Cilt: 35  Sayı: 1 - 2019
Özetleri Gizle | << Geri
ARAŞTIRMA
1.
Primer Sezaryen Olgularında Postoperatif Hemoglobin Düşüşünü Etkileyen Faktörlerin İncelenmesi
Investigation of Factors Affecting Postoperative Hemoglobin Decline in Primary Cesarean Sections
Berna Aslan Çetin, Pınar Kadiroğulları, Pınar Yalçın Bahat, Nadiye Köroğlu, Aysu Akça
doi: 10.5152/eamr.2018.79037  Sayfalar 1 - 5
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı, primer sezaryen olgularında postoperatif hemoglobin düşüşünü etkileyen faktörleri incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde Ocak 2016 - Aralık 2016 arasında primer sezaryen yapılan ve verilerine tam olarak ulaşılan 560 vaka retrospektif olarak incelendi. Bu hastalar postoperatif hemoglobin değerlerine göre hgb düşüşü 2’den fazla olan ve olmayan olarak iki gruba ayrıldı. Hemoglobin düşüşü ≥2 g/dL olan 142 vaka tespit edildi. Kan kaybını değerlendirmek için doğum öncesi ve doğumdan 24 saat sonraki hemoglobin ve hematokrit seviyeleri ve hemoglobin düşüşüne neden olan faktörler incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 560 gebenin 289 (%51,60) tanesine acil sebepler ile sezaryen yapılmıştı, 271 (%48,39) tanesi ise elektif olarak sezaryene alınmıştı. İki grup arasında hastaların demografik verileri, sezaryen endikasyonlarının dağılımı ve obstetrik özellikler açısından fark saptamadık. Gruplar arası postoperatif eritrosit transfüzyonu ihtiyacı anlamlı olarak farklı bulundu (p<0.001). Atoni gelişimi ve ek uterotonik ihtiyacı hemoglobin düşüşü fazla olan grupta istatiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Primer sezaryen olgularında postoperatif hemoglobin düşüşü nispeten düşüktür. Ciddi kan kaybı ve kan ürünleri transfüzyonu ihtiyacı nadir görülen olaylar olmasına rağmen, primer sezaryen olgularında risk faktörü var ise dikkatli olunmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of our study is to evaluate the factors affecting postoperative hemoglobin decline in primary cesarean section cases.
METHODS: We retrospectively evaluated 560 cases of primary cesarean sections between January 2016 and December 2016 in our hospital. These patients were divided into two groups according to the preoperative and postoperative hemoglobin values, more or less than a decline of 2g/dL. 142 cases with hemoglobin decline≥2 g/dL were evaluated. Hemoglobin and hematocrit levels before and 24 hours after operation and factors causing hemoglobin decline were investigated.
RESULTS: 289 (51,60%) of the 560 cases in our study were urgent cases and 271 (48,39%) were elective cesarean sections. We did not find any difference between the two groups in terms of demographic data, distribution of cesarean indications and obstetric characteristics. Postoperative blood transfusion requirements were significantly different between the groups (p<0.001). Atony development and additional uterotonic need were statistically significantly more common in the hemoglobin decline≥2g/dL group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Postoperative hemoglobin decline is relatively rare in primary cesarean section cases. Caution should be given if there is a risk factor in primary caesarean sections, although serious blood loss and blood product transfusion need are rare.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

2.
Acile Başvuran Hastalarda Pulmoner Tromboemboli Sıklığı
Frequency of Pulmonary Thromboembolism Cases in the Patients Which Apply Emergency Service
Nezihe Çiftaslan Gökşenoğlu, Emi&775;ne Aksoy, Yasemin Bodur, Fatma Tokgöz Akyıl, Tülin Sevim
Sayfalar 6 - 10
GİRİŞ ve AMAÇ: Pulmoner tromboemboli (PTE), derin bacak venlerinden kaynaklanan trombüslerin pulmoner arter ve/veya dallarını tıkaması ile oluşur. PTE; mortalite ve morbiditesi yüksek, tekrarlayabilen, bazen tanısı güç olan önlenebilir bir hastalıktır. Pulmoner tromboemboli şüphesiyle birçok hastaya gereksiz tanısal testler uygulanmaktadır. Bu çalışmanın amacı; bir göğüs hastalıkları eğitim hastanesi acil servisine PTE ön tanısı ile başvuran hastalarda, pulmoner tromboemboli (PTE) sıklığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üçüncü basamak göğüs hastalıkları branş hastanesi acil servisine bir yıl içinde başvuran bütün hastaların triaj formları incelendi. PTE şüphesi ile başvuran hastaların demografik özellikleri, PTE için risk faktörleri, yapılan tetkikleri ve kesinleşen tanılarına ait verileri hastanemiz otomasyon sisteminden elde edilerek retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: 2012 yılı içerisinde acil servise başvuran hasta sayısı 33.413 dür. Bu dönemde 411 (% 0.12) hastaya PTE şüphesi ile dosya açılmıştır. Acil servisteki ön değerlendirmeden sonra 292 hasta (%71) hastaneye yatırılmış, 117 hasta (%28.5) poliklinik takibine çağrılmış, 2 hasta da PTE dışı hastalık tanısı ile (%0.5) başka bir hastaneye sevk edilmiştir.
Poliklinik veya hastane yatışında yapılan tetkikler sonrasında 111 hastada (%27) PTE, 19 hastada (%4.6) derin ven trombozu (DVT) tespit edilmiştir. 236 hastaya (%57.4) PTE dışı hastalık tanısı konulurken, 6 hasta (%1.5) tanısı kesinleşmemişken ex olmuş ve 39 hasta (%9.5) poliklinik kontrollerine gelmemiştir. Poliklinik takibine alınan hastaların %16.2’sinde (n=19), yatırılan hastaların ise %31.5’inde (n=92) PTE tespit edilmiştir

TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak hastanemiz acil servisine başvuran hastalarda PTE şüphesi ile başvuru sıklığı %0.12’dir ve bu hastaların %27’sinde PTE tanısı kesinleştirilmiştir.
INTRODUCTION: Pulmonary thromboembolism (PTE), bases on thrombuses that derive from deep leg veins obstruct the pulmonary arteries and their divisions. PTE is a preventable disease which has a high mortality and morbidity, may relapse, sometimes may be severe during diagnosis. Unnecessary diagnostic tests are applied to patients because of the suspect of PTE. The purpose of this study is to investigate the frequency of PTE between the patients that consult a Chest Diseases and Chest Surgery Training and Research Hospital Emergency Service with PTE pre-diagnosis
METHODS: : Triage forms of the all patients consult the third step Chest Disease Branch Hospital Emergency Service in one year are analysed. The patients' demographical properties which the patients presented with PTE suspect,risk factors for PTE,examinations applied and datas concerning diagnosis became definite are procured from hospital automatisation system and evaluated retrospective
RESULTS: In 2012 the number of patients consult emergency service is 33.413. In this period, patient files opened with PTE suspect for 411 patients. (0.12%). After preliminary consideration in emergency service, 292 patients (71%) hospitilized, 117 patients (28.5%) are called for policlinic following, 2 patients (0.5%) were referred to other hospitals with diagnosis out of PTE.
After examinations in policlinic or during hospitilization PTE in 111 patients (27%), deep vein thrombosis (DVT) in 19 patients (4.6%) detected. 236 patients (57,4%) diagnosed with out of PTE, 6 patient (1.5%) died before the diagnosis became definite and 39 patients (9.5%) did not come policlinic followings. PTE was detected in the patients called for policlinic following (16,2%) (n=19), and the 31.5% (n=92) of the patients hospitilized

DISCUSSION AND CONCLUSION: Consequently, the frequency of patients presented with suspect of PTE is 0.12% of patients consult our hospital emergency service and PTE diagnosis became definite for the 27% of these patients.
Makale Özeti

3.
Retinal Ven Dal Tıkanıklığına İkincil Gelişen Kistoid Maküla Ödeminde Başlangıç İntraretinal Kist Büyüklüğünün İntravitreal Ranibizumab Tedavisi Sonrası Görsel ve Anatomik Başarıya Etkisi
The Effect of Initial Cyst Size on Visual and Anatomical Outcomes After Intravitreal Ranibizumab Treatment in Cystoid Macular Edema Due To Branch Retinal Vein Occlusion
Alper Halil Bayat, Akın Çakır, Selim Bölükbaşı, Burak Erden, Şeyma Gülcenur Şehirli, Mustafa Nuri Elçioğlu
doi: 10.5152/eamr.2018.94830  Sayfalar 11 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Retinal ven dal tıkanıklığına (RVDT) bağlı gelişen kistoid maküler ödem (KMÖ) tedavisinde makuladaki en büyük intraretinal kist çapının intravitreal ranibizumab (IVR) tedavisi sonrası görsel ve anatomik başarıya etkisini araştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: RVDT’ye sekonder gelişen KMÖ tanısı ile IVR tedavisi alan 42 olgunun 42 gözü geriye dönük olarak çalışıldı. Hastalar 3 aylık yükleme dozu IVR tedavisi sonrası değerlendirildi. Hastaların enjeksiyon öncesi ve tedavi sonundaki spektral domain optik koherans tomografi (SD-OKT) verileri not edildi. Başlangıç intraretinal kist çapının final merkezi maküler kalınlığa (MMK) ve en iyi düzeltilmiş görme keskinliğine (EİDGK) etkisi araştırıldı.
BULGULAR: Olguların 27’si erkek (%64,3) 15’i kadın (%35,7)’idi. Ortalama yaş 59.5±9.6 yıl saptandı. Başlangıç ortalama MMK değeri 485±160 mikrometre (µm) bulundu. Başlangıç EİDGK’leri 0.84±0.55 logMAR olarak hesaplandı. 3 doz IVR tedavisi sonrası MMK kazanımları 201±168 µm ve EİDGK kazanımları 0.41±0.43 logMAR bulundu. Ortalama başlangıç kist çapları 241±121 µm saptandı. Başlangıç kist çapı ile MMK kazanımı arasında düşük düzeyde pozitif yönde bir korelasyon gözlemlenmiş olmasına rağmen bu durum istatiksel olarak anlamlı değildi (r=0.245 ve p=0.059). Başlangıç kist boyutu ile EİDGK arasında düşük düzeyde negatif yönde bir korelasyon olmasına rağmen,bu korelasyon istatiksel olarak anlamlı değildi (r=-0.145 ve p=0.184).
TARTIŞMA ve SONUÇ: RVDT’ye bağlı KMÖ tedavisinde başlangıç kist boyutunun MMK ve EİDGK kazanımıyla istatiksel olarak anlamlı bir ilişkisi bulunamamıştır.
INTRODUCTION: To evaluate the effect of cyst size on the visual and anatomical outcomes in cystoid macular edema (CME) due to branch retinal vein occlusion (BRVO).
METHODS: In this retrospective study, 42 eyes of 42 patients who underwent intravitreal ranibizumab (IVR) injections with CME due to BRVO were examined. All of the patients underwent 3 monthly IVR injections. The baseline and last follow-up visit optical coherence tomography parameters and best-corrected visual acuities (BCVA) were all noted. The effect of initial cyst size on BCVA and central macular thickness (CMT) improvement was investigated.
RESULTS: There were 27 (64.3%) men and 15 (35.7%) women in the study. The mean age was 59.5±9.6 years. The mean baseline CMT was 485±160 µm and the mean baseline BCVA was 0.84±0.55 logMAR. The average cyst size was 241±121 µm. Initial cyst size had a mild and positively correlation with CMT improvement, however it was not statically significant (r=0.245 and p=0.059). Initial cyst size had a mild and negative correlation with BCVA, but this was not statically significant (r=-0.145 and p=0.184).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The initial cyst size was not found to have statistically significant correlation with CMT and BCVA improvement in CME treatment due to BRVO.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Otoimmün Hastalıklarda Optik Koherens Tomografi ile Maküla Kalınlıklarının Değerlendirilmesi
The Assessment of Macular Thickness using Optical Coherence Tomography in Patients with Autoimmune Diseases
Zeynep Duru, Orhan Altunel
doi: 10.5152/eamr.2018.13471  Sayfalar 15 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: Oküler klinik bulguların izlenmediği otoimmün hastalıklarda maküla kalınlıklarının optik koherens tomografi (OKT) kullanılarak değerlendirilmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda; 34 romatoid artrit (RA) olgusunun 68 gözü, 31 sistemik lupus eritematozus (SLE) olgusunun 62 gözü ve 21 sağlıklı gönüllünün 42 gözü değerlendirildi. Tüm hastaların RTVue-100 Spektral-Domain OKT (Optovue Inc., Fremont, CA) kullanılarak, santral maküla ve 3 mm’lik alan içindeki nazal, temporal, üst ve alt maküla kalınlıkları ölçüldü. Ölçümler SPSS 21.0 programında tek yönlü ANOVA testi kullanılarak karşılaştırıldı. Karşılaştırmalar p≤0.05 olduğunda anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: RA ve SLE hastaları ile yaş ve cinsiyet olarak benzer sağlıklı gönüllülerin santral makula kalınlığı ve 3 mm’lik alan içindeki nazal, temporal, üst ve alt maküla kalınlıkları arasında anlamlı farklılık bulunmadı. (santral; p=0.583, nazal; p=0.220, temporal; p=0.303, süperior; p=0.466 ve inferior; p=0.698).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız oküler klinik bulguları olmayan RA ve SLE hastalarında maküla kalınlıklarının sağlıklı bireylere kıyasla farklılık göstermediğini ortaya koymaktadır.
INTRODUCTION: To evaluate macular thickness in autoimmune diseases without ocular findings using optical coherence tomography (OCT).
METHODS: In our study, we evaluated 68 eyes of 34 rheumatoid arthritis (RA) patients, 62 eyes of 31 systemic lupus erythematosus (SLE) patients, and 42 eyes of 21 healthy volunteers. Central macular thickness and nasal, temporal, superior and inferior macular thicknesses within 3 mm area of macula were measured in all patients using RTVue-100 Spectral-Domain OCT (Optovue Inc., Fremont, CA). Measurements were compared by SPSS 21.0 program by using single-way ANOVAtest. Comparisons were considered significant when p≤0.05.
RESULTS: There was no statistical significant difference in central macular thickness and nasal, temporal, superior and inferior macular thicknesses within 3 mm area of macula among RA patients, SLE patients, and age-matched healthy volunteers. (central p=0.583, nasal p=0.220, temporal p=0.303, superior p=0.466, and inferior p=0.698).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study demonstrates that macular thickness in RA and SLE patients without ocular findings do not differ with healthy individuals.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Türkiye'de Ürolojik Kanserlerin Tedavisinde Ruhsatsız ve Endikasyon Dışı Reçetelemenin Sıklığı: Yasama ve Yasal Politikaların Değerlendirilmesi
Incidence of Unlicensed and Off-Label Prescription in Urologic Cancers Therapy in Turkey: Assessment of Legislative and Regulatory Policy
Mehmet Hanifi Tanyeri, Güvenç Koçkaya, Mehmet Emin Büyükokuroğlu, Pelin Tanyeri, İsmail Mert Vural, Saim Kerman
doi: 10.5152/eamr.2018.99267  Sayfalar 19 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Endikasyon dışı ilaç kullanımı, TC Sağlık Bakanlığı tarafından, onaylanmış endikasyonun dışındaki dozlarda ruhsatlı farmasötik ürünlerin kullanımı ve kişisel tedavi amacıyla ithal edilen ruhsatsız tıbbi ürünlerin kullanımı olarak tanımlanmaktadır. Çalışmanın amacı, sağlık hizmetleri hükümleri çerçevesinde Türkiye'nin perspektifini anlamak için ürolojik kanserlerde endikasyon dışı veya ruhsatsız ilaçların kullanımını değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Türkiye’deki paklitaksel veya diğer endikasyon dışı ilaç kullanan metastatik mesane kanseri olan hastaları (n=105), sorafenib, sunitinib veya diğer endikasyon dışı uygulamaları kullanan metastatic böbrek hücreli kanser olan hastaları (n=194) ve paklitaksel, gemsitabin veya diğer endikasyon dışı ilaç kullanan metastatik testis kanseri olan hastaları (n=44) kapsamaktadır. TITCK ‘nun hasta bazlı veri tabanı kullanılarak arama yapıldı.
BULGULAR: TITCK veri tabanından elde edilen verilere göre; metastatik mesane CA, metastatik renal hücreli CA ve metastatik testis CA endikasyon dışı ilaç kullanım başvuru sayıları sırasıyla 86, 136 ve 44dür. Metastatik mesane CA endikasyon dışı ilaç kullanım başvurularının %90,47'si, metastatik renal hücreli CA için 122 (%62,88)si ve metastatik testis CA için 39 (%88,63)i onaylandı. Metastatik mesane CA'sı için başvuruların büyük çoğunluğu (%79,89), metastatik renal hücreli CA için (%64,76)’sı ve metastatik testis CA için (%79,89)’unu üniversite hastaneleri tarafından oluşturuldu. Mesane CA, renal CA ve testis CA için en çok tercih edilen endikasyon dışı ilaçlar sırasıyla paklitaksel (%84,04), sorafenib (%68,42) ve paklitaksel (%43,24) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Türkiye'de ürolojik kanserlerde endikasyon dışı ilaç kullanımı artmaktadır. Endikasyon dışı ilaç kullanımı, endikasyon dışı üroloji ilaçlarına paralel olarak artarsa, uygulamaları değerlendirmede yeni yollar tanımlamak gerekir.
INTRODUCTION: “Off-label” is defined by the Turkish Ministry of Health as the use of licensed pharmaceutical products in doses outside the scope of the registered indication and the use of unlicensed medicinal products that are imported for the purpose of individual treatment. The aim of the study is to evaluate the usage of off-label or unlicensed medicines in urologic cancers for understanding of Turkey’s perspective within this area of healthcare provisions.
METHODS: This study involved patients (n=105) with metastatic bladder cancer who received paclitaxel or other off-label medicine application, (n=194) with metastatic renal cell cancer who received sorafenib, sunitinib or other off-label medicine application, (n=44) with metastatic testis cancer who received paclitaxel, gemcitabine or other off-label medicine application in Turkey. A computer search was performed using the TITCK’s database (patient based).
RESULTS: Data obtained from TITCK’s database showed 86, 136, and 44 applications for off-label metastatic bladder cancer medicine, metastatic renal cell cancer and metastatic testis cancer medicine usage, respectively. 90.47% of all off-label medicine usage applications for metastatic bladder cancer, 62.88% for metastatic renal cell CA and 88.63% for metastatic testis cancer were approved. University hospitals were created the vast majority of applications (79.89%) for metastatic bladder CA, (64.76%) for metastatic renal cell cancer and (79.89%) for metastatic testis cancer. The most preferable off-label drug medications for bladder, renal and testis cancer were paclitaxel (84.04%), sorafenib (68.42%) and paclitaxel (43.24%), respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Off-label drug use in urological cancers increase in Turkey. If off-label drug use increasing parallel to the off-label urology medicines, it is needed to define new pathways to evaluate the applications.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Alt Üriner Sistem Semptomları ile Başvuran Erkeklerde Erektil Fonksiyonun Değerlendirilmesi
Evaluation of Erectile Function in Men With Lower Urinary System Symptoms
Murat Dursun, Hüseyin Beşiroğlu
doi: 10.5152/eamr.2018.62681  Sayfalar 23 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmadaki amaç, üroloji kliniğine alt üriner sistem semptomları (AÜSS) nedeniyle başvuran hastalar arasında, bu durumun erektil disfonksiyon ile arasındaki olası ilişkiyi araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: BPH nedeniyle AÜSS mevcut olan 62 hasta çalışmaya dahi edildi. 58 sağlıklı erkek kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. Erkeklerin yaşları, komorbiditeleri, vücut kütle indeksleri (VKİ) ve önceki ameliyatları belirlendi. Hastalardan, Uluslararası Prostat Semptom Skoru (IPSS) ve Uluslararası Erektil Fonksiyon Değerlendirme-5 (IIEF-5) anketlerini doldurmaları istenmiştir.
BULGULAR: AÜSS olanlarda yaş ortalaması 61,41 (41-78), kontrol grubunda ise 62,34 (40-81) olarak belirlendi. İki grup arasında yaş açısından istatistiksel anlamlı fark saptanmadı. AÜSS şiddetinin yaş ile birlikte anlamlı olarak arttığı izlendi (p<0.05). Tüm bireyler değerlendirildiğinde AÜSS ile ED arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. IIEF skoru 22’nin altında olanlarda ED olduğu kabul edildiğinde; AÜSS mevcut olan hastaların %58,4’ünde ED mevcut iken, asemptomatik olanlarda % 29,1 olarak tespit edilmiştir. Ayrıca, beklendiği üzere ED oranı yaşla birlikte anlamlı olarak artmıştır (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızdaki başlıca bulgu AÜSS bağımsız olarak ED ile ilişkili bulunmuştur. AÜSS/BPH ile erkek cinsel işlev bozukluğu arasındaki ilişki nedeniyle, bu koşullardan biriyle başvuran hastalar diğer koşullar için rutin olarak taranmalıdır. Bu ilişkinin altındaki moleküler yolların daha iyi anlaşılması, klinik çalışmaların daha iyi tanımlanmasına yardımcı olabilir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the possible correlation between LUTS/BPH and ED among patients who presented for evaluation for LUTS/ BPH in our urology clinic.
METHODS: We studied 62 patients who presented to the weekly urology clinic of our institution for evaluation of LUTS due to BPH. 58 sağlıklı erkek kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. The men’s ages, comorbidities, body mass indexes (BMI) and previous surgeries were determined. The patients were requested to complete the International Prostate Symptoms Score (IPSS) and International Index for Erectile Function-5 (IIEF-5) questionnaires.
RESULTS: The mean age of the patients with LUTS was 61.41 (41-78) and 62.34 (40-81) in the control group. There was no statistically significant difference in age between two groups. It was observed that LUTS severity increased significantly with age (p <0.05). A statistically significant relationship was found between LUTS and ED when all the subjects were evaluated. If the IIEF score below 22 is considered to be ED, ED was present in 58.4% of patients with LUTS and 29.1% in asymptomatic patients. In addition, as expected, the ED rate increased significantly with age (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The principal finding of our study was that LUTS is independently associated with ED. Owing to the link between LUTS/BPH and male sexual dysfunction, patients presenting with one of these condi- tions should be routinely screened for the other condition. In clinical research, a better understanding of the molecular pathways behind this association may also help identify the associations.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Yağ Infiltrasyonunun Karaciğer FDG Tutulumu Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
Assessment of the Effect of Fat Infiltration on Hepatic FDG Uptake
Tamer Özülker, Filiz Özülker
doi: 10.5152/eamr.2018.03779  Sayfalar 27 - 32
GİRİŞ ve AMAÇ: FDG PET/BT çalışmalarında fizyolojik karaciğer FDG tutulumu, maligniteler dahi lolmak üzere patolojik süreçlerde FDG tutulumunun değerlendirilmesinde referans olarak kullanılmıştır. Karaciğer atenüasyonunun ve karaciğerdeki FDG tutulumunun etkisi konusunda devam eden bir tartışma vardır. Yağ infiltrasyonunun karaciğerdeki standart uptake değeri (SUV) üzerindeki olası etkisini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya toplam 88 hasta dahil edildi. Denekler, PET/BT çalışmasının kontrastsız BT bölümünden karaciğerin Hounsfield biriminin (HU) hesaplanması ve bunu dalağınkiyle karşılaştırılmasıyla 2 gruba ayrıldı. Yağlı karaciğer grubu, yaş ortalaması 59,6 ± 11,6 olan 42 hasta (26 kadın, 16 erkek), control grubu ise yaş ortalaması 60,2 ± 11 olan 22 hasta (22 kadın, 24 erkek) idi. Ortalama karaciğer atenüasyon değeri, HU bakımından, dalağa eşit ve büyük olan hastalar control grubuna kaydedildi, ortalama karaciğer atenüasyon değeri dalaktan düşük olan hastalar yağlı karaciğer grubuna alındı. Dalak ve Karaciğer arasındaki HU değeri 10 veya daha fazla (HUS-HUL> 10) olan yağlı karaciğer grubundaki hastaların bir alt kümesi ayrı değerlendirildi. Yaş, DM ve kemoterapi öyküsü, deneklerin ağırlığı, serum ALT ve AST seviyeleri, PET taraması sırasında eşzamanlı kan şekeri düzeyleri ve FDG enjeksiyonu ile PET taraması başlangıcı arasındaki geçen sure kaydedildi.
BULGULAR: Ortalama SUVmean ve SUVmax değerleri, sırasıyla yağlı karaciğer grubunda 2,7±0,7 ve 3,6±0,9; HUS-HUL> 10 grubunda 2,8±0,7 ve 3,8±1; kontrol grubunda 3,3±0,6 ve 4,4 +/- 0,9, olarak bulundu. Yağlı karaciğer grubu ve HUS-HUL>10 grubunun ortalama SUVmean ve SUVmax değerleri control grubundaki değerlerden anlamlı olarak farklıydı (p <0.05). Yağlı karaciğer grubundaki hastalar kontrol grubundaki hastalara gore daha yüksek ALT (p = 0,025), kilo (p=0,001), glukoz düzeyleri (p=0,001) ve DM (p=0,002) oranı gösterdi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Karaciğer steatozu Karaciğerde SUVmean ve SUVmax değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir düşüşe neden olur. Bu nedenle karaciğeri bir iç referans organı olarak kullanırken dikkatli olmalıyız.
INTRODUCTION: Physiological liver FDG uptake in FDG PET/CT studies, has been used as a reference in the assessment of the FDG uptake in pathological processes including malignancies. There is an ongoing debate on the effect of liver attenuation and the liver’s FDG uptake. We aimed to assess the any possible effect of fatty infiltration on the standardized uptake value (SUV) of the liver.
METHODS: A total of 88 patients were included in this study. Subjects were divided into 2 groups by calculating the Hounsfield unit (HU) of the liver from the unenhanced CT part of the PET/CT study and comparing it with that of the spleen. The fatty liver group included 42 patients (26 female, 16 male) with a mean age of 59,6±11,6, while the control group were consisted of 46 patients (22 female, 24 male) with a mean age of 60,2±11. The patients whose mean liver attenuation value in terms of HU, equal and greater than that of spleen were enrolled in the control group, while the patients with a mean attenuation value of liver lower than spleen were assigned to fatty liver group. A subset of patients from the fatty liver group with a HU difference between liver and spleen of 10 or more (HUS-HUL >10) were evaluated separately. The age, DM and chemotherapy history, weight of the subjects, serum ALT and AST levels, simultaneous blood glucose levels during PET scan and the elapsed time between the FDG injection and beginning of PET scan were recorded.
RESULTS: The average SUVmean and SUVmax values were calculated as 2,7+/-0,7 and 3,6+/-0,9, in the fatty liver group, 2,8±0,7 and 3,8±1 in the HUS-HUL >10 group and 3,3+/-0,6 and 4,4+/-0,9, in the control group respectively. The average SUVmean and SUVmax values in the fatty liver group and the subset of of HUS-HUL >10 group were significantly different from the values in the control group (p< 0.05). The patients in the fatty liver group showed higher ALT (p=0,025), weight (p=0,001), glucose levels (p=0,001) and ratio of DM (p=0,002), than the patients in the control group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hepatic steatosis causes a statistically significant decrease in SUVmean and SUVmax values in liver. Therefore we must be cautious while using the liver as an internal reference organ.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
Epizyotomi Onarım Zamanı Postpartum Kanama İnsidansını Etkiler Mi? Randomize Kontrollü Bir Çalışma
Does the Timing of Episiotomy Repair Influence the Incidence of Postpartum Hemorrhage? A Randomized Controlled Study
Doğukan Yıldırım, İçten Olgu Bafali, Mete Can Ateş, Baki Erdem, Nadiye Köroğlu, Onur Karaaslan
doi: 10.5152/eamr.2018.48243  Sayfalar 32 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Epizyotomi onarım zamanının postpartum kanama insidansı üzerine olan etkisini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu randomize kontrollü çalışmaya üçüncü basamak bir hastanede doğum yapan ve mediolateral epizyotomi uygulanan 307 gebe dahil edildi. Grup 1’de epizyotomi onarımına plasenta içerdeyken başlandı. Grup 2’de plasentanın spontan ayrılması beklendi ve sonrasında onarıma başlandı. Primer sonuç parametresi postpartum kanama insidansı idi. Sekonder sonuçlar ortalama kan kaybı, postpartum 24. saat hemoglobin (Hb) ve hematokrit (Hct) değerleri, ortalama Hb ve Hct değişikliği ve transfüzyon ihtiyacı idi.
BULGULAR: Postpartum kanama (>500 mL kanama) oranları açısından iki grup arasında istatistiksel fark izlenmedi (Grup 1’de 8/154 (%5,2) vs Grup 2’de 10/153 (%6,5), p=0,62). Ortalama kan kaybı açısından iki grup arasında istatistiksel fark izlenmedi (Grup 1’de 206±120 mL vs Grup 2’de 210±134 mL, p=0,76). Postpartum Hb ve Hct değerleri açısından iki grup arasında istatistiksel fark izlenmedi. Ortalama Hb ve Hct değişikliği açısından iki grup arasında istatistiksel fark izlenmedi. Transfüzyon gereksinimi açısından iki grup arasında istatistiksel fark izlenmedi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Üçüncü basamak bir hastanede epizyotomi onarım zamanının postpartum kanama insidansı üzerine etkisi bulunmamaktadır.
INTRODUCTION: To evaluate the effect of the timing of episiotomy repair on the incidence of postpartum hemorrhage.
METHODS: This randomized controlled trial included 307 pregnant women who delivered vaginally and underwent mediolateral episiotomy in a tertiary-care hospital. In group 1, the repair of the episiotomy was started while the placenta was still inside. In Group 2, spontaneous delivery of the placenta was expected, and then the repair began. The primary outcome parameter was the incidence of postpartum hemorrhage. Secondary outcomes were the mean blood loss, postpartum 24th-hour hemoglobin (Hb) and hematocrit (Hct) values, the mean Hb and Hct change and the need for transfusion.
RESULTS: The rate of postpartum hemorrhage, defined as estimated blood loss >500 mL, did not differ significantly between the two groups (8/154 (5.2%) in Group 1 vs 10/153 (6.5%) in Group 2, p=0,62). The mean blood loss did not differ significantly between the two groups (206±120 mL in Group 1 vs 210±134 mL in Group 2, p=0,76). Postpartum Hb and Hct values were not statistically different between the two groups. There was no statistical difference between the two groups regarding the mean changes in Hb and Hct values. There was no statistical difference between the two groups regarding transfusion requirement.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In a level-three care hospital, the timing of mediolateral episiotomy repair did not influence the incidence of postpartum hemorrhage.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Androgenetik Alopesi Tedavisinde Plateletten Zengin Plazma Enjeksiyonu Klinik Sonuçlarımız
Clinical Outcomes of Platelet-rich Plasma Injections in the Treatment of Androgenetic Alopecia
Kadri Özer, Özlem Çolak
doi: 10.5152/eamr.2018.43531  Sayfalar 33 - 37
GİRİŞ ve AMAÇ: Plateletten zengin plazma (PZP) normal kandaki platelet kosantrasyonunun optimum değerlere çıkarıldığı küçük bir plazma hacmini temsil eder. Etkisi plateletlerden salınan büyüme faktörlerine bağlıdır. Plastik cerrahinin neredeyse birçok alanında araştırılmış ve kullanılmış olmakla birlikte son dönemde saç dökülmesi tedavisinde ilgi odağı haline gelmiştir. Bu çalışmada PZP hazırlanışı ve uygulanması için standart bir protokol oluşturularak erkek ve kadın alopesisi olan hastalarda adjuvan tedavideki etkinliğini değerlendirmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hafif-orta androgenetik alopesi (AGA) (kadınlar için Ludwig alopesi skoru I-II ve erkekler için Hamilton-Norwood skoru 1-4) mevcut olan ve son 6 ay içinde topikal veya sistemik alopesi tedavisi almamış olan 15 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 11’i erkek ve 4’ü kadındı, ortalama yaş 41’di (27-55). PZP tek çevirmeli metodla yüksek ivmelenme kuvveti ve düşük santrifüj süresi ile hazırlanmış olup 3-4 haftalık aralarla toplam 3 doz PZP enjeksiyonu yapıldı. Hasta memnuniyeti Vizüel Analog Skala (VAS) ile değerlendirildi. 0. gün, 1.ay, 2.ay ve 6.aydaki değerlendirmeler retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Tedavi öncesi tüm hastalarda saç çekme testi pozitifti (%100) ve ele gelen saç kaybı sayısı ortalama 6,7 idi. Üç uygulama sonrası saç çekme testi 13 hastada negatifti (%86,6) ve ele gelen ortalama saç sayısı 2.5 olarak bulundu. İşlem öncesi ve sonrası standart bir şekilde çekilen makroskobik fotoğraflar ile saç yoğunluğu ve kalitesinde iyileşme saptandı. Hasta memnuniyet değerlendirmesinin yapıldığı VAS da işlem öncesi değer 6.8 iken, işlem sonrası 2.1’e gerilemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ticari kit kullanmaksızın basit bir şekilde hazırlanıp periyodik olarak uygulanan PZP enjeksiyonları, yüksek hasta memnuniyeti ve düşük maliyeti ile alopesi tedavisinde etkili bir tedavi seçeneğidir.
INTRODUCTION: Platelet-rich Plasma (PRP) is an autologous suspension of platelets in a small volume of plasma characterized by a platelet concentration above basal original blood values collected. It’s effect depends on the growth factors released from the platelets. Although it has been investigated and used in most areas of plastic surgery, PRP injection has recently attracted interest in the treatment of hair loss. In this study, we aimed to evaluate the efficacy of adjuvant therapy in patients with male and female alopecia by establishing a standard protocol for the preparation and application of PRP.
METHODS: Fifteen patients with mild to moderate androgenetic alopecia (AGA) (Ludwig alopecia score I-II for women and Hamilton-Norwood score 1-4 for men) who had not received topical or systemic treatment for alopecia in the last 6 months were included in the study. Eleven of the patients were male and 4 were female, with a mean age of 41 (27-55). PRP was prepared using a single spin method with high acceleration force and low centrifugaiton time, and three sessions were performed with an interval of 4 weeks. Patient satisfaction was assessed by visual analogue scale (VAS). All patients were evaluated at beginning of the study, 1 month, 2 months and 6 months, respectively.
RESULTS: Hair pull test was positive (100%) in all patients before the treatment, and average number of hair loss was 6.7. After the third session, the pull test was negative in 13 patients (86,6%) with average number of 2.5 hairs. An improvement in hair density and quality was showed with macroscopic photographs taken before improvement in hair density and quality. Average VAS reduced from 6.8 to 2.1 after the procedure.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Prp injections together with a simple preparation and periodical application without using commercial kit have a positive effect for the treatment of alopecia with high patient satisfaction and low cost.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Palmar Fibromatozis: 25 olgunun analizi
Palmar Fibromatosis: Analyses of 25 Cases
Mehmet Sabri Balık, Recep Bedir
Sayfalar 43 - 48
GİRİŞ ve AMAÇ: Dupuytren hastalığı (DH) eldeki palmar fasyanın noduler veya fibröz band şeklinde kalınlaşması sonucu el ayası ve parmaklarda kontraktür oluşturan benign bir tümördür. Bening lezyonlar olmasına rağmen cerrahi sonrası sık nüks görülebilmektedir. Bu nedenle DH nedeniyle opere olan 25 olguyu literatür eşliğinde klinikopatolojik bulguları ile birlikte retrospektif olarak değerlendirdik. Ayrıca immunohistokimyasal yöntem ile eksizyon materyallerinde Ki-67 proliferasyon indeksi ve düz kas aktinin (SMA) boyanma yoğunluğuna bakılarak nüks ilişkisini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim dalında 2009-2015 yılları arasında DH tanısı ile opere olan 25 olgunun demografik özellikleri, kontraktür derecesi, tedavi şekli, Ki-67 proliferasyon indeksi, SMA boyanma yoğunluğu ve nüks varlığı açısından retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların yaş aralığı 42-75 yıl (ortalama yaş: 55) olup, 6’ sı kadın 19’ u erkekti. Lezyonların 15’ i sağ el, 10’ u ise sol elde lokalizeydi. Tüm hastalara rejyonal intravenöz anestezi eşliğinde geniş palmar fasya eksizyonu uygulandı. Yalnızca bir olguda nüks gözlendi. Ki-67 proliferasyon indeksi nüks görülmeyen olgularda %1-2’iken, nüks görülen bir olguda % 5’in üzerinde nükleer pozitiflik saptandı. Ayrıca bu olguda SMA ile güçlü pozitif boyanma gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DH ait cerrahi spesmenlerin patolojik incelemesinde fibroblastik proliferasyon değerlendirmek için Ki-67 proliferasyon indeksi ve SMA boyanma yoğunluğuna bakılması, lezyonun nüksü açısıdan klinik takipte değerli olabilir.
INTRODUCTION: Dupuytren’s contracture (DC) is a benign tumor that creates contracture in fingers and palm as a result of the thickening of palmar fascia in nodular or fibrous band. Even though they are of benign character, the recurrence after the surgery is frequently seen. These are the benign lesions but they might also be the locally aggressive. In the present study, we retrospectively analyzed the immunohistochemical examinations of excision materials and clinical findings of 25 cases undergone surgery for DC.
METHODS: The data of 25 cases diagnosed for DC and undergone surgery between 2009 and 2015 in Pathology Department of Medical Faculty of Recep Tayyip Erdoğan University were collected retrospectively. The cases were analyzed in terms of demographic characteristics, level of contracture, type of treatment, Ki-67 proliferation index, SMA staining density, and presence of recurrence. The relationship between recurrence and data was examined.
RESULTS: The cases were between 42 and 75 year-old (mean age: 55). 6 of the patients were female, whereas 19 were male. The lesions were local in right hand in 15 cases and in left hand in 10 cases. All the patients were undergone wide excision of palmar fascia under regional intravenous anesthesia. The recurrence was observed only in one case. Ki-67 proliferation index ranged between 1 and 2% among the cases without recurrence, whereas the nuclear positivity was higher than 5% in the case with recurrence. Moreover, the positive staining of SMA was strong in this case.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The use of Ki-67 proliferation index and SMA staining density in examining the fibroblastic proliferation in pathologically analyzing the excision materials of DC may be beneficial in clinical follow-up of lesion in terms of recurrence.
Makale Özeti

11.
Gebelikte Sigara Kullanımı ile Kordon Kanındaki Oksidatif Stres Biyomarker Düzeylerinin İlişkisi
The Relation Between Smoking in Pregnancy and Levels of Oxidative Stress Biomarkers in Cord Blood
Hüseyin Dağ, Okan Dikker
Sayfalar 49 - 53
GİRİŞ ve AMAÇ: : Maternal sigara kullanımı, spontan abortus, plasental abrupsiyon, preterm doğum, intrauterin büyüme kısıtlaması ve ölü doğum gibi komplikasyonların insidansında bir artışla sonuçlanmaktadır. Literatürde gebelerde sigaranın yol açtığı oksidatif stres ile ilgili az sayıda çalışma mevcuttur ve bu ilişki çok net değildir. Çalışmamızdaki amacımız, malondialdehit ve protein karbonil gibi oksidatif stres göstergelerini ve total antioksidan durumu kordon kanında ölçerek, gebelikte sigara kullanımı ile oksidatif stres arasındaki ilişkiyi belirlemek ve bu konuda alınabilecek halk sağlığı önlemleri ile ilgili farkındalık oluşturmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, toplam 56 olgu (sigara içen 24 gebe ve sigara içmeyen 32 gebe) dahil edilmiştir. Gebeler sigara içenler ve içmeyenler olarak iki gruba ayrıldı. Daha sonra sigara içenler kendi içlerinde tüketim sıklıklarına göre 3 gruba ayrılarak değerlendirilme yapıldı. Bu gruplar arasında kordon kanında malondialdehit, protein karbonil ve total antioksidan durum düzeyleri karşılaştırıldı.
BULGULAR: Gruplar arasında oksidatif stres göstergeleri olan malondialdehit ve protein karbonil düzeyleri ve ayrıca total antioksidan kapasite açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p<0.05). Ayrıca sigara tüketim sıklıklarına göre de belirteçlerde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sigaranın, fetusta oksidatif stres oluşturma potansiyeli, klinik çalışmaların çelişkili bulguları nedeniyle yeterince açık değildir. Bulgularımız maternal sigara kullanımı ile oksidatif stres arasında bir ilişki kurmayı güçleştirmektedir. Daha farklı oksidan ve antioksidan moleküllerin de değerlendirileceği daha başka klinik çalışmalarla konu aydınlatılmalıdır.
INTRODUCTION: Maternal smoking results in an increase in the incidence of complications such as spontaneous abortion, placental abruption, preterm delivery, intrauterine growth restriction and stillbirth. There are few studies in the literature about oxidative stress caused by smoking in pregnant women and this relationship is not clear. The aim of our study is to determine the relationship between smoking and oxidative stress in pregnancy and to raise awareness about the public health measures that can be taken by measuring oxidative stress indicators such as malondialdehyde, protein carbonyl and total antioxidant status in cord blood
METHODS: : A total of 56 patients (smoker 24 pregnant women and non-smoker 32 pregnant women) were included in the study. Pregnant women were divided into two groups as smokers (n: 24) and non-smokers (n: 32). Then, smokers were divided into 3 groups according to their cigarette consumption frequency. Malondialdehyde, protein carbonyl and total antioxidant status levels of cord blood were compared between groups.
RESULTS: There was no statistically significant difference between the groups in malondialdehyde, protein carbonyl levels and total antioxidant status leves. There was also no statistically significant difference these markers between in groups created according to cigarette consumption frequency (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The potential for smoking to produce oxidative stress in the fetus is not clear enough due to the contradictory findings of clinical studies. Our findings make it difficult to establish a relationship between maternal smoking and oxidative stress. The subject should be illuminated by further clinical studies in which different oxidants and antioxidant molecules will be evaluated.
Makale Özeti