICLE
8.Recent advances in the diagnosis and management of gestational diabetes
Pınar Solmaz Hasdemir, Hasan Terzi, Faik Mümtaz Koyuncu
doi: 10.4274/tjod.71677  Pages 181 - 185
Gestasyonel diabet, gebeliklerin ortalama %7’sini etkileyen ve hem anne, hem de fetüs için potansiyel zararlar içeren bir durumdur. Böylesine sık karşılaşan ve önem arz eden bir durum olmasına rağmen, henüz tanı ve yönetiminde altın standart yaklaşımlar net olarak belirlenmiş değildir. Bu derlemenin amacı, son yıllarda gestasyonel diabetin gerek tanısında ve gerekse yönetiminde ortaya çıkan gelişmeleri irdelemektir.
Gestational diabetes is a condition which is seen in 7% of pregnancies and have potential risks for both mother and fetus. Despite its importance, there is not any golden standard approaches to the diagnosis and management of the disease. The aim of this review was to investigate the advances in the diagnosis and management of gestational diabetes in recent years.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
9.Long Term Survival After Total Pelvic Exenteration In A Patient With Recurrent Cervical Carcinoma: A Case Report
Soner Düzgüner, Tuba Zengin, Tolga Taşçı, Taner Turan, Nurettin Boran, Gökhan Tulunay, Mehmet Faruk Köse
doi: 10.4274/tjod.04207  Pages 186 - 188
Rekürren servikal kanserin yönetimi rekürrensin bölgesi, yaygınlığı ve hastanın daha önce aldığı tedaviye bağlıdır. Servikal kanser nedeniyle verilen radyoterapi tedavisi sonrasında gelişen santral pelvik relaps durumlarında pelvik egzenterasyon genellikle tek tedavi yaklaşımı olarak gösterilmektedir. Bu olguda, rekürren endoservikal karsinom nedeniyle total pelvik egzenterasyon yapılan hastamızda sağkalım sonuçlarına ilişkin tecrübemizi paylaşıyoruz.
The management of recurrent cervical cancer depends mainly on previous treatment as well as on the site and extent of recurrence. Pelvic exenteration usually represents the only therapeutic approach with curative intent for women with central pelvic relapse who have previously received irradiation. In the present report, we share our experience regarding survival outcome in a patient with recurrent endocervical carcinoma who underwent total pelvic exenteration.
Abstract | Full Text PDF

10.Rudimentary horn pregnancy in the first trimester; importance of ultrasound and clinical suspicion in early diagnosis: A case report
Hasan Terzi, Arzu Yavuz, Ömer Demirtaş, Ahmet Kale
doi: 10.4274/tjod.10437  Pages 189 - 192
Preoperatif tanısı konulan 7-8 haftalık bir rudimenter horn gebeliği olgusunu sunmayı amaçladık. Otuz yedi yaşında, gravida 3 ve parite 2 olan hasta kliniğimize 7-8 hafta gebelik ve karın ağrısı şikayeti ile başvurdu. Hastanın anamnezinde primer infertilite araştırılması esnasında tespit edilen unikornuat uterus mevcut idi. Ultrasonografik incelemedeki anormal görünüm nedeni ile ön tanıda rudimenter horn gebeliği düşünüldü. Laparoskopi ile tanısı konulup, rudimenter horn eksizyonu yapıldı. Rudimenter horn gebeliği, rüptür olmadan tanısı zor konan bir durumdur. Preoperatif tanıya götüren en önemli basamak şüphedir. Klinik şüphe ve ultrasonografik inceleme çoğu olguda yeterlidir.
We aimed to present 7-8 weeks rudimentary horn pregnancy detected preoperatively. A 37-year-old woman, gravida 3, para 2, at 7-8 weeks’ gestation referred to our clinic with a complaint of abdominal pain. The patient was primarily infertile, and she had unicornuate uterus detected during infertility investigation. Due to abnormal ultrasonographic image, rudimentary horn pregnancy was considered. Accurate diagnosis was made by laparoscopy, and rudimentary horn excision was performed. Prerupture diagnosis is very difficult in rudimentary horn pregnancies. The key role in preoperative diagnosis is suspicion. Ultrasonographic examination and clinical suspicion are sufficient in most cases.
Abstract | Full Text PDF | English Full Text

11.Successful medical treatment of fetal supraventricular tachycardia that cause hydrops fetalis
Cihan Çetin, Çiğdem Akçabay, Selim Büyükkurt, Nazan Özbarlas
doi: 10.4274/tjod.56578  Pages 193 - 195
Supraventriküler taşikardi (SVT) en sık gözlenen fetal taşiaritmidir. Tanısı M-Mod ultrason ve/veya Doppler incelemeleri ile konur. Tedavisiz bırakılan olgularda fetal kalp yetmezliği ve hidrops gelişebilir. Bu tür komplikasyonların geliştiği olgularda tedavisiz bırakılmamalı, anneye verilen antiaritmik ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılmalıdır. Yazımızda fetal SVT nedeniyle hidrops gelişmiş bir fetusun maternal sotalol ve digoksin uygulaması ile başarılı tedavisini anlatacağız.
Supraventricular tachycardia (SVT) is the most frequent fetal tachyarrhythmia. Diagnosis is established with M-mode ultrasound and/or Doppler investigation. Untreated cases may develop fetal heart failure and hydrops. Even these cases should not be left untreated - maternal administration of antiarrhythmic drugs should be undertaken. In this manuscript, we describe a successful treatment with maternal administration of sotalol and digoxin in a fetus that developed hydrops because of SVT.
Abstract | Full Text PDF

12.Low-grade fibromyxoid sarcoma of the vagina: A tumor, not previously reported at this site
Nilgün Güdücü, İpek Çoban, Nuray Başsüllü, Gökçenur Gönenç, Kılıç Aydınlı
doi: 10.4274/tjod.73626  Pages 196 - 197
Bu rapor vajen duvarından kaynaklanan ilk düşük-gradeli fibromiksoid sarkom (DGFMS) olgusunu sunmakta ve vajen duvarından kaynaklanan kitlelerin ayırıcı tanısına dikkat çekmektedir. Karın ağrısı nedeniyle acil bölümüne başvuran hastaya Douglas boşluğunu dolduran ovaryan kitle tanısı konmuştur. Hastanemizde yapılan laparoskopide kitlenin kaynağının vajen arka duvarı olduğu görüldü. Jelatinöz yapıdaki kitlenin vajinal eksizyonundan sonra patolojik tanı nadir bir tümör olan DGFMS olarak geldi. Biz de vajinal DGFMS’nin ayırıcı tanısını tartıştık.
This report presents the first case of low-grade fibromyxoid sarcoma (LGFMS) arising from the vaginal wall (a rare soft-tissue sarcoma of subfascial planes) and draws attention to differential diagnosis of masses arising from the vaginal wall. A patient presenting with abdominal pain to emergency department was diagnosed to have an ovarian mass filling the Douglas space. At laparoscopy, the origin of the mass was identified as the posterior vaginal wall. After vaginal excision of the gelatinous mass, pathologic diagnosis revealed a rare tumor, LGFMS. We discussed the differential diagnosis of vaginal LGFMS.
Abstract | Full Text PDF