Volume: 8  Issue: 1 - 2009
Hide Abstracts | << Back
LETTER TO EDITOR
1.Traumatic Patellar Dislocation
Mustafa Burak Sayhan, Mehmet Üstündağ, Murat Orak
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0001  Pages 7 - 8
Sayın Editör:
16 yaşında erkek hasta 1 saat önce futbol maçı esnasında düşme sonucu sol dizde ağrı, şişlik ve sol alt ekstremite üzerine basamama şikayeti ile başvurdu. Geliş anında hastada sol patellar bölgede hassasiyet, ağrı ve laterale doğru gelişen çıkık mevcuttu (Resim 1). Sol dizde ısı artışı, renk değişikliği tespit edilmedi. Hastanın öyküsünden daha önce patella çıkığı ve bilinen bir kronik hastalığı olmadığı öğrenildi. Çekilen sol alt ekstremite direk grafisinde patella dislokasyonu dışında herhangi bir kırık yoktu (Resim 2). Hastanın analjezisi ve sedasyonu sağlandıktan sonra; sol dizin ekstansiyonuyla birlikte patellanın lateralden mediale doğru itilmesiyle diz normal anatomik pozisyonuna başarılı bir biçimde getirildi (Resim 3). Sol alt ekstremiteye alçı atel uygulayarak taburcu edildi. Hastanın on beş gün sonraki fiziki bakısında ve direkt grafisinde anormal bir durum tespit edilmedi.
Nadir olarak karşılaşılan travmatik patella çıkığı genellikle uyluk adaleleri gevşek durumda iken meydana gelen şiddetli bir yaralanma sonucunda oluşur. Ya patellanın medial kenarı üzerine bir darbe söz konusudur, ya da tibia düşme veya sportif aktiviteler sırasında güçlü bir şekilde abduksiyona gelir ve laterale doğru rotasyona uğrar. Dizin medial kapsülü yırtılır veya patellanın medial tarafından çok ince tabaka halinde kemik parçaları ayrılarak çıkık oluşur. Çıkık çoğunlukla laterale olur ve patella eklem yüzü lateral femoral kondilin dış yanı üzerine gelecek şekilde döner (1).Çıkık genellikle diz ekstansiyona getirildiğinde redükte olduğu için hekimler çoğu zaman hastanın çıkıklı halini görmezler. Anamnez ve dolaylı fizik muayene bulguları ile tanı koyarlar. Travmatik patella çıkığı nadir görülen ve çoğunlukla da spontan olarak redükte olan bir durumdur (2,3). Biz bu yazımızda nadir olarak karşılaşılan travmatik patella çıkığı olgusunun acil serviste başarılı bir şekilde yönetimini paylaşmayı amaçladık.
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
2.Hypothermia Evaluation, Sign and Treatment
Şevki Hakan Eren, İlhan Korkmaz, Kasım Doğan, Fatma Mutlu Kukul Güven
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0002  Pages 9 - 12
Hipotermi vücut merkez sıcaklığının 35oC ‘nin altına düşmesi olarak tanımlanır. Hafif, orta ve ağır olmak üzere üç ayrı kategoride sınıflandırılır. Standart termometreler 35oC’nin altını ölçemediklerinden; vücut merkez ısısı (iç ısı), rektal, intravezikal veya özefagus probu olan termometrelerle ölçülür. Hipotermi sıklıkla soğuk iklimlerde görülse de boğulma gibi çevresel etmenlere bağlı da gelişebilir. Ayrıca yetersiz giyinme ve daha önceden hipotermi öyküsünün bulunması kolaylaştırıcı etmenlerdir.
Hipoterminin sık nedenleri arasında cilt hastalıkları, ilaç yan etkileri, iyatrojenik nedenler, metabolik durumlar, nörolojik hastalıklar, nöromuskuler yetersizlik ve sepsis vardır. İnsanlar sıcak iklime uygun canlılar olduğundan hipotermiye dayanıklılıkları gelişmemiştir. Özellikle evsizler, kimsesiz yaşlılar ve akıl hastaları hipotermiye bağlı zararlanmalara kolaylıkla uğrayabilirler. Vücuttan ısı kaybı en fazla radyasyon yoluyla olmak üzere, kondüksiyon, konveksiyon ve evaporasyonla da olmaktadır. Hipotermik hastalarda özellikle bilinç ve koordinasyon bozuklukları temel semptomlardır. Bununla beraber klinik bulgular hipoterminin evresine göre değişkendir. Hafif, orta ve ağır düzeydeki hastaların tedavi ilkeleri benzerlik gösterir. Bunlar vücuttan ısı kaybının azaltılması, vücut ısısının eksternal ve internal yöntemlerle arttırılması, metabolizmanın devamlılığı için gerekli sıvı ve enerji desteğinin sağlanmasıdır. Hipotermik hastaların kardiyopulmoner resüsitasyonu normal kardiyopulmoner resüsitasyondan ilaç seçimi, defibrilasyon uygulaması ve resüsitasyonun sonlandırma süresi yönünden farklılıklar gösterir.
Hipotermide en çok kardiyovasküler ve santral sinir sistemi zarar görse de hızlı ve doğru tanı ve agresif tedavi hayat kurtarıcıdır.
Body temperature below 35oC is defined as hypothermia. It is classified as mild, moderate and severe. While the standard thermometers can not measure the core temperature below 35oC, thermometers with intravezical, rectal or esophageal probes must be used to determine the core temperature in hypothermic patients. Although hypothermia is seen in cold climates; it can be seen because of environmental conditions, like drowning, too. Also inadequate clothing and hypothermia background can facilitate hypothermia in patients.
The common causes for hypothermia are dermatological disease, drug adverse effects, iatrogenic causes, neurological disease, neuromuscular insufficiency, sepsis and metabolic condition of the patient. Resistance to cold in the peoples is not well developed while they are warm-blooded. Especially homeless, psychiatric and old alone peoples can be affected by hypothermia easily. Although the main heat loss of the body is by radiation; conduction, convection and evaporation take place too. Coordination and consciousness deficiencies are the main symptoms. Nevertheless clinical signs vary according to the hypothermia state. The basic treatment principles resemble each other in mild, moderate and severe hypothermia. These are; reducing of the heat loss, warming of the body with internal and external ways, supplying the main energy and fluid demands for patient metabolism. The defibrillation techniques, resuscitation time and the drugs which are used are different in hypothermic cardiopulmonary resuscitation than normal cardiopulmonary resuscitation.
The main systems which are damaged from hypothermia are cardiovascular and central nervous system. That’s why early and true diagnosis and aggressive treatment has a great importance for surviving.
Abstract | Full Text PDF

3.The Resuscitative Fluid Choice for Trauma Cases
Mehmet Eryılmaz, Murat Durusu
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0003  Pages 13 - 19
Sıvı resüsitasyonu genellikle tedavide sıvı verilmesinin temel olduğu durumlarda, sıvı tedavisine yaklaşım politikalarını ifade etmektedir. Klasik kaynaklarda hangi durumda hangi sıvının nasıl verileceğinden bahsedilmektedir. Yine günümüzde modern tıp kurallarını uygulayan ülkelerin mezuniyet sonrası eğitimlerinde sıvı resüsitasyonu konusu anlatılmakta, bu sıvıların nasıl ve neden kullanılması gerektiği konusunda çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu sıvıların ne oldukları, endikasyon/kontrendikasyonları, içerikleri ve bu içeriklerin klinik etkileri konusunda ulaşılabilen literatür bilgisi yetersizdir. Bu nedenle sunulan çalışmada travmalı olgularda sıvı resüsitasyonu için kullanılması önerilen sıvıların neler olduğu, klinik özellikleri ve güncel yaklaşım politikaları içindeki nedenselliklerinin derlenmesi amaçlandı. Resüsitatif sıvı olarak kan ve kan ürünleri, sentetik kan, izotonik ve hipertonik kristaloidler ile kolloidlerin yapısı, kullanım yerleri, avantaj ve dezavantajlarına, aynı zamanda güncel askeri perspektif ve koagülopatiye yönelik sıvı resüsitasyonu politikalarına da genel bir bakış sağlamak amaçlandı.
Fluid resuscitation implies a holistic approach to fluid replacement in such situations where fluid replacement itself forms the basis of the treatment. Classical texts tell about which fluid and how it should be given in certain situations. Today’s continuous medical education programs in the countries following modern medicine include the topic of fluid resuscitation, and studies usually involve how and why these fluids should be used. However, information is limited in the literature regarding what these fluids are, their indications, contraindications, contents and clinical effects of these contents individually. Thus, present study aimed to review the fluids recommended for fluid resuscitation in trauma patients, their clinical characteristics and current approaches in their use. An overview is provided that includes the structure, indications of use, advantages and disadvantages of blood and blood products as resuscitative fluids, synthetic blood, isotonic and hypertonic crystalloids and colloids from the contemporary military perspective and also fluid resuscitation in coagulopathies.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
4.Comparison of the Effects of Erdosteine and N-Acetylcysteine on the Levels of Glutathione, Myeloperoxidase (Mpo), Plasma and Tissue Mda in Experimental Sepsis Model
Murat Ayan, Mehmet Gül, Ramazan Köylü, Abdüsselam Seydanoğlu, Sami Erdem, Öznur Köylü, Başar Cander
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0004  Pages 20 - 24
AMAÇ: Deneysel sepsis modelinde antioksidan bir ajan olan N-asetilsistein ve Erdostein’in serbest oksijen radikalleri üzerine olan etkileri ve sepsisin neden olduğu organ fonksiyon bozuklukları ve akciğer doku hasarını önlemedeki rolü araştırıldı.
METOD: Çalışmada Sprague-Dawley cinsi 40 adet rat kullanıldı. Ratlar randomize 10’arlı gruplara ayrıldılar. Ratlarda çekum ligasyon perforasyon yöntemiyle sepsis oluşturuldu. Sham grubu(grup 1), sepsis grubu(grup 2), sepsis + N-asetisistein (grup 3) ve sepsis + Erdostein (grup 4) şeklinde 4 grup oluşturuldu. N-asetilsistein grubunda ilaçlar (20mg/kg/gün), çekum perforasyonundan sonra, 0. 8. ve 16. saatlerde verildi. Erdostein grubunda ise ilaçlar(20mg/kg/gün) 0.ve 12. saatlerde verildi. 24. saatte lökosit, eritrosit glutatyon, lökosit myeloperoksidaz ve plazma malonildialdehit değerlerinin tayini için kan örnekleri ve doku incelemeleri için deneklerin ölümünü takiben akciğerden doku örnekleri alındı.
BULGULAR: Gruplar karşılaştırıldığında grup 3’te grup 2’ye göre; lökosit, lökosit myeloperoksidaz ve akciğer doku malonildialdehit değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanırken (P<0.05), eritrosit glutatyon, plazma malonildialdehit değerleri açısından anlamlı fark saptanmadı (P>0.05).
Grup 4’te grup 2’ye göre eritrosit glutatyon, lökosit myeloperoksidaz, plazma malondialdehit ve akciğer doku malonildialdehit değerleri açısından karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı tespit edilirken (P<0.05), lökosit değerleri açısından anlamlı tespit edilmedi (P>0.05).
SONUÇ: Deneysel sepsis modelinde antioksidan bir ajan olan N-asetilsistein ve Erdostein’in düşük doz uygulanmasında eritrosit glutatyon, lökosit myeloperoksidaz düzeylerine, akciğer fonksiyonlarına, plazma ve doku malonildialdehit seviyelerine olumlu etkileri mevcuttur. Düşük doz N-asetilsistein ve Erdostein tedavisinin, sepsise bağlı organ fonksiyon anormalliklerini azaltmasına rağmen, bu etki histopatolojik olarak akciğer dokusuna yansımamıştır.
OBJECTIVES: To determine the effects of NAC and erdostein as antioxidant agents on the free oxygen radicals and on their plasma levels. The role of NAC and erdostein on protecting the organ function failure and lung tissue damage due to sepsis was researched.
METHODS: In this study, 40 Sprague-Dawley rats were used. Rats were randomized to four equal groups. Sepsis was performed by the method of Caecum Ligation Perforation (CLP) on rats. Four groups were performed as sham group, sepsis group, sepsis+NAC (20mg/kg/day) and sepsis + erdostein (20mg/kg/day) NAC was given on 0., 8. and 16.hours after CLP in NAC group. Erdostein was given on 0. and 12.hours after CLP. Blood samples were taken after 24 hours to determine the leukocyte, erythrocyte GSH, leukocyte MPO and plasma MDA levels. In addition, lung tissue samples were taken for histopathological studies and to determine the level of tissue MDA.
RESULTS: Comparing of groups on the level of leukocyte, leukocyte MPO and lung tissue MDA we determined statistically meaningful results in group 3 according to the group 2. But there were no meaningful differences on erythrocyte GSH and plasma MDA in group3 according to group 2(P>0.05). Comparing of groups on the level of erythrocyte GSH, leukocyte MPO plasma MDA and lung tissue MDA we determined statistically meaningful results in group 4 according to the group 2(P<0.05). But there were no meaningful differences on leukocyte in group 4 according to group 2(P>0.05).
CONCLUSION: In this experimental sepsis model; it was determined that low dose NAC and erdostein as antioxidant agents have positive effects on erythrocyte GSH, leukocyte MPO, plasma and tissue MDA levels and the function of lung. Although the treatment with low dose NAC and erdostein has decreased the abnormality of organ function due to sepsis we couldn’t show it histopathologically. We need more experimental studies to determine the effects of NAC and erdostein on sepsis therapy.
Abstract | Full Text PDF

5.Evaluation of patient characteristics and outcome in fall from height
Mustafa Sever
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0005  Pages 25 - 29
Amaç
Yüksekten düşmeler Türkiye’nin güneydoğusunda kazara ölüm nedenleri içerisinde ikinci sırada yer almaktadır. Sunulan bu çalışmada, yüksekten düşmelerde olay yerine göre klinik gidişat farklılıkları ve hasta karakteristiklerinin tespiti amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereç
Acil servise sevk edilmiş 140 yüksekten düşme olgusu demografik karakteristikleri ve mortalite sıklıklarına göre geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Hastalar iki gruba ayrılmıştır. Birinci grup şehir merkezinden sevk edilenler, ikinci grup ise şehir merkezi dışından sevk edilenler tarafından oluşturulmuştur. Kategorik değişiklikleri kıyaslamak için ki-kare testi kullanılmış ve değerler ortalama ± standart sapma olarak verilmiştir. P değeri 0,05 veya altında olanlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular
Hastaların 91’i (%65) erkekti ve ortalama yaş 15,85 ± 14,86095 (95% GA) idi. Hastaların 54’ü (%38,6) ikinci grupta yer almaktaydı. Her iki grup arasında anlamlı cinsiyet farklılığı tespit edilmedi (p=0.373). Her iki grup içinde çocuk yaş grubu hastalar büyük çoğunluğu oluşturmaktaydı. 6 (%4,3) hasta ilk başvuruda kardiyopulmoner arrest olarak kabul edildi. Hastaların 64’ü (%45,7) acil servisten tedavi edilip, taburcu edildi. Kalan 64 hasta ise yatırıldı. Hastaların 9’u yatar iken öldü. Yatırılan hastalarda mortalite oranı %14,06, genel mortalite oranı ise %10,71 (n=15) idi.
Sonuç
Çalışmamızda yüksekten düşme olgularında olay yerinin mortalite üzerine anlamlı bir etkisini saptayamadık.
Objective
Falls from height are the second leading cause of death from accidental injury in the south-east of Turkey. In this present study, we aimed to describe the patient characteristics and outcome differences according to scene of accident in fall from height.
Materials and Method
140 patients who fallen from height were analyzed retrospectively based on demographic characteristics, transport distance, and mortality frequencies. Patients allocated into two groups. First was being by referred from city center and second was being by referred from the provinces. Chi-square tests was use to compare categorical variations and values were expressed as mean ± SD. P values of 0.05 or less were considered statistically significant.
Results
Of patients, 1 (65%) were male and the mean age of patients were 15.85 ± 14.86095 (95% CI). Fifty-four (38.6%) of patients were in 2nd group. There was no significant sex difference between two groups (p=0.373). Pediatric age group was the majority of patients for both groups. 6 patients (4.3%) were accepted as cardiopulmonary arrest at first application. Sixty-four (45.7%) of total patients were treated and discharged from ED. The remaining 64 (45.7%) patients were hospitalized. Nine of patients were died while admitting to hospital. Mortality ratio was 14.06% in hospitalized patients, total mortality ratio was 10.71% (n=15).
Conclusion
We could not find any significant effect of scene of accident on mortality for fall from height patients.
Abstract | Full Text PDF

6.Snakebite Cases Admitted to Uludag University Faculty of Medicine Emergency Department and Current Management of Snake bite
Mehtap Bulut, Şebnem Eren, Fatma Özdemir, Özlem Köksal, Oya Durmuş, Mehmet Esen, Şule Aydın Akkose
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0006  Pages 30 - 34
GİRİŞ: Bu çalışma ile amacımız acil servisimize başvuran yılan ısırmalı olguları epidemiyolojik, klinik, tedavi ve prognoz karakteristikleriyle incelemek, güncel ilkyardım ve tedavi yöntemlerini araştırmaktır.
GEREÇ-YÖNTEM: 01.01.1995-31.12.2004 tarihleri arasında acil servisimize başvuran yılan ısırması olguları retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların demografik verileri, acil serviste yapılan işlemler ve istenen biyokimyasal tetkikler, yatan hastaların kesin sonuçlanma durumları ve yattığı sürede uygulanan tedaviler, gelişen komplikasyonlar kaydedilmiştir.
BULGULAR: Toplam hasta sayısı 48 (E/K: 27/21) olup, ortalama yaş 40.4 yıldır. Olguların 11’i acil servisten taburcu olmuş, 21’i başka merkezlere sevk olmuş, 16‘sı çeşitli kliniklere yatmıştır. En sık başvuru ilkbahar-yaz aylarında olmuştur. Yılan ısırık izi, dosyasına ulaşılan 24 hastanın 12 tanesinde alt, 12 tanesinde üst ekstremite de saptanmıştır. Hastaların 17’sine antivenom yapılmıştır. Sistemik semptomlar 6 hastada görülmüştür. Anormal biyokimyasal tetkik olarak, 7 hastada sadece lökositoz saptanmıştır. Yatan hastaların %25’ne kompartman sendromu tanısı ile fasiyotomi uygulanmıştır. Yatan hastaların hastanede ortalama kalış süresi 4.2 gün tespit edilmiş olup, bu hastaların hiçbirinde ekstremitede amputasyon veya ölüm gerçekleşmemiştir.
SONUÇ: Yılan ısırmalarının çoğu bahar ve yaz aylarında olmaktadır. Zehirli yılan ısırmalarında ciddi sistemik ve kompartman sendromu gibi lokal komplikasyonlar gelişebilmektedir. Acil serviste yaklaşım, vital bulguların yakın takibi, temel laboratuar tetkiklerin yapılması, yara bakımı, tetanoz profilaksisi, kompartman sendromu ve sistemik komplikasyonların tanınmasına odaklanmalıdır. Antibiyotik ve antivenin verilmesi açısından hastalar dikkatle değerlendirilmelidir
SUMMARY
BACKGROUND: The purpose of this study is to analyse the characteristics of snakebite cases’ epidemiology, clinic, treatment and prognosis and to investigate the current first aid and treatment methods.
METHODS: The snakebite cases admitted to our emergency department (ED) between 01.01.1995-31.12.2004 were investigated retrospectively. Demographic data, procedures and biochemical tests in the ED, prognosis of the hospitalized patients, the treatment given in the hospital and the complications were recorded.
RESULTS: The average age of the totally 48 (M/F: 27/21) patients was 40.4 year. 11 cases were discharged, 21 cases were transferred to other hospitals and 16 of them were hospitalized. Majority of the patients admitted in spring and summer. Among the 24 patients whom files had been obtained, 12 patients’ snakebite was on the lower extremity, and 12 patients’ was on the upper extremity. Antivenom was applied to 17 of these 24 patients. Systemic symptoms were seen in 6 patients. As an abnormal biochemical test only leucocytosis was seen in 7 patients. Faciotomy was applied to 25% of the patients with the diagnosis of compartment syndrome. The average hospitalization time was 4.2 day and there were no deaths and no extremity amputation among these patients.
CONCLUSION: Most of the snakebites occur in the spring and summer season. Poisonous snakebites can cause severe systemic and local complications like compartment syndrome. ED approach includes close following of the vital signs, basic laboratory tests, tetanus prophylaxis, diagnosis of compartment syndrome and systemic complications. Patients should be examined in terms of antibiotherapy and antivenin.
Abstract | Full Text PDF

7.Central Venous Catheter Interventıons In Emergency Department; A Retrospective Study
Fahrettin Acar, Başar Cander, Sadık Girişgin, Mehmet Gül
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0007  Pages 35 - 38
GİRİŞ: Çalışma, bir yıl boyunca hastanemiz acil servisinde yapılan santral ven uygulamalarımızın geriye dönük analizini içermektedir.
GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmada, 2006 yılı boyunca acil serviste santral venöz kateter uygulanan 195 hastanın dosyaları, geriye dönük olarak incelendi. Hastalar acil cerrahi, dahili olgular ile hemodiyaliz kateteri takılan hastalar olmak üzere üç grupta incelendi.
BULGULAR: Santral venöz kateterizasyon için en sık internal juguler ven kullanıldı (% 78.9). Hastaların büyük çoğunluğunda kateterizasyon endikasyonu mayi replasmanı ve santral venöz basınç ölçümü idi (% 55.3). Cerrahi acil olgularda en sık acile başvuru nedeni trafik kazası (% 17,4), dahili olgularda ise serebrovasküler hastalıklar (% 10.7) idi. İnternal juguler kateterizasyonda % 14,9, subklavian kateterizasyonda % 25, femoral kateterizasyonda ise % 28.5 komplikasyon gelişti. En sık görülen komplikasyonlar internal juguler yolda arter kateterizasyonu (% 7.7), femoral yolda enfeksiyon (% 14.2), subklavyan yolda ise kateter disfonksiyonu idi (% 20).
SONUÇ: Acil servisler, santral venöz kateter uygulamasının sıklıkla yapıldığı kliniklerdir. Komplikasyon azlığı nedeniyle internal juguler venin kateterize edilmesi, öncelikli olarak tercih edilebilir.
INTRODUCTION: In this study, for one year ıt was analyzed that our central venous catheter interventions in emergency department retrospectively.
MATERIALS-METHODS: In this study, in 2006 for twenty months we interventioned 195 patients inserted central venous catheter in emergency department retrospectively.
RESULTS: Internal jugular vein was frequently used for central venous catheterization (% 78.9). In the unit of patients indication of catheterization was fluid replacement and measurement of central venous pressure (55.3 %). The most freuquent rension of urgent admission was traffic accident in surgical emergency cases (17,4 %), and cerebrovascular disease in internal emergency cases (10.7 %). The complication developed in internal jugular vein catheterization (14,9 %), subclavian vein catheterization (25 %), and femoral vein catheterization (28.5 %), respectively. The most frequent complications were arterial catheterization in internal juguler road (7.7 %), femoral infections in femoral vein (14.2 %), and catheter disfunctions in subclavian vein (20 %).
CONCLUSION: Central venous catheter intervention is crucial especially in emergency department. Internal jugular vein is prefential road owing to less complication.
Abstract | Full Text PDF

8.Factors that affect patient satisfaction in emergency department
Behçet Al, Cuma Yıldırım, İsmail Togun, Suat Zengin, Selim Bozkurt, Ataman Köse, Rabia Sohbet
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0008  Pages 39 - 44
AMAÇ: Acil Serviste hasta memnuniyetini etkileyen faktörleri belirlemektir.
GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmada 16 yaşından büyük 1454 hastanın demografik bilgileri, bakım özellikleri ve memnuniyet/memnuniyetsizliklerini etkileyen faktörler kayıt edildi.
BULGULAR: 1454 hastanın %46,4 ’ü kadın, %53,6’sı erkek idi. Yaş ortalaması tüm hastalarda 39,9 idi. Acil servisteki tüm bakımlar hakkında hastaların %70,2’si memnun, %21,2’si kısmen memnun idi, %8,6’sı memnun değildi. Hasta memnuniyeti üzerine etkisi istatistiksel olarak anlamlı olan faktörler (p<0.05): Doktor-hemşirelerin tecrübe ve davranışları, hastane temizlik ve teknik donanım durumu, acil serviste hasta ve yakınlarını bilgilendirilmesi, acil serviste algılanan ve sonuçlar için harcanan zaman, taburcu olurken hastaya reçete verilmesi, acil servis kapısında hastayı karşılama ve içeri alma şekli. Hastaların eğitim düzeyi, cinsiyeti, yaş dağılımı, hastanın getiriliş şekli ve geldiği yer ile genel memnuniyet arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki yoktu (p>0.05)
SONUÇ: Çalışmamızda hasta memnuniyetini en fazla etkileyen faktör doktor davranışları idi. Hemşire davranışı, acil serviste tetkik ve tedavi sürerken hastalara işlemler hakkında bilgi verme, hastane temizlik durumu ve taburcu olunduğunda bilgi verilmesi hasta memnuniyetinde etkili olan diğer faktörler idi.
Objective is to determine the factors that affect the patients’ satisfaction in emergency department.
MATERIAL-METHOD: In this study the demographic knowledge, characteristic of care, factors that affected the satisfaction/dissatisfaction of 1454 patients over 16 years old was reported.
FINDINGS: Of 1454 patients, 46.4% were female, and 53.6% were male. The mean age was 39.9 years. Of pstients, 70.2% were satisfied, 21.2% unsatisfied, and 8.6% partly satisfied for all cares in emergency department. The factors that were statistically significant on patient satisfaction were: Doctors and nurses’ experiences-behaviors, cleanliness and decoration of hospital, informing the patients and their relatives, the time percieved and spended for results, giving prescription while being discharged, shape of meeting the patients at the door of emergency department and taking them in. There was no a statistically significant relationship between education level, gender, age distribution, bringing state of patient, and the place patient came from (p>0.05).

CONCLUSION: Doctors’ behaviors were the most commen factor that affected the patient satisfaction. Nurse behavior, giving information to the patients for prosedures while the detailed investigation and treatmen going on, cleanliness condition, and giving information while the patient are discharged were the affective factors on patient satisfaction.
Abstract | Full Text PDF

9.C-Reactive Protein, Malondialdehyde and Genetic Factor Variations Assesment in Terms of Diagnostic and Risk Factors in Acute Myocardial Infarction
Mehmet Dokur, Yüksel Gökel, Akif Çürük, İsa Ünlükurt, Kahraman Tanrıverdi
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0009  Pages 45 - 52
AMAÇ: Akut miyokard infarktüsünün erken tanısı ve koroner kalp hastalığı risk faktörleri ile ilgili olarak birçok epidemiyolojik çalışma yapılmıştır. Bu çalışmanın amacı, CRP ve malondialdehit ile Faktör V Leiden ve Protrombin 20210 G/A genetik varyasyonlarının akut miyokard infarktüsündeki önemlerinin belirlenmesidir.
YÖNTEMLER: Preliminer özellikteki bu kontrollü çalışmada, hastanemizin acil servisine göğüs ağrısı şikayetiyle getirilen, akut miyokard infarktüsü tanısı koyduğumuz ve koroner yoğun bakıma yatırılan 27 hastanın risk faktörleri belirlendi. Alınan kanlardan CRP ve malondialdehit düzeyleri ölçüldü. Faktör V Leiden ve Protrombin 20210 G/A genetik varyasyonlarının analizi yapıldı. İstatistiksel analiz; Ki-kare, Student t test, Mann–Whitney U ve Wilcoxon W testleri kullanılarak yapıldı.
BULGULAR: Çalışma grubumuzun %81.5’ini, koroner kalp hastalığı risk faktörlerinin bir veya bir kaçını üzerinde taşıyan erkek hastalar oluşturdu. Akut miyokard infarktüslü hastalarda, CRP düzeylerinin anlamlı bir şekilde yüksek olduğu (erkek hastalarda 14±21 mg/dL, p<0.05 ve bayan hastalarda 40±42 mg/dL, p<0.05) saptandı. İnfarktüs sonrası 12 saatlik bir periyotta ölçülen malondialdehit düzeylerinin anlamlı bir şekilde yüksek olduğu (5.9±1.5 nmol/mL,p<0.05) saptandı. 1 hastamızda (%3.7) heterozigot Protrombin 20210 G/A genetik varyasyonu; 1 diğer hastamızda (%3.7) ise Faktör V Leiden genetik varyasyonu tespit ettik. Buna karşın faktör varyasyonları açısından kontrol grubuna göre istatistiksel bir fark saptamadık (p>0.05).
SONUÇ: Akut miyokard İnfarktüsü sonrası CRP yüksekliği, koroner kalp hastalıkları için bağımsız bir risk faktörü olarak değerlendirilmelidir. Malondialdehit yüksekliği, reperfüzyon hasarının bir göstergesidir. Faktör V Leiden ve Protrombin 20210 G/A genetik varyasyonları, ancak temel risk faktörleri birlikteliğinde –koroner kalp hastalıkları için– anlamlı olabilir.
OBJECTIVE: Many epidemyologic studies have been committed related with early diagnosis of acute myocardial infarction and coronary heart disease (CHD). The objective of this study is to determine the importances of CRP, malondialdehyde and genetic variations of factor V Leiden and prothrombin 20210 G/A in acute myocardial infarction.
METHODS: In this preliminary controlled experiment, risk factors,CRP levels,malondialdehyde levels,factor V Leiden and prothrombin 20210 G/A genetic variations of 27 patients brought to our emergency department with chest pain, diagnosed acute myocardial infarction and interned in coronary intensive care unit were determined. Statistical analysis was made using Chi-square, Student-t, Mann-Whitney U and Wilcoxon W tests.
RESULTS: 81.5% of our study sample comprised of male patients having one or more risk factors of coronary heart disease. We fixed the CRP levels meaningfully high (14±21 mg/dL p<0.05 among male patients and 40±42 mg/dL, p<0.05 among female patients) among patients of acute myocardial infarction. During a period of 12 hours after the infarction we fixed that the malondialdehyde levels were meaningfully high (5.9±1.5 nmol/mL, p<0.05). We determined a heterozygote prothrombin 20210 G/A genetic variation in one (3.7%) patient and factor V Leiden in another one (3.7%) patient and we determined no statistical difference in terms of factor variations according to control group (p>0.05).
CONCLUSION: High level of CRP after acute myocardial infarction should be assessed as an independent risk factor for CHD. High level malondialdehyde is an implication of reperfusion injury. Genetic variations might only be significant through presence of major risk factors for CHD.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
10.Penetrating Tracheabronchıal Injuries: A Case of Industrial Accident in Emergency Department
Zeynep Çakır, Tarık Ocak, Atilla Türkyılmaz, Mücahit Emet, Şule Türkyılmaz
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0010  Pages 53 - 56
Trakeobronşiyal yaralanmalar nadir görülmekle birlikte, trakea ve bronşların fonksiyonları göz önüne alındığında, sonuçları açısından son derece ciddi olabilen yaralanmalardır. Hastane öncesi bakım, ileri travma yaşam desteğinde son yıllarda yaşanan gelişmeler bu vakaların görülme sıklığını artırmıştır.
Mobilyacılıkla uğraşan 30 yaşında erkek hasta mobilya sektöründe, çivi atma işinde kullanılan hava basınç tabancasının yanlışlıkla ateş alması sonucu boynundan yaralanma nedeniyle acil servisimize başvurdu. Boyunda ağrı, nefes alırken batma şikayetleri olan hastanın fiziki muayenesinde sağ supraklaviküler bölgede, sternokleidomastoid kasının sternal dalının üzerinde çivi saplı olması dışında herhangi bir patolojiye rastlanmadı. İlk değerlendirme ve stabilizasyonun ardından yabancı cisim uygun şartlarda çıkarıldı. Lezyon yeri primer tamir ile kapatıldı. Takibinin 3. günde komplikasyon gelişmeyen hasta taburcu edildi.
Mortalitesinin yüksek olması, tanı ve tedavi yöntemlerinin de hâlâ tartışılır olması nedeniyle trakeobronşiyal yaralanmalar üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.
Tracheobronchial injuries are seen rare, but considering their functions, these injuries may cause destructive effects. Prehospital care and recent advances in advanced cardiac life support made these cases more prevalent.
A 30-year-old furnisher man admitted to the emergency service due to cervical injury by an air pistol which is used to stick nails accidentally. He had complained of neck pain, feeling of hurt in inspirium, and sticked nails on supraclaviculary region and sternal arm of the sternocleidomastoid muscle. After initial examination and management, the foreign bodies were removed in appropriate conditions. Lesions were primarily sutured. The patient was discharged without any complication on the third day.
Due to its high mortality and controversies in diagnostic and treatment modalities, tracheobronchial injuries are important problems to emphasize.
Abstract | Full Text PDF

11.A Northern toxin in South Region: Mad Honey posinoning.
Zikret Köseoğlu, Özgün Kösenli
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0011  Pages 57 - 59
Türk halkı arasında deli bal olarak bilinen ve Türkiye de Karadeniz bölgesinde ayrıca Nepal, Brezilya, Japonya’ da üretilen balda bulunan Rhododendron panticum isimli nektarın şiddetli hipotansiyon ve bradikardi yaptığı bilinmektedir. Bu bal Rhododendron cinsi bitkilerin iki üyesi olan R. Luteum ve R. Panticumdan Türkiye’nin kuzey bölgelerinde üretilmektedir.
Bu yazıda deli bal zehirlenmesi sebebi ile acil servise başvuran ve yapılan tedaviye yanıt alınamayıp eksternal pacemaker ihtiyacı duyan bir olguyu son literatür bilgisiyle anlatmayı amaçladık.
The honey which is produced in Japan, Nepal, Brazil and the Blacksea Region of Turkey is also known as the ‘mad honey’ by Turkish people and contains Rhododendron ponticum nectar, which is known to cause severe bradycardia and hypotension. In this paper we presented a case admitted to emergency service with the diagnosis of mad honey poisoning and unresponsive to normal therapy and needed external pacemaker under the knowledge of the last literatür.

Key words: Mad honey, poisoning, emergency medicine
Abstract | Full Text PDF

12.Spontaneous Pneumomediastinum: Two Cases
Yunsur Cevik, Cem Akman, Havva Sahin, Ertugrul Altınbilek, Erkan Balkan
doi: 10.4170/jaem.2009.01.0012  Pages 60 - 62
Spontan pnömomediastinum nadir görülen ve sıklıkla genç erişkin erkekleri etkileyen benign bir durumdur. Olgular nadiren semptom verir ve tesadüfen saptanır. Sıklıkla tedaviye ihtiyaç duymadan semptomlar geriler. Tanı fiziki muayene ve göğüs röntgenogramlarıyla konulabilmekte, nadiren ileri incelemelere gereksinim duyulmaktadır. Bilgisayarlı tomografiyle tanı koyduğumuz, spontan pnömomediastinumlu iki olguyu sunmayı amaçladık.
Spontaneous pneumomediastinum is a benign situation which occurs rarely and frequently effects young adult men. Cases are rarely with symptoms and they are detected by chance. Frequently the symptoms degrade without need to the treatment. Diagnosis can be made by physical examination and chest roentgenograms, rarely further analysis are required. We aim at presenting two cases with spontaneous pneumomediastinum that we have diagnosed with computerized tomography.
Abstract | Full Text PDF