Volume: 29  Issue: 3 - 2013
Hide Abstracts | << Back
RESEARCH ARTICLE
1.The Effect of Obesity on the Outcomes of the Patients Undergoing Percutaneous Nephrolithotomy: Retrospective Study
Alper Ötünçtemur, Hüseyin Beşiroğlu, Murat Dursun, Süleyman Şahin, İsmail Köklü, Mustafa Erkoç, Eyyüp Danış, Muammer Bozkurt, Emin Özbek
doi: 10.5222/otd.2013.117  Pages 117 - 121
AMAÇ: Kliniğimizde 2003-2013 yılları arasında perkütan nefrolitotomi (PNL) uygulanan hastalarda obezitenin, perioperatif veriler ile postoperatif başarı oranı ve komplikasyonlar üzerine etkisi değerlendirildi.
YÖNTEMLER: Kliniğimizde 2003-2013 yılları arası PNL uygulanan 976 hasta çalışmaya alındı. Hastalar vücut kitle indekslerine (VKİ) göre üç gruba ayrıldı. Grup 1 normal (<25 kg/m2), Grup 2 fazla kilolu (25-29.9 kg/m2) ve Grup 3 obez (≥30 kg/m2)olarak ayrıldı. VKİ’nin peroperatif bulgular (akses lokalizasyonu, operasyon süresi, floroskopi süresi,kanama), postoperatif sonuçlar (analjezik gereksinimi, nefrostomi süresi, hastanede kalış süresi), ameliyat sonrası taşsızlık oranları ve komplikasyon oranları üzerine etkisi değerlendirildi. 976 vakanın sonuçları istatiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yaş ortalaması 47,6± 10 (17-76) olan 568 erkek, 408 kadın toplam 976 olguya PNL uygulandı. 536 sağ, 440 sol üniteye PNL operasyonu yapıldı. Hastaların 420’i (%43) normal kilolu, 342’i (%35) fazla kilolu ve 214’ü (%22) obezdi. Üç grup arasında supra kotsal akses gereksinimi, ortalama operasyon süresi, ortalama floroskopi süresi ve postoperatif hemoglobin düşüş oranları arasında anlamlı fark bulunmadı (p> 0,05). Ortalama analjezik gereksinimi, nefrostomi süresi ve hastanede kalış süresi de tüm gruplar arasında benzerdi (p> 0,05). Gruplar arasında taşsızlık ve komplikasyon oranları arasında anlamlı bir fark bulunmadı (p> 0,05).
SONUÇ: PNL, obez hastalarda geniş serili çalışmamızda görüldüğü üzere etkinliği yüksek güvenle uygulanabilecek bir yöntemdir.
OBJECTIVE: We evaluated the effect of obesity on perioperative and in the patients under going percutaneous nephrolithotomy between 2003-2013.
METHODS: 976 patients under going percutaneous nephrolithotomy in our clinic between 2003 and 2013 were included in the study. Patients were divided into three groups according to their BMI. They were categorized as Group 1 normal (<25 kg/m2), Group 2 overweight (25-29.9 kg/m2), and Group3 obese (≥ 30 kg/m2). The impact of BMI was evaluated on peroperative findings ( Access localization, operation time, fluoroscopy time, bleeding); postoperative outcomes (analgesic requirement, duration of nephrostomy, length of hospital stay), stone-free rates after surgery and complication rates. The outcomes of 976 patients were compared statistically.
RESULTS: 568 male and 408 female totally 976 patients with the mean age of 47.6 ± 10 (17-76) underwent PCNL. The procedure was performed to the rightside of kidney for 536 patients and left side for 440. 420 (%43) of the patients were normal-weight, 342 (%35) of them were over-weighted and 214 (%22) of them were obese. There was no significant difference in the rates of supracostal access requirement, the average operation time, mean fluoroscopy time and decline in blood count (p> 0,05). Average analgesic requirements, duration of hospital and nephrostomy stay were similar among all groups (p>0,05). There was no significantly difference in stone-free and complication rates between two groups (p> 0,05).
CONCLUSION: As seen in our large series study, PNL is an high effective and safety procedure that can be applied to the obese patients.
Abstract | Full Text PDF

2.The Safety and Effectiveness of Percutaneous Nephrolithotomy in the Patients with Previous Open Renal Surgery
Alper Ötünçtemur, Hüseyin Beşiroğlu, Murat Dursun, Süleyman Şahin, İsmail Köklü, Mustafa Erkoç, Eyyüp Danış, Muammer Bozkurt, Emin Özbek
doi: 10.5222/otd.2013.122  Pages 122 - 126
AMAÇ: Bu çalışmada amacımız geçirilmiş böbrek cerrahisi olan hastaları perkütan nefrolitotomi (PNL) işleminin güvenilirliği ve etkinliği açısından değerlendirmektir.
YÖNTEMLER: 2003-2013 yılları arasında PNL ameliyatı uygulanan 976 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastalar daha önce aynı taraftan açık taş ameliyatı yapılıp yapılmadığına göre iki gruba ayrıldı. Grup 1’de daha önce açık cerrahi geçirmiş olan 160 hasta ( %60 erkek, %40 kadın; ort. yaş 41.7); grup 2’de ise daha önce ameliyat geçirmemiş olan 816 hasta (%55 erkek,%45 kadın; ort. yaş 38,6) yer aldı. İki grup taş yükü, perkütan giriş sayısı, ameliyat süresi, hastanede kalış süresi, başarı oranı ve komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: İki grup arasında yaş, cinsiyet ve ortalama taş yükü açısından anlamlı fark yoktu (p>0.05). Ameliyat süresi grup 1’de ortalama 77,7 dk, grup 2’de 75,1 dk; ortalama perkütan giriş sayısı sırasıyla 1.27 ve 1.33; hastanede kalış süresi ortalama 3.0 ve 2,9 gün bulundu (p>0.05). Taşsızlık oranı grup 1’de %86, grup 2’de %88 tespit edildi (p>0.05). İki grupta da
en sık görülen komplikasyon kan nakli gerektiren kanama (sırasıyla %6,8 ve %6,3) idi; bunu yüksek ateş (>38 °C) izlemekteydi (%9.1 ve %11,2). Her iki komplikasyon açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu (p>0.05).

SONUÇ: Perkütan Nefrolitotomi, geçirilmiş renal cerrahili hastalarda da primer hastalar kadar yüksek etkinlik ve güvenlikle uygulanabilecek bir cerrahi prosedürdür.
OBJECTIVE: The aim of this study was to evaluate the effectiveness and safety of percutaneous nephrolithotomy in the patients with previous open renal surgery.
METHODS: 976 patients undergoing PNL between 2003-2013 were evaluated retrospectively. The patients were divided into two groups based on whether they have previous surgery on the ipsilateral kidney or not. 160 patients ( %60 male, %40 female; average age 41.7) who have previous open renal surgery were categorized in group 1, while 816 patients with no history of surgery (%55 male, %45 female; average age 38,6) took part in group 2. Two groups were compared in terms of stone burden, percutaneous access number, operation time, length of hospital stay, success rate and complications.
RESULTS: There was no significant difference in terms of age, gender and stone burden (p>0.05).The average operation time in group 1 was 77,7 and in group 2 was 75,1; the average percutaneous access number was 1.27 and 1.33 respectively and the average length of hospital stay was 3.0 and 2,9 respectively (p>0.05). The stone free rate in group 1 was %86 and in group 2 was % 88 (p>0.05). The most common complication in both two groups was blood transfusion requiring bleeding ( %6,8 and %6,3 respectively) followed by fever above 38°C (%9.1 and %11,2 respectively). There was no significant difference between two groups in terms of these complications (p>0.05).
CONCLUSION: Percutaneous nephrolithotomy is a safe and effective procedure that can be applied to the patients with previous renal surgery as well as to the patients having no previous surgery.
Abstract | Full Text PDF

3.Mucociliary Dysfunction in Bronchial Asthma and Effect of Inhaled Corticosteroids Treatment on Mucociliary Clearance
Nejat Altintas, Ilyas Yildiran, Ekrem Aslan, Aysen Helvaci
doi: 10.5222/otd.2013.127  Pages 127 - 130
AMAÇ: Bronşial astımda hava yollarında enflamasyon, mukus hipersekresyonu ve mukosilier klirensde azalma mevcuttur. Invivo mukosilier klirens radyoaktif işaretlenmiş birikintilerin atılım oranlarının gamma kamera ile ölçülmesi ile hesaplanabilir. Inhale steroidlerin astımlı hastalarda mukosilier klirensi artırdığı gösterilmiştir. Çalışmamızda astımlı hastalarda, mukosilier klirensi ve inhale steroidlerin mukosilier klirens üzerine etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Mayıs 2009 ve temmuz 2010 tarihleri arasında göğüs hastalıkları kliniğine başvuran bronşial astım tanısı almış uzun dönem salmetorol tedavisi almış fakat inhale steroid tedavisi almamış ve balgam çıkışı olan hastalar alındı. Inhale steroid tedavisi düzenlenmeden önce hastalara solunum fonksiyon testleri ve ventilasyon testleri yapıldı. Ölçümlerden sonra hastalara günde 800 mcg/gün budesonid inhalasyon şeklinde 4 ay boyunca uygulandı ve daha sonra solunum fonksiyon testleri ve ventilasyon sintigrafisi tekrarlandı. Klirens gamma kamerası ile ölçüldü. Radioaerosol olarak tc99m DTPA kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 14 kadın, 11 erkek olmak üzere toplam 25 hasta alındı. Hastaların ortalama yaşı 41.8 yıldı. Steroid tedavisi öncesi, ortalama FEV1 %60.40, FEV1/FVC 63.58 bulundu. ventilasyon sintigrafisinde 120. dakikada trakeadaki radioaerosol retansiyonu ortalama %52.56 bulundu.
Dört aylık steroid tedavisi sonrası trakeada ölçülen radioaerosol retansiyonu ortamda %106.92 bulundu. Solunum fonksiyon testleri ile mukosilier klirens arasında yüksek korelasyon bulundu (r=0.56 p<0.0001) ayrıca tedavi öncesi ve sonrası mukosilier klirenste artma yönünde fark oldukça anlamlı bulundu (p<0.0001).

SONUÇ: Astımda antiinflamatuar tedavinin değerlendirilmesinde klinik bulguların laboratuar bulgularıyla da desteklenmesi gerekir. Radioaerosol ölçüm metodu ile mukosilier klirensin değerlendirilmesi, noninvaziv ve güvenilir bir teknik olarak kullanılabilir.
OBJECTIVE: Bronchial asthma is characterized by airway inflammation, mucus hypersecretion and impaired mucociliary clearance (MCC). In vivo mucociliary clearance rates can be measured by following the rate of egress of radiolabeled marked cumulant, by gamma camera. Inhaled steroids have been shown to enhance mucociliary clearance rates to varying degrees in patients with asthma. We investigated baseline MCC and the effect of inhaled corticosteroid on MCC in chronic asthmatics while on long-term treatment with salmeterol.
METHODS: Between may 2009 and july 2010, patients applied to chest disease outpatient clinic with diagnosis asthma who were on long-term salmeterol treatment however did not receive inhaled steroid treatment and had a sputum production were recruited into the study. Pulmonary function test, ventilation test were done before commencement of inhaler steroid treatment.
Eight-hundred mcg/day budesonide inhaler treatment started and measurements were repeated after 4 months of inhaler steroid treatment. Mucocliary clerens was measured with gamma camera. Tc99m DTPA were used as a radioaerosol.

RESULTS: We recruited 25 patients with mean age 41.8 years, of these patients, 14 were female and 11 were male. Mean FEV1 was 60.40% and FEV1/FVC was 63.58% before steroid treatment. Radioaerosol retention in trachea was 52.56% at the 120 th minutes in ventilation scintigraphy. After 4 months of steroid treatment, measured radioaerosol retention in trachea was 106.92 %. There was high and significant correlation between pulmonary function test and mucociliary clearance (r=0.56 p<0.0001). and mucociliary clearance difference was statistically significant between before and after treatment (p<0.0001).
CONCLUSION: To evaluate antienflamatuar treatment in asthma, clinical findings should be supported by laboratory findings. Radioaerosol measurement is non-invazive and reliable robust technique to evaluate mucosiliary clearance.
Abstract | Full Text PDF

4.Distribution of Urinary System Stones, According to Age, Gender and Seasons, Analyzed in Okmeydani Training and Research Hospital
Yüksel Gülen Özbanazı, Mustafa Durmuşcan, Okan Dikker, Hakkı Caner İnan, Sembol Yıldırmak, Müberra Vardar
doi: 10.5222/otd.2013.131  Pages 131 - 134
AMAÇ: Üriner sistem taşları; prostat hastalıkları ve idrar yolu enfeksiyonlarından sonra üriner sistemin en sık görülen hastalığıdır. Bu taşların oluşumunda; yaş, cinsiyet, iklim, beslenme, enfeksiyonlar gibi birçok faktör rol oynamaktadır. Bu çalışmanın amacı son 2 yılda laboratuarımızda analiz edilen taş türlerinin yaş, cinsiyet ve mevsimlere göre dağılımını retrospektif olarak incelemektir.
YÖNTEMLER: Mart 2011 ile Mart 2013 tarihleri arasında laboratuarımıza üriner sistem taşı analizi yaptırmak üzere başvuran hastaların demografik bulguları, taşın türü ve elde edildiği tarih verileri değerlendirildi. Taş analizi kimyasal yöntemle yapıldı.
BULGULAR: Taş analizi yapılmış olan, yaşları 1-89 arasında ve %6,1’i 18 yaş ve altında olan 180 hastanın, 125’i erkek (%69,4), 55’i (%30,6) kadın olup erkek/kadın oranı 2.27/1 idi. Analizi yapılan 180 taşın 91’i (%50,6) kış ve sonbahar; 89’u (%49,4) yaz ve ilkbahar aylarında gelmiş olup mevsimler arası anlamlı fark saptanmadı. Taş türleri incelendiğinde 161 oksalat, 157 kalsiyum, 65 ürat, 33 amonyum, 28 magnezyum, 10 karbonat, 2 sistin, 1 fosfat pozitif olarak saptandı. Erkeklerde oksalat (p=0,003) kadınlarda ise amonyum (p=0,008) taşı oranı daha yüksekti. Kalsiyum ve oksalat görülme sıklığı 19 yaş üzerinde (sırasıyla p=0,012; p=0,03), magnezyum görülme sıklığı ise 18 yaş ve altında anlamlı derecede yüksek (p=0,006) bulundu. Kalsiyum-oksalat taşı pozitif olanların %35,8’inde ürat taşı da pozitifti.
SONUÇ: Erkeklerde oksalat taşlarının daha sık görülmesine beslenme alışkanlıklarının; kadınlarda amonyum taşlarının daha sık görülmesine sık geçirilen idrar yolu enfeksiyonlarının neden olabileceği kanaatine varıldı. Kalsiyum-oksalat taşına ürat taşlarının eşlik etmesi ise, idrarda ürik asit atılımının kalsiyum oksalat taşı oluşumunda predispozan bir faktör olabileceğini düşündürmektedir.
OBJECTIVE: After prostat disease and urinary system infections, urinary tract stones are one of the most common disorder of the urinary tract. Many factors play role at the formation of stones such as age, gender, climate, diet and infections. The aim of the study was to examine the distribution of the urinary tract stones retrospectively, according to age, gender and seasons, which were studied in our laboratory in the past 2 years.
METHODS: Demographics of patients, stone type and the date of application to tle laboratory, between March 2011 and March 2013 were analyzed. Stone analysis was made by chemical method.
RESULTS: Fifty-five female (%30,6), 125 male (%69,4), at the total 180 patients’ stones were included to the study. Age distribution of patients were between 1-89 and 11 (%6,1) of the patients were 18 and under. Male/female ratio was 2,27/1. Ninety-one of the patients (%50,6) were applied on winter and autumn, 89 of them (%49,4) applied on summer and spring. No significant difference between seasons was found. When stone types examined 161 oxalate, 157 calcium, 65 urate, 33 ammonium, 28 magnesium, 10 carbonate, 2 cystine and 1 phosfate was found to be positive. Oxalate in men (p=0,003) and in women ammonium (p=0,008) was significantly higher. The incidence of calcium and oxalate over the age of 19 (p=0,012; p=0,03, respectively), the incidence of magnesium at the age of 18 and under (p=0,006) was found significantly higher. Urate stones were also positive at %35,8 of those with a positive calcium-oxalate.
CONCLUSION: The reason of a more frequent oxalate in men thought to be of eating habits and in women more frequent ammonium thought to be cause of the common urinary tract infections. Calcium-oxalate stone to be accompanied by urate stones suggests that excretion of uric acid in urine may be a predisposing factor for calcium-oxalate formation.
Abstract | Full Text PDF

5.ERAS Protocol in Major Liver Resection
Özlem Öndeş Bayar, Refik Bademci, Ulaş Sözener, Acar Tüzüner, Kaan Karayalçın
doi: 10.5222/otd.2013.135  Pages 135 - 142
AMAÇ: Cerrahi uygulamalar ve anestezi tekniklerindeki büyük ilerlemeler mortalitede azalmaya neden olmasına rağmen elektif şartlarda ameliyata alınan hastalarda uzamış hastanede kalış süresi ve postoperatif morbidite hala sorun olarak görülmektedir. Bu durum klinik bakım standartlarının ve postoperatif stratejilerin gözden geçirilmesine neden olmuş ve cerrahi kliniklerinde perioperatif bakımın iyileştirilmesine bir yaklaşım olarak cerrahiden sonra hızlandırılmış toparlanma (Enhanced Recovery After Surgery, ERAS) protokolü, ya da diğer adı ile hızlandırılmış cerrahi (Fast Track Surgery, FTS) programları geliştirilerek majör cerrahilerde de başarılı bir şekilde uygulanabileceği gösterilmiştir. ERAS protokolü uygulanan hastalarda organ disfonksiyonunun ve morbiditenin azaldığı, hastaneden erken taburcu oldukları daha önce yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Biz de majör karaciğer rezeksiyonu yapılan hastalarda ERAS protokolü uygulaması hakkında yurt dışında az sayıda, Türkiye’de ise hiç çalışma bulunmadığından, majör karaciğer rezeksiyonu yapılan hastalarda ERAS protokolü uygulaması ile hastaların hastanede kalış süresinin kısaldığını ortaya koymayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda majör karaciğer rezeksiyonu planlanan 40 hastanın, 20’sine klasik bakım yöntemleri (kontrol grubu), 20’sine ise ERAS protokolü uygulayarak hastanede kalış sürelerini karşılaştırdık. Ayrıca, idrar sondası çekme zamanları, sulu ve katı gıdaya başlama zamanları, ameliyat sonrası erken mobilizasyon zamanı, ameliyat öncesi hareketliliğe ulaşma zamanları da karşılaştırıldı.
BULGULAR: Kontrol ve ERAS gruplarındaki hastalar hastanede kalış süreleri açısından karşılaştırıldığında, istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu saptandı. Kontrol ve ERAS gruplarındaki hastaların ortalama hastanede kalış süresi sırasıyla 11.4±2.84 gün ve 5.5±1.4 gün olarak hesaplandı (p<0.001).
SONUÇ: Majör karaciğer rezeksiyonu ile beraber ERAS protokolü uygulanan hastaların hastanede kalış sürelerinin kısaldığı görülmüştür. Çalışmamızın daha önce ERAS protokolü uygulanan çalışmaların sonuçları ile örtüştüğü görülmektedir.
OBJECTIVE: Although advances in surgical applications and anesthesia techniques have led to a reduction in mortality, hospitalization time and postoperative morbidity are still troublesome in patients undergoing major liver resection. Therefore, clinical care standards and postoperative strategies were revised. As an approach, perioperative care, Enhanced Recovery After Surgery (ERAS) protocol or so called Fast Track Surgery (FTS) programs are evolved and shown that they could be applied successfully. It was shown that organ dysfunction and morbidity and hospitalization time were reduced in patients who were applied ERAS protocol. In this study, we aimed to show reduced hospitalization time in patients who underwent major liver resection together with ERAS protocol.
METHODS: Forty patients included in this study, were divided in two groups: Control group (n=20) and ERAS protocol group (n=20). Two groups were compared regarding the hospitalization time. Besides, urinary catheter removal time, postoperative time to liquids and solid diet, mobilization, and time to return to daily activities were also assessed.
RESULTS: Control group and ERAS group were found to be significantly different in terms of hospitalization time. The mean hospitalization time was 11.4±2.84 days in the control group and 5.5±1.4 days in the ERAS group (p<0.001).
CONCLUSION: Similar to the studies which applied ERAS protocol in the literature, it was shown that hospitalization time was reduced when ERAS protocol was used together with major liver resection.
Abstract | Full Text PDF

6.Evaluation of Anxiety and Depression in Hyperemesis Gravidarum Patients
Orhan Özen, Veli Mihmanlı, Nur Çetinkaya, Ruken Yumuşak, Yunus Çiftçi, İsmet Gökçen
doi: 10.5222/otd.2013.143  Pages 143 - 146
AMAÇ: Hiperemezis gravidarumlu gebelerde Beck ve Hastane anksiyete ve depresyon ölçeklerini kullanarak anksiyete ve depresyon sıklığı ve düzeylerini belirlemek
YÖNTEMLER: Sağlık Bakanlığı Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde yatarak tedavi gören 20 hafta ve altındaki hiperemezis gravidarum tanılı 50 gebe ile çalışma grubu, aynı gebelik haftalarında olup herhangi bir medikal ve obstetrik problemi olmayan 50 sağlıklı gebe ile de kontrol grubu oluşturuldu. Hastalardaki anksiyete-depresyon sıklığı ve ilişkisini belirlemek için Beck ve Hastane anksiyete - depresyon ölçekleri kullanıldı. Hastalar aynı zamanda serum sodyum, potasyum, Beta-HCG değerleri, yaş, parite ve vücut kitle indeksi açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hiperemezis gravidarum endikasyonuyla hastaneye yatırılan hastalarda anksiyete ve depresyon düzeyleri ve sıklığı anlamlı olarak yüksek bulundu. İki grup arasında sodyum ve potasyum değerleri açısından her iki değişken için de p=0.006<0.05 ve p=0.032<0.05 istatistiki olarak anlamlı farklılıklar tespit edildi. Gruplar yaş, gravida, parite, önceki doğum öyküleri, vücut kitle indeksi karşılaştırıldığında anlamlı fark bulunmadı.
SONUÇ: Hiperemezis gravidarumlu hastalarda anksiyete ve depresyon sıklığı ve düzeyleri istatistiki olarak anlamlı yüksek bulundu
OBJECTIVE: To determine the frequency and levels of anxiety and depression in pregnant women with hyperemesis gravidarum using the Beck Depression Inventory and the Hospital Anxiety ann Depression Scale
METHODS: Fifty <20 weeks pregnant women with hyperemesis gravidarum receiving inpatient treatment in Obstetrics and Gynecology Clinics of Okmeydanı Training and Research Hospital created the study group. The control group was composed of fifty healthy <20 weeks pregnant women without any medical or obstetrical problems. These patients’ anxiety and depression levels were evaluated using the Beck Depression Inventory and the Hospital Anxiety and Depression Scale. They were also compared in terms of sodium, potassium, beta-hCG levels, age, parity, and body mass index.
RESULTS: Anxiety and depression frequency was significantly high among patients hospitalized for hyperemesis gravidarum. Anxiety and depression levels were also significantly high in these hyperemesis gravidarum patients. In terms of sodium and potassium levels, statistically significant differences were found between the two groups (p=0.006<0.05 and p=0.032<0.05, consecutively). As compared for age, gravida, parity, and body mass index; no statistically significant differences were found between the two groups.
CONCLUSION: Anxiety and depression levels in patients with hyperemesis gravidarum were significantly high in patients with hyperemesis gravidarum as well as anxiety and depression frequency in this group. These patients should receive psychological and psychiatric support besides medical treatment.
Abstract | Full Text PDF

7.Experiences of Percutaneous Nephrolithotomy for Ten Years: Retrospective Study
Alper Ötünçtemur, Hüseyin Beşiroğlu, Murat Dursun, Süleyman Şahin, İsmail Köklü, Mustafa Erkoç, Eyyüp Danış, Muammer Bozkurt, Emin Özbek
doi: 10.5222/otd.2013.147  Pages 147 - 153
AMAÇ: Kliniğimizde taş cerrahisinde oldukça sık olarak kullanılan bir yöntem olan perkütan nefrolitotominin(PNL) 976 hasta üzerinden değerlendirilmesi.
YÖNTEMLER: Temmuz 2003 ile Mart 2013 tarihleri arasında kliniğimizde 976 hastaya (568 Erkek / 408 Kadın) perkütan nefrolitotomi operasyonu uygulandı. Perkütan girişim C kollu floroskopi altında hastaya yüzüstü (prone) pozisyonu verilerek yapıldı. Amplatz dilatatörlerle giriş yolu genişletildi ve 30 F Amplatz sheat yerleştirildi. Perkütan taş kırma ve taşların temizlenmesi 26 F rigid nefroskop ve pnömatik litotriptörle yapıldı. Operasyonun bitiminde 18 F nefrostomi tüpü takıldı. 976 vakanın sonuçları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yaş ortalaması 47,6± 10 (17-76) olan 568 erkek,408 kadın toplam 976 olguya PNL uygulandı. 536 sağ, 440 sol üniteye PNL operasyonu yapıldı. Hastaların taş yükü 8,1 ± 4,21 cm² (2-30 cm²) bulundu. Ortalama operasyon süresi 72,1± 29,7 dakikaydı (30– 80 dakika). Taşsızlık oranı 849/976 (%87) olarak hesaplandı. Postoperatif dönemde 46 (%4,8) hastaya kan transfüzyonu yapıldı.. 16 hastada komplike İYE gelişti. Nefrostomi kalış süresi ortalama 2,6 gün, hastanede kalış süresi ortalama 3,4 gündü.
SONUÇ: Perkütan nefrolitotomi geniş serili çalışmamızda görüldüğü üzere etkinliği yüksek güvenle uygulanabilecek bir yöntemdir.
OBJECTIVE: The evaluation of the commonly used procedure Percutaneous Nephrolithotomy (PNL) on 976 patients with stone disease.
METHODS: 976 patients(568 men/408 women) underwent percutaneous nephrolithotomy operation between July 2003 and May 2013. Giving the patient prone position percutaneous intervention was performed under C-arm fluoroscopy. 30 F Amplatz sheath was placed after enlargement the entrance way with Amplatz dilatation. 26 F rigid nephroscope and pneumatic lithotriptor were used to disintegrate and cleane the stones. 18 F nephrostomy tube was placed at the end of the operation. The results were compared with 976 cases.
RESULTS: The mean age of 47,6± 10 (17-76) of 568 men and 408 women totally 976 patients were performed PNL. PNL was applied to 536 right, 440 left unit. The stone burden was found to be 8,1 ± 4,21 cm² (2-30 cm²). The average operation duration was 72,1± 29,7 minutes (30– 80 minutes). The stone free rate was calculated as 849/976 (%87). 46 patients( %4,8) were applied blood transfusion during postoperative period. Complicated urinary tract infection developed in 16 patients. The average duration of nephrostomy was 2,6 days and the average lenght of hospital stay was 3,4 days.
CONCLUSION: As can be seen in our study with larger series, percutaneous nephrolithotomy is a safe highly effective method in stone diseases.
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
8.Pelvic Inflammatory Disease and Nursing Approach
Neriman Çağlayan, Nezihe Kızılkaya Beji
doi: 10.5222/otd.2013.154  Pages 154 - 159
Pelvik inflamatuvar hastalık (Pelvic İnflammatory Disease-PID), üst genital sistemin (endometritis, tubo-ovarian abse, salpenjit, peritonit) akut inflamatuar enfeksiyonudur. PID kadın cinsel yolla bulaşan hastalıklarının en önemli komplikasyonu olmakla birlikte, tedavi edilmediğinde %20 oranında ektopik gebelik, % 40 oranında kronik pelvik ağrı ve tubal hasar sonucu gelişen infertiliteye neden olmaktadır. Ayrıca PID, kadınların iş gücü kaybına ve sağlık harcamalarında artışa neden olan önemli bir toplumsal sorundur. CDC (Centers for Disease Control and Prevention), enfeksiyonları önlemede, cinsel sağlık eğitiminin ve riskleri azaltıcı hasta eğitiminin önemini vurgulamaktadır.
Pelvic İnflammatory Disease (PID )is an acute inflammatory infection of the upper genital tract (endometritis, salpingitis, tubo-ovarian abscess, pelvic peritonitis). PID is the most important complication of sexual transmitted diseases in woman. Although untreated PID causes an ectopic pregnancy (20%), chronic pelvic pain (40%), infetility due to tubal damage. In addition, PID is an societal problem that causes an increase in health expenditures and loss of women’s labor. CDC (Centers for Disease Control and Prevention), emphasized the importance of patient education about risk reduction and sexual health education to prevent infections.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
9.Benign Fibromatosis Mesenchymal Tumor of the Infratemporal Region
Tolgar Lütfi Kumral, Yavuz Uyar, Ziya Saltürk, Güven Yıldırım, Cemil Yurtseven
doi: 10.5222/otd.2013.160  Pages 160 - 163
İnfratemporal fossa cerrahi ulaşımı oldukça zor olan ve önemli yapıların bulunduğu bir cerrahi alandır. Bu alan genellikle çevre dokulardan kaynaklanan tümörlerin invazyonuna maruz kalmaktadır. Ancak nadiren buradan benign ya da malign primer tümörler orijin alabilir. Tanı genellikle ekspansil tarzda büyüme sonucu geç evrede konur ve radyolojik görüntüleme yöntemleri cerrahi endikasyonun belirlenmesinde çok değerlidir.
Bu olgumuzda kliniğimize yüzde dolgunluk ve deformasyon ile başvuran 69 yaşında erkek hastaya Cald-well Luc ve transzigomatik yaklaşımı ile tümör eksizyonu yapıldı. Bu bölgenin sınırları, cerrahi yaklaşımları olgu ve literatür eşliğinde tartışıldı.
Infratemporal fossa is an area where important anatomic structures exist and acsess to this area is challenging. This area is usually exposed to tumor invasions from surrounding tissues. However, benign or malignant primary tumors may rarely originate from this area. As the result of growing an expansile manner, tumors are often diagnosed at advaced stages and radiological imaging techniques are very valuable in determining surgical approach.
This study reports 69-year old male patient who admitted our department with facial fullness and deformation. The tumor was excised by Caldwell-Luc and trans-zygomatic approach. The boundaries of this region, surgical approaches and the tumors were discussed in the light of the literature.
Abstract | Full Text PDF

10.Spondylodiscitis of the Lomber Spine Caused by Staphylococcus Aureus in a Patient with Pulmoner Tuberculosis: Case Report
Tarık Akman, Bahadır Alkan, Adem Bozkurt Aras, Mustafa Güven, Şule Koşar, Hasan Ali Kiraz, Murat Coşar
doi: 10.5222/otd.2013.164  Pages 164 - 167
Lomber spinal spondilodiskitis nadir görülen, fakat sıklıkla hızlı seyirli genellikle başta konulan yanlış tanılarla tanısı geciken, bu nedenle de sonuçları ciddi olabilen enfeksiyonlardır. Günümüzde tanı yöntemlerinin gelişmesi ile, özellikle manyetik rezonans görüntüleme ile spinal enfeksiyon tanısını koyabilmek ve tedaviyi buna göre yönlendirebilmek mümkün olmaktadır.

Erken teşhiste morbidite ve mortalite oranlarının belirgin bir şekilde azaldığı bildirilmek
tedir. Bizim olgumuzda olduğu gibi lomber spinal spondilodiskitis düşünülen hastalarda yapılacak cerrahi müdahale oluşabilecek kalıcı nörolojik sekelleri önleyebilmek için önemlidir. Ayrıca multidisipliner bir yaklaşım gerektirir.

Bu yazıda, primer akciğer tüberkülozlu vakada cerrahi olarak tedavi edilen bir Stafilokok aureus’un etken olduğu lomber spinal spondilodiskitisli olgu sunulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Lomber spinal spondilodiskitis; Primer Akciğer Tüberkülozu; Stafilokok aureus.
SUMMARY

Lomber spinal spondylodiscitis are rare, but rapidly progressive infections, diagnosis of which are usually delayed because of misdiagnosis in the beginning and therefore the results may be
serious. Nowadays it is possible to be able to diagnose the lomber spinal spondylodiscitis and to lead the treatment according to this with the development of diagnostic methods, especially
magnetic resonance imaging.

Early diagnosis significantly decreased morbidity and mortality rates have been reported
as well. As in our case, surgical intervention may occur in patients suspected of lumbar spine spondylodiscitis is important to prevent permanent neurologic sequelae. Also requires a multidisciplinary approach.

In this article, a case of primer pulmoner tuberculosis and lomber spinal spondylodiscitis which developed Staphylococcus aureus and treated surgically has been presented.

Key words: Lomber spinal spondylodiscitis; Primer Pulmoner Tuberculosis; Staphylococcus aureus.
Abstract | Full Text PDF

11.A rare Cause of Ileus in Adults: Internal Herniation Due to Meckel’s Diverticulum
Birol Ağca, Yüksel Beyaz, Hakan Tezer, Nevzat Elmalı, Sedat Kamalı
doi: 10.5222/otd.2013.168  Pages 168 - 171
Meckel Divertikülü toplumda en sık görülen konjenital gastrointestinal sistem anomalisidir.Erişkin dönemde tesadüfen tanı konulan bu durum bazen hayatı tehtit eden komplikasyonlarla da karşımıza çıkmaktadır.Bu yazıda 27 yaşında erişkin bir erkekte Meckel divertikülüne bağlı gelişen internal ince barsak herniasyonu ve onu takip eden ileus olgusu sunulmaktadır.
Meckel's diverticulum is the most frequently observed congenital anomaly of the gastrointestinal tract. Incidentally diagnosed in adulthood, sometimes life-threatening situation, which it appears to complications. In this article, Meckel's diverticulum in an adult male 27 years due to internal herniation of the small bowel ileus and subsequent presented.
Abstract | Full Text PDF