Cilt: 27  Sayı: 3 - 2011
Özetleri Gizle | << Geri
DERLEME
1.
Hormon Testlerinde Kalite Kontrol
Quality Control of Hormonal Tests
Sembol Yıldırmak
doi: 10.5222/otd.2011.124  Sayfalar 124 - 129
İmmünölçümlerin kalite planlaması, genellikle çoklu karar düzeylerinin varlığı, bu farklı karar düzeylerinde farklı kalite gereksinimleri ve farklı karar düzeylerinde farklı yöntem varyasyon katsayılarının olması nedeni ile özel zorluklar taşımaktadır. İmmünölçüm yöntemlerinin genellikle otomatize kimya ve hematoloji yöntemleri kadar kesin olmaması nedeni ile kalite kontrol tasarımları da daha komplike olmakta, dolayısıyla da çoklu-düzey veya çoklu-basamaklı, sıklıkla çok kurallı kontrol prosedürleri ve daha yüksek sayıda kontrol ölçümleri kullanılmasını gerektirmektedir.
Quality planning of immune assays bear specific difficulties, because of different quality requirements, and also variable coefficients of different methods involving various decision levels Since immune assays usually are not as precise as automatized chemical and hematologic methods, quality control designs become more complicated,and thus require utilization of multiple level or multiple step and frequently multiple rule control procedures and higher number of control measurements.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Üst Gastrointestinal Kanamalı Yüz Kırk Sekiz Olgunun Analizi
Analysis of 148 Cases with Upper Gastrointestinal Bleeding
Murat Gençay, Osman Maviş, Rahime Özgür, Zeynep Taşkın Özsığınan, Gülay Arıcı
doi: 10.5222/otd.2011.130  Sayfalar 130 - 137
AMAÇ: Üst GİS kanamaları en önemli mortalite ve morbidite nedenlerindendir. Üst gastrointestinal sistem (GİS) kanama tanısı ile takip edilen olgularımızın özelliklerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Ocak 2005-Aralık 2008 yılları arasında kliniğimizde takip edilmiş 148 üst GİS kanamalı hasta retrospektif olarak incelendi. Hastalar yaş, cinsiyet, başvuru yakınmaları, ilaç kullanımı, eski kanama öyküsü, laboratuvar değerleri, endoskopik bulgular, uygulanan tedavi, transfüzyon gereksinimi, yatış süresi, ek hastalık, sigara, alkol kullanımı ve mortalite açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 106’sı erkek (% 71,6), 42’si kadın (% 28,4), yaş ortalaması 61,8±16.7 idi ve % 69,6’sında en az bir ek hastalık eşlik ediyordu. Başvuru yakınmaları melena (% 56,1), hematemez (% 10,1) ve hematemez+melena (% 33,8) idi. Hastaların 89’unda (% 61) en az bir ilaç kullanımı mevcuttu. Alkol kullanımı 35 (% 23,6), sigara kullanımı 92 (% 62,2) olarak tespit edildi. Ortalama geliş hemoglobini 8.8 g/dl, hematokrit % 27, üre 76.9 mg/dl, kreatinin 1.1 mg/dl idi. Üst GİS endoskopisinde en sık duodenal ülser 51 (% 34,5), gastrit 20 (% 13,5), varis kanaması 17 (% 11,5), mide ülseri 14 (% 9,5) olarak saptandı. 131 hastaya yalnızca medikal tedavi verilmiş, 4 hastaya band ligasyonu, 7 hastaya Sengstaken Blakemore tüpü, 4 hastaya skleroterapi, 7 hastaya cerrahi tedavi uygulanmıştır. Yüz on bir (% 75) hastaya kan ürünü transfüzyonu uygulanmıştır. Ortalama yatış süresi 7,18±6.64 gün idi. On sekiz hasta kaybedildi, bu hastaların 16’sı 60 yaş üzerindeydi.
SONUÇ: Mortalitenin azaltılabilmesi için kanama kontrolünün sağlanmasının yanında, eşlik eden hastalıkların da dikkatle tedavi edilmesi gerekmektedir. Aspirin ve NSAİİ kullanan hastalarda protektif ilaçlar tedaviye eklenmelidir. Yaşlı ve ek hastalığı olan olgular yoğun bakım koşullarında izlenmelidir.
OBJECTIVE: Upper gastrointestinal bleeding is one of the most important causes of mortality and morbidity. We intended to investigate the characteristics of our cases with upper gastrointestinal bleeding.
METHODS: 148 cases with upper gastrointestinal system bleeding followed-up in our clinic between January 2005 and December 2008 were retrospectively evaluated. The patients were assessed as for age, gender, presenting complaints, previous drug and/or other therapies, bleeding episodes, laboratory, and endoscopic findings, need for transfusion, duration of hospitalization, concomitant diseases, smoking status, alcohol usage, and mortality.
RESULTS: Study participants consisted of 106 (71,6 %) male and 42 (28,4 %) female patients with a mean age of 61.8±16.7 years, and 69.8 % of the patients had at least one additional disease. Complaints at admission included melena (56.1 %), hematemesis (10.1 %) or both (33.8 %). Eighty-nine (61 %) patients had history of medication. Among the patients 35 (23.6 %) were smokers, while 92 (62.2 %) of them were routinely using alcoholic beverages. The mean values for hemoglobin (8.8 g/dl) hematocrit (27.0 %), urea (76.9 mg/dl), and serum creatinine (1.1 mg/dl) levels were also recorded. The most common findings observed during upper gastrointestinal system endoscopy were duodenal ulcer (n= 51; 34.5 %), gastritis (n= 20; 13.5 %), variceal bleeding (n= 17; 11.5 %), and gastric ulcer (n=25; 9.5 %). The patients received only medical treatment (n=131) Band ligation (n=4), Sengstaken Blakemore tube intubation (n= 7), sclerotherapy (n=4) and surgical treatment (n= 7) were also performed. The mean hospital stay was 7.18 days, and 18 (16 %) patients over 60 years of age died during follow-up period.
CONCLUSION: To reduce mortality in addition to providing control of bleeding, concomittant diseases should be treated carefully. Protective medications in patients using aspirin and NSAIDs should be added to the treatment. Elderly patients with additional diseases should be monitored in the intensive care unit.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Hipertansiyonun Hiperürisemi ile İlişkisi
The Relation of Hypertension With Hyperuricemia
Semih Kalyon, Hikmet Uzun, Ayşen Helvacı, Necati Yenice
doi: 10.5222/otd.2011.138  Sayfalar 138 - 143
AMAÇ: Hipertansif hastalarda yapılan daha önceki çalışmalarda, kan ürik asit düzeyi ile hipertansiyon arasında anlamlı bir korelasyon bulunmuştur.
YÖNTEMLER: Biz ise yaptığımız bu çalışmada, hastanemiz genel dahiliye polikliniklerine başvuran yeni tanı konulmuş, ek bir hastalığı olmayan, herhangi bir ilaç kullanmayan, hipertansiyon hastalarını inceledik.
BULGULAR: Bunun sonucunda ürik asidin yeni tanı konulan hipertansif hasta grubunda çalışılması gereken rutin bir parametre olduğu bildirilmiştir.
SONUÇ: Çalışmamızın sonunda, kan ürik asit düzeyi ile hipertansiyon arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon bulamadık. Ancak, kan ürik asit düzeyi ile kan trigliserit, VLDL (çok düşük dansiteli lipoprotein), HDL (yüksek dansiteli lipoprotein) ve açlık kan şekeri düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon vardı. Litaratürde bu anlamlı korelasyonun bildirildiği başka çalışmalar da mevcuttu.
OBJECTIVE: A significant correlation between blood uric acid levels and hypertension has been found in previous researches performed among hypertensive patients. As a result, ıt has been reported that uric acid is a routine parameter to be studied in the newly diagnosed hypertension patients.
METHODS: In this study, we evaluated the patients who had applied to the internal medicine outpatient clinics of our hospital without any other concomitant disease and /or recent history of any drug therapy.
RESULTS: As a result, ıt has been reported that uric acid is a routine parameter to be studied in the newly diagnosed hypertension patients.
CONCLUSION: At the end of our study, we didnt find a statistically significant correlation between uric acid levels and hypertension. However there was a significant correlation between the blood uric acid levels and the levels of triglicerides, VLDL (very low density lipoproteins), HDL (high density lipoproteins) and fasting blood glucose. This significant correlation was also reported in other studies in the literature.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Laringoskopi ve Trakeal Entübasyona Bağlı Hemodinamik Değişikliklerin Önlenmesinde Esmolol, Fentanil ve Deksmedetomidinin Etkinliğinin Karşılaştırılması
The Effects of Esmolol, Fentanyl and Dexmedetomidine in the Prevention of Hemodynamic Changes Due to Laryngoscopy and Tracheal Intubation
Aygül Söner, Ayşın Ersoy, Aysel Altan, M. Metin Akkaya, Fulya Baturay
doi: 10.5222/otd.2011.144  Sayfalar 144 - 152
AMAÇ: Laringoskopi ve trakeal entübasyonun sempatoadrenal yanıtı uyararak hemodinamik değişikliklere neden olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı laringoskopi ve trakeal entübasyona bağlı kalp atım hızı ve arter kan basıncındaki artışın önlenmesinde deksmedetomidin, esmolol ve fentanilin etkinliklerinin karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEMLER: Çalışmaya 20-70 yaş arası, rastgele 3 gruba ayrılan 60 hasta dahil edilmiştir. Anstabil koroner arter hastalığı, kalp yetmezliği, atriyal veya ventriküler taşiaritmisi olan hastalar, 2. veya 3. derece kalp bloğu olan hastalar, sinus nodu disfonksiyonu olan hastalar ve dinlenme halinde kan basınçları 100-50/160-110 mmHg’nın dışında olan hastalar çalışmaya alınmamıştır.
Operasyon odasına alınan tüm hastalara, noninvaziv kan basıncı, EKG ve periferik O2 satürasyon monitorizasyonu yapıldı. Entübasyon öncesinde esmolol grubundaki (grup E) hastalara 500 µg kg-1 esmolol ve fentanil grubundaki (grup F) hastalara 1 µg kg-1 fentanil 2’şer dk. süresince uygulanırken, deksmedetomidin (grup D) grubundaki hastalara 10 dk. boyunca 1 µg dk-1 deksmedetomidin verildi.
İnfüzyon öncesi (t1), infüzyon sonrası 1. dk. (t2), entübasyon öncesi (t3), entübasyon sonrası 1. dk. (t4), 3. dk. (t5), 5. dk. (t6), 7. dk. (t7) ve 10. dk. (t8) larda, kalp atım hızları (KAH), ortalama arter basınçları (OAB), diyastolik arter basınçları (DAB) ve sistolik arter basınçları (SAB) kaydedildi.
Genel anestezi indüksiyonu 1.5 mg kg-1 propofol ve fentanil ile yapıldı. Orotrakeal entübasyon rokuronyum bromür (0,6 mg kg-1) verilerek gerçekleştirilmiştir. Anestezi idamesinde % 50 azot protoksit (N2O) ve % 50 oksijen (O2) karışımı içinde desfluran ile sürdürüldü.

BULGULAR: OAB, DAB ve SAB değerleri, gruplar arası karşılaştırmalarda farklı bulunmadı (p>0.05). Entübasyondan sonra 7. (t7) ve 10. (t8) dk.’larda KAH değerleri Grup F’de Grup D’ye göre istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksek bulundu (p<0.05).
SONUÇ: Esmolol ve deksmedetomidinin, laringoskopi ve entübasyona bağlı hemodinamik yanıtı önlemede fentanile göre daha etkin olduğunu düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: It is well known that laryngoscopy and tracheal intubation induce hemodynamic changes by stimulating sympathoadrenergic responses. The aim of this study was to compare the effectiveness of dexmedetomidine, esmolol, fentanyl in preventing increases in heart rate and arterial blood pressure in response to laryngoscopy and tracheal intubation.
METHODS: Sixty patiens, aged between 20-70 years were randomly allocated to 3 groups Exclusion criteria included unstable coronary artery disease, heart failure, atrial or ventricular tachyarrhythmias, 2° or 3° heart block, sinus node dysfunction and resting BP outside the range of 100/50-160/110 mmHg.
All patients were transferred to the operating theatre and their blood pressures (NIBP), ECGs, peripheric O2 saturations were non-invasively monitorized.
The esmolol group (Group E) received 500 µg kg-1 esmolol and the fentanyl group (Group F) received 1 µg kg-1 fentanyl 2 minutes before endotracheal intubation while the dexmedetomidine group (Group D) received 1 µg kg-1 dexmedetomidine 10 minutes before endotracheal intubation.
Heart rates (HR), mean arterial pressures (MAP), systolic arterial pressures (SAP) and diastolic arterial pressures (DAB) were recorded before infusion (t1), 1 (t2) and 3 (t3) minutes before intubation and 1 (t4), 3 (t5), 5 (t6), 7 (t7) and 10 (t8) minutes after intubation.
General anesthesia was induced with propofol (1.5 mg kg-1) and fentanyl. Rocuronium bromide (0.6 mg kg-1) was given to facilitate orotracheal intubation and general anaesthesia was maintained with 50 % nitrous oxide in oxygen and desflurane.

RESULTS: MAP, DAP and SAP values at all times were similar in all three groups (P>0.05). HR values were found significantly higher in group F than group D at 7. (t7) and 10. (t8) min. after intubation (p<0.05).
CONCLUSION: We thought that esmolol and dexmedetomidine were more effective than fentanyl for attenuating hemodynamic response to laryngoscopy and intubation.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Tiroglobulin Seviyesi Yüksek, İyot-131 Tüm Vücut Tarama Sintigrafisi Negatif Diferansiye Tiroid Kanserli Olgularda F-18 FDG PET/BT Görüntülemenin Rolü
The Role of F-18 PDG PET/CT in I-131 WBS-Negative, Thyroglobulin-Positive Patients with Differentiated Thyroid Cancer
Rabiye Uslu, Savaş Karyağar, Sevda Karyağar, Tevfik Özpaçacı, Tamer Özülker, Ercan Uyanık, Özgür Eker, Mehmet Tarık Tatoğlu
doi: 10.5222/otd.2011.153  Sayfalar 153 - 160
AMAÇ: Çalışmamızda tiroglobulin düzeyi yüksek ve I-131 tüm vücut tarama negatif olan Diferansiye Tiroid Kanserli olguların takibinde F-18 FDG PET’/BT görüntülemenin değerinin araştırılması planlanmıştır.
YÖNTEMLER: Bu amaçla I-131 tüm vücut tarama negatif ve tiroglobulin düzeyi yüksek 30 diferansiye tiroid kanserli olguya (11 erkek, 19 kadın) F-18 FDG PET/BT görüntüleme uygulandı. Olguların 26’sı Papiller Tiroid Karsinomu, 4’ü ise Folliküler Tiroid Karsinomuydu. Görüntüleme sırasında TSH değeri suprese (< 2 μIU/ml) idi.
BULGULAR: Tüm grupta F-18 FDG PET/BT’in duyarlılığı duyarlılığı % 91.3, özgüllüğü % 71.4 pozitif öngörü değeri % 91.3 ve negatif öngörü değeri % 71.4 olarak hesaplanmıştır.
SONUÇ: Papiller karsinom klasik tipte FDG PET/BT duyarlılığı % 88.8 özgüllüğü ise % 33.3 olarak bulunurken; tall cell varyantlı olgularda duyarlılık % 85.7 ve özgüllük % 100 olarak hesaplanmıştır.
OBJECTIVE: The aim of this study was to evaluate the role of F-18 FDG PET/CT (18f flourodeoxyglucose-pozitron emission tomography / computer tomography) in I-131 WBS-negative, thyroglobulin-positive patients with suspected differentiated thyroid cancer recurrences and metastasis.
METHODS: 30 patients were selected using these criteria. There were 11 males and 19 females. The pathological types of the cancer were as follows: papillary (26) and follicular (4). TSH (thyroid-stimulating hormon) level at the time of FDG PET/BT was suppressed (<2 μIU/ml) in all patients.
RESULTS: FDG PET/CT demonstrated a patient-based sensitivity % 91.3, specificity, % 71.4 positive predictive value of % 91.3 and negative predictive value of % 71.4. Sensitivity and specificity of FDG PET/BT in papillary carsinom classic type were % 88.8, % 33.3, respectively.
CONCLUSION: However sensitivity and specificity of FDG PET/BT in papillary carcinom tall cell variant were % 85.7, % 100, respectively.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Stres Tip İdrar Kaçırma Tedavisinde Uzun Dönem Trans-Obturator Teyp Sonuçlarımız: Retrospektif Klinik Çalışma
Our Long Term Results with Trans-Obturator Tape (TOT) Treatment for Stress Urinary Incontinence: Retrospective Clinical Study
Alper Ötünçtemur, Murat Dursun, Süleyman Sami Çakır, Gökhan Çalık, Tamer Alışkan, İsmail Köklü, Emin Özbek
doi: 10.5222/otd.2011.161  Sayfalar 161 - 166
AMAÇ: Stres tipi idrar kaçırma “Uluslararası Kontinans Topluluğu” tarafından bir güç harcanması, egzersiz, hapşırma veya öksürmekle idrar kaçırma olarak tanımlanmıştır. Stres Tipi İdrar Kaçırma (STİK) özellikle orta ve ileri yaş grubu kadınlarda yaygın bir sorundur. Trans-Obturator Teyp (TOT), STİK tedavisinde uzun dönem başarı oranlarının iyi olması nedeniyle yaygın kabul gören tekniklerden birisidir. Bu çalışmada kliniğimizde gerçekleştirilen TOT ameliyatlarının uzun dönem sonuçlarının gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Haziran 2007-Ocak 2010 yılları arasında kliniğimizde idrar kaçırma nedeniyle cerrahi olarak TOT ameliyatı yapılan toplam 72 olgu geriye dönük olarak incelendi. Ameliyat sonrası yüz yüze görüşülerek olgular alt üriner sistem semptomları ve idrar kaçırma yönünden sorgulandı. Hastalara ameliyat öncesi ve sonrası kontrollerinde uluslararası idrar kaçırma konsültasyon sorgulaması-kısa form (İnternational Consultation on Incontinence Questionnaire-Short Form ‘ICIQ-SF’) doldurtuldu, fizik inceleme ile değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 72 olgunun yaş ortalaması 49.2±11.9 yıl, ameliyat sonrası ortalama takip süresi ise 29.7±3.4 ay idi. Ameliyat öncesi 17 (14-21) olan 72 hastanın ICIQ-SF skoru medyan değeri de ameliyat sonrası dönemde 2 (0-21)’ye indi. İstatistiksel olarak ki-kare testi kullanıldı ICIQ-SF skorlarında anlamlı azalma olduğu saptandı( p<0.05). Karışık tip idrar kaçırması yakınması ile başvuran 40 hastanın 31’inde (% 77.5) ameliyat sonrası dönemde sıkışma yakınmalarının kaybolduğu belirlendi.
SONUÇ: Hastaların uzun dönem takibinde düzelme veya kür sağlanan kişilerin oranı ortalama %86 olarak tespit edildi.

TOT yapılan olgularımızın uzun dönem başarı oranları yüksektir. STİK tedavisinde TOT kısa hastanede kalış süresi, kolay uygulanabilirlik ve düşük istenmeyen yan etki oranları ile güvenli ve etkili bir teknik olarak gözükmektedir.

OBJECTIVE: The International Continence Society (ICS) defined stress urinary incontinence as “involuntary leakage due to effort, exertion, sneezing or coughing”. Stress urinary incontinence (SUI) is a common problem in women, especially middle and older age group. Trans-obturator tape (TOT), the treatment option of SUI, is one of the widely accepted techniques due to high success rates at long-term results. In this study we aimed to rewiev the long-term results of the TOT surgery performed in our clinic.
METHODS: A total of 72 patients who underwent surgery (TOT) for incontinence were analyzed between June 2007 and Jan 2010 in our clinic. Lower urinary tract symptoms and urinary incontinence were recorded by face to face interviews with patient after the operations. Patients were evaluated by using International Consultation on Incontinence Questionnaire-Short Form (ICIQ-SF) in preoperative and postoperative period. Also the patients were assessed by physical examination.
RESULTS: Patients’ mean age was 49.2±11.9 years, and the follow-up period after surgery was 29.7±3.4 months. ICIQ-SF scores at the median value decreased from 17 (14-21) to 2 (0-21) after surgery (p<0.05). It was determined that urge symptoms after surgery were disappeared from 31 of 40 patients (77.5 %) who admitted to mixed incontinence.
CONCLUSION: It is determined in long-term follow-up that improved or cured patients were an average of 86 %.

The cases performed with TOT technique have high long term success rates. TOT seems to be a safe and effective technique for the treatment of SUI due to short hospital stay, with easy applicability and low rates of adverse side effects.

Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
7.
Conn Sendromu (Primer Hiperaldosteronizm) ve Anestezi
Primary Hyperaldosteronism (Conn Syndrome) and Anaesthesia: A Case Report
Fulya Baturay, Ayşın Ersoy, Nurdan Ünlü, Aysel Altan
doi: 10.5222/otd.2011.167  Sayfalar 167 - 169
Primer hiperaldosteronizmin başlıca klinik özellikleri; aşırı aldosteron salgısına bağlı olarak normal veya yüksek kan basıncı, hipopotasemi, sodyum ve sıvı retansiyonu ve metabolik alkalozdur. Hipertansiyonu olan, düzenli medikal tedavi almasına rağmen, uç organ hasarları oluşan bu olguyu; peroperatif anestezi riskleri bulunması nedeniyle, anestezi yönetimine dikkat çekmek amacıyla sunuyoruz.

Bu tür bir olguda hastanın hipertansiyonunun preoperatif regüle edilmesi ve uygun premedikasyon yapılmasının, dengeli bir solüsyon verilerek sıvı replasmanının kısıtlanmasının, hiperventilasyondan kaçınılmasının ve düşük doz nöromusküler bloker ajan uygulanmasının olası komplikasyonları engellediği düşüncesindeyiz.
Clinical characteristics of primary hyperaldosteronism are normotension or hypertension, hypokalemia, sodium and fluid retention depending on excessive aldosteron secretion. We aimed that to report the anaesthesia management of this hypertensive patient with peculiar peroperative anaesthetic risks who developed end- organ damage despite regular medical treatment he was receiving.

We conceive that in similar cases, preoperative regulation of hypertension, proper premedication, limitation of additional fluid replacement with balanced solutions, avoidance of hyperventilation and usage of low dose neuromusculer blocker agents can prevent occurrence of potential complications.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
İntralarengeal Uzanım Gösteren Tiroglossal Kanal Kisti
Thyroglossal Duct Cyst With an Intralaryngeal Extension
Gökçen Coşkun, Yavuz Uyar, Mustafa Kuzdere, Güven Yıldırım, Ziya Saltürk
doi: 10.5222/otd.2011.170  Sayfalar 170 - 173
Tiroglossal duktus kisti, fetüste tiroidin dil kökünden boyundaki yerine inmesi esnasında tiroglossal duktustaki kısmi veya tam obliterasyon eksikliği sonucunda oluşur. Konjenital boyun kitleleri içinde en sık görülenidir. Tiroglossal kist yaygın olmasına rağmen tiroglossal kanal kistlerinin larengeal uzanımı oldukça nadir görülen bir durumdur ve daha çok erişkinlerde görülür. İleri yaşlarda larenks malignitelerini taklit edebilir.
Thyroglossal duct cyst occurs due to lack of complete or incomplete closure of thyroglossal ductus after migration of thyroid gland from tounge base to neck. Althouh thyroglossal cyst is common intralaryngeal extension is very rare. It is more common in adults and ıt can mimic laryngeal carcinoma in elder patients.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Juguler Foramen Schwannomu
Jugular Foramen Schwannoma
Mustafa Kuzdere, Yavuz Uyar, Güven Yıldırım, Ayşe Hatipoğlu, Perihan Taşkale, Muhlis Bal
doi: 10.5222/otd.2011.174  Sayfalar 174 - 176
Juguler foramen, bulbus vena juguli, 9,10,11. kranial sinirlerin intrakranial alandan boyuna geçiş yaptıkları önemli bir anatomik bölgedir. Bu alanda gelişen tümörler ender olmakla birlikte, sıklık sırasına göre glomus jugulare, nörinom ve menengiom olarak sayılabilir. Bölgenin derinde ve fasial sinir, a. carotis interna, intrakranial bölge gibi önemli yapılara yakın olması özel cerrahi yaklaşımlar gerektirir. Daha önce nörofibromatozis tanısı almış hastamız orofarenksi daraltan aspirasyona ve yutma güçlüğüne neden olan kitle nedeniyle transmandibuler ve transservikal yaklaşımla opere edildi. Olguya yaklaşımımız literatür verileri eşliğinde sunuldu.
Jugular foramen is an important anatomical region for transition of vena juguli bulb, 9,10,11. cranial nerves from intracranial space to the neck. Tumors developed in this area although rare, in order of frequency, glomus jugulare tumors, neuromas and menengioma be considered. Depth of the region and important structures such as the facial nerve, internal carotid artery and intracranial region is close to this region needs of special surgical approaches. Patient previously diagnosed with neurofibromatosis narrowed oropharynx mass caused due to aspiration and swallowing difficulties were operated transmandibular and transcervical approach. The patient presented with literature data.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
İntramusküler Enjeksiyon Sonrası Gelişen Ciddi Bir Komplikasyon: Ağır Sepsis
A Serious Complication After Intramuscular Injection: “Severe Sepsis”
Ayşın Ersoy, Namigar Turgut, Deniz Kara, Nurdan Kondu, Fulya Baturay, Funda Şimşek, Aysel Altan
doi: 10.5222/otd.2011.177  Sayfalar 177 - 179
Deri ve yumuşak doku enfeksiyonları, sepsise neden olabilen ciddi klinik tablolara yol açabilir. Sepsisin primer tedavisinde başarısız kalındığı zaman geri dönülmez organ yetersizlikleri hızla gelişmektedir. Mortalitenin azaltılabilmesi için tanının erken konması, enfeksiyon odağının belirlenerek uygun antibiyotik ve yoğun bakım tedavisinin başlaması gereklidir.

Olgumuzda, basit bir intramusküler enjeksiyonun yol açtığı enfeksiyonunun, sepsise kadar giden klinik ilerleyişini sunmayı amaçladık.
Skin and soft tissue infections may create serious clinical conditions leading to sepsis. When systemic symptoms are seen; a thorough examination of the body is needed. If primary treatment of sepsis fails, irreversible organ failure rapidly develops. To reduce mortality; early diagnosis of infection location, correct antibiotherapy, intensive care treatment are necessary.

We present the clinical progress of a case in which a simple intramuscular injection lead to infection, causing sepsis.
Makale Özeti | Tam Metin PDF