Volume: 3  Issue: 4 - 2006
Hide Abstracts | << Back
1.Hyperemesis gravidarum and Helicobacter pylori: Review
Şakir Küçükkömürcü, Cüneyt Özakın, Murat Özdil, Eser Şefik Özyürek
Pages 235 - 241
Bulantı ve kusma gebe kadınların %70-85’inde görülen bir durumdur. Bu semptomların daha şiddetli olduğu ve ayrıca kilo kaybı, beslenme bozukluğu, sıvı-elektrolit imbalansının eşlik ettiği klinik tabloya Hiperemezis gravidarum (H.gravidarum) denir. Bu klinik
tablonun etyopatogenezi için endokrinolojik (Human koryonik gonodotropin-_hCG, progesteron, östrojen, tiroid hormonları), immunolojik, metabolik, anatomik, psikolojik faktörlerin yanısıra son yıllarda yapılan çalışmalarda Helicobacter pylori (H.pylori)
enfeksiyonunun da rol oynayabileceği ileri sürülmüştür. H.pylori; spiral şekilli, kamçılı, mide antrumunda yaşayan gram negatif bir bakteridir. Salgıladığı üreaz enzimi sayesinde üreyi parçalayarak ortam pH’sını yükseltip kendine uygun bir ortam sağlar. Kronik antral gastrit, peptik ülser ve mide kanseri gibi hastalıkların etyopatogenezinde H.pylori’nin rol oynadığı kesin olarak gösterilmiştir. Bu yazı ile biz Helicobacter pylori enfeksiyonunun hiperemezis gravidarum etyopatogenezindeki yerini literatür araştırması ile gözden geçirdik.
70-85% of pregnant women complain of nausea and vomiting. More severe presentation of these symptoms accompanied by weight loss, malnutrition and fluid electrolyte imbalance forms the clinical picture, classically named Hyperemesis gravidarum. The
pathophysiology of this clinical picture has been hypothesized to be connected with endocrinological factors (human chorionic gonadotropin, progesterone, estrogen, thyroid hormones), immunological, metabolic, anatomical, psychological factors and more
recently with an infectious agent, Helicobacter Pylori (H.pylori). H. Pylori is a spiral shaped, whip-like tailed gram negative bacteria, which is capable of surviving in the gastric antrum. Degradation of urea with the urease enzyme produced by this microorganism raises the local pH which makes the conditions more favorable for survival. H.pylori has already been shown to be etiologically related to chronic antral gastritis, peptic ulcer and gastric cancer. Finally, with this study we reviewed all the published evidence for the causal role of H.pylori in hyperemesis gravidarum.
Abstract | Full Text PDF

2.Effects of Maternal and Fetal Leptin on Fetal Growth
Hasan Yüksel, Ali Rıza Odabaşı, Samet Kafkas, Hasan Attila, Selda Demircan Sezer, Aslıhan Karul, Okay Başak, Ergün Onur
Pages 242 - 248
AMAÇ: Maternal ve fetal kord leptin düzeyleri ile maternal ve fetal antropometrik ölçümler ve plasental ağırlık arasındaki ilişkiyi belirlemek. YÖNTEM: Prospektif klinik çalışma Ortam: Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hastalar: Obstetrik riski olmayan, 1.trimesterdeki 33 gebe Girişim: 1.trimesterde ve doğumda antropometrik ölçümler ve venöz kan alındı. Fetal antropometrik ve plasental ağırlık ölçümleri yapıldı.
Değerlendirme parametreleri: Leptin, ağırlık, vücut kitle indeksi (VKİ), ponderal indeks (Pİ) ve fetal cinsiyet SONUÇ: Leptin düzeyleri, gebeliğin 1.trimesterine kıyasla doğumda, anlamlı arttı. 1.trimesterde VKİ’i fazla olanlar, gebelikte daha az kilo aldı. Birinci trimester maternal ağırlık, sadece plasental ağırlıkla korelasyon gösterirken, sadece doğum sırasındaki maternal ağırlık, hem fetal hem de plasental ağırlıkla korelasyon gösterdi. Doğum sırasındaki maternal VKİ arttıkça, plasental ağırlık da arttı. Fetal ağırlık, fetal VKİ ve Pİ artarken, kord leptin düzeyi ve plasental ağırlık da artış gösterdi. Plasental ağırlık ile kord leptin düzeyi arasında, da anlamlı korelasyon görüldü. Kord leptin düzeyi ile fetal cinsiyet arasında ilişki bulunamadı. YORUM: Fetal ve plasental ağırlığı belirleyen etken gebelik sırasında alınan kilodan ziyade, doğum sırasındaki maternal ağırlıktır. Gebeliğe göreceli zayıf başlayan kadınlar daha çok, görece şişman başlayan kadınlar ise daha az kilo alırlar ve böylece, doğum sırasındaki maternal vücut ağırlığı dengede tutulur. Sonuçta, fetal doğum ağırlığı optimal düzeyde tutuluyor gibi görünmektedir. Birinci trimester leptin düzeyi, fetal büyümeyi öngörmemektedir. Fetal büyümede, maternal leptinden çok, fetal kord leptini etkilidir.
OBJECTIVE: To determine the relationships between maternal and fetal cord serum leptin levels, maternal and fetal anthropometric measurements and placental weight. Design: Prospective clinical research Setting: Adnan Menderes University Hospital, Aydın, Turkey
Patients: Thirty-three, healhty, first trimester pregnant women without any obstetric high risk. Interventions: Maternal anthropometric measurements and venous blood samples were collected at the first trimester and at term. Fetal anthropometrics and placental weight were recorded. Main outcome measurements: Leptin, body weight, body mass index (BMI), ponderal index (PI) and fetal sex. RESULTS: Serum leptin levels at term were increased when compared with those at the first trimester. The more BMI at the first
trimester, the less total weight gain during gestation. Maternal weight at the first trimester was positively correlated with placental weight only, whereas maternal weight at term was positively correlated with both fetal and placental weight. The higher maternal BMI at term and the higher placental weight. Fetal weight, fetal BMI and PI were significantly and positively correlated with fetal cord leptin and placental weight. The same kind of correlation existed with the placental weight and cord leptin level. Fetal cord leptin and fetal sex was not correlated. CONCLUSIONS: One of the determinants of fetal and placental weight is the maternal weight at term, rather than the total weight
gain during the pregnancy. Relatively thin women at the beginning of pregnancy gain more weight than the subjects that are relatively obese at the beginning of pregnancy. So maternal weight at term comes into a balance. Consequently, it seems that an
optimal birth weight is achieved. Maternal leptin levels at the first trimester could not predict fetal growth. Fetal cord leptin is effective more than maternal leptin on fetal growth.
Abstract | Full Text PDF

3.Cesarean section rates and indications at our clinic between 2001 and 2005
Mehmet Güney, Ertan Uzun, Baha Oral, İsmail Sarıkan, Gökhan Bayhan, Tamer Mungan
Pages 249 - 254
AMAÇ: Sezaryen operasyonu maternal mortalite, morbidite ve perinatal morbidite yönünden artmış riske sahiptir. Çalışmanın amacı 2001-2005 yılları arasında meydana gelen tüm doğumlardaki sezaryen oranlarının ve endikasyonlarının yıllara göre dağılımını incelemektir. YÖNTEM: Süleyman Demirel Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde 2001-2005 yılları arasındaki 2416 doğumda sezaryen operasyonu geçiren 1806 hastanın hastane kayıtlarını retrospektif olarak inceledik. Sezaryenlı hastaların yaş, parite, vaginal doğum oranları ile sezaryen endikasyonlarının yıllara göre dağılımı incelendi. SONUÇLAR: Sezaryen operasyon oranı %58.1 ile %85.2 arasındadır. Bu oran yıllarla birlikte artış göstermiştir. En fazla artış gösteren sezaryen endikasyonları eski sezaryen, baş-pelvis uyumsuzluğu ve fetal distres idi. Eski sezaryen oranı 2001’de %18.3 iken, 2005’de %29.6’ya yükselmiştir. Aynı şekilde, baş-pelvis uyumsuzluğu oranları %2.8’den %21.4’e yükselmiştir. Bu süre boyunca fetal distres ve kontrasepsiyon isteğine bağlı sezaryen endikasyonları azalmıştır (p<0.001). YORUM: Kliniğimizde sezaryen oranları yıllarla birlikte artmıştır. Bu artış eski sezaryen oranının yükselmesine, 35 yaş üzeri primigravid kadın sayısının artmasına ve makat prezantasyonlarının sezaryenla doğurtulmasına bağlanmaktadır. Antenatal tanı testlerinin yaygın kullanılması da sezaryen oranında ayrıca bir artışa yol açmıştır.
OBJECTIVE: Cesarean section has increased risks for maternal mortality and morbidity, and perinatal morbidity. The purpose of this study was to analyze the annual distribution of indications and rates of cesarean sections in all deliveries that happened between 2001 and 2005. MATERIAL-METHODS: We evaluated retrospectively the hospital records of 1806 patients who underwent cesarean section among 2416 deliveries at Suleyman Demirel University, School of Medicine, Department of Obstetrics and Gynecology, between 2001- 2005. The annual distribution of patients with cesarean section were analyzed with respect to age, parity, vaginal birth rate and cesarean section indications.
RESULTS: The rate of cesarean section is between 58.1% and 85.2%. This rate increased by years. The most increased indications of cesarean section were previous cesarean, cephalo-pelvic disproportion, and fetal distress. While the rate of previous cesarean
was 18.3 % in 2001, it increased to 29.6 % in 2005. In a same manner, the rates of cephalo-pelvic disproportion was raised from 2.8% to 21.4%.. The indications of fetal distress and desire of contraception were decreased during this period (p<0.001).
CONCLUSION: The cesarean rate has increased by years in our clinic. This increase was attributed to the increased rate of previous cesarean section, the increased number of primigravid women over 35 year old, and the management of breech presentations. The
widespread use of antenatal diagnostic techniques also caused an increase in the rate of cesarean section.
Abstract | Full Text PDF

4.Drug use in pregnancy: one year’s experience
Murat Olukman, Ayşe Parlar, Cahide Elif Orhan, Ayşe Erol
Pages 255 - 261
AMAÇ: Bu çalışma Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Anabilim Dalı’na gebeliği sırasında ilaç kullanılması nedeniyle sevk edilen hastaların geriye dönük olarak değerlendirilmesini amaçlamıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Bu çalışmada 1 Ocak 2005- 31 Aralık 2005 tarihleri arasında kliniğimize başvuran hastalar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Tüm hastalar öncelikle bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı tarafından görülmüş olup ilaçların gebeliğe etkileri için temel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin Gıda ve İlaç Dairesi ( FDA ) veritabanı kullanılmıştır. BULGULAR: Çalışmamızda 345 gebe değerlendirilmiştir. Olguların % 43’ü Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin, % 24’ü diğer kamu hastanelerinin kadın hastalıkları ve doğum kliniklerinden, % 33’ü ise özel muayenehanelerden sevk edilmişti. Gebelerin
% 30’u 25-29 yaş grubu içerisindeydi. Gebelik sırasında en sık kullanılan ilaçlar % 26.6 antiinfektifler, % 18.3 opioid ve opioid olmayan analjezikler, % 8.4 antidepresanlar, % 8.2 antigribal ilaçlardı. FDA sınıflamasına göre A kategoride yer alan ilaçlar % 1.4, B kategoride yer alan ilaçlar % 42.9, C kategoride yer alan ilaçlar % 42.4, D kategoride yer alan ilaçlar % 6.7 ve X kategoride yer alan ilaçlar % 3.1 idi. Gebelerin % 83.6 sı bu ilaçları ilk trimestirda kullanmıştı. Gebelerin sadece % 10’u tek bir etken maddeye maruz kalmıştı. SONUÇ: Kadınlar gebelikleri sırasında FDA sınıflamasına göre teratojenite potansiyeli olan ilaçlara önemli oranda maruz kalabilirler. İlaç reçetelendirilmesi sırasında gebeliğin sorgulanması bu oranı azaltabilir.
AIM: The aim of this study was to provide retrospective information about the prescribed drugs among pregnant woman who referred to Ege University Department of Pharmacology and Clinical Pharmacology. MATERIAL-METHOD: A retrospective study was conducted among pregnant woman who referred to our department between January 1, 2005 and December 31, 2005. Initially, all women were evaluated by an obstetrician and and the effects of the drugs during pregnancy was determined according to the United States Food and Drug Administration (FDA) risk classification system database RESULTS: 345 pregnant women were evaluated during the study. 43 % of the women were referred from Ege University Medical Faculty Department of Obstetrics and Gynaecology and 24 % from public hospitals, whereas 33% were consigned from doctor
offices. 30% of the women were between 25-29 years of age. The most commonly prescribed drugs were anti-infectives (26.6 %), opioid and non-opioid analgesics (18.3%), antidepressants (8.4%) and flu medications (8.2 %). According to the FDA classification 1.4% of the prescribed drugs were in category A, 42.9% were in category B, 42.4% were in category C, 6.7% were in category D and 3.1% were in category X. 83.6% of the pregnant women had medications during first trimester of their pregnancies. Only 10% of the women received a single drug. CONCLUSIONS: Our study reveals that during their pregnancies an important proportion of women encounter drugs which might have a teratogenic potential. This proportion. can be reduced by interrogation of the patient about pregnancy before prescribing drugs.
Abstract | Full Text PDF

5.The Incidence and the Contributing factors of premenstrual syndrome in health working women
Bülent Demir, Lale Yıldız Algül, Emine Seda Güvendağ Güven
Pages 262 - 270
AMAÇ: Çalışan kadınlarda Premenstrüel Sendrom (PMS) insidansını saptamak. PMS’nin sosyodemografik özellikler, adet düzeni ve beslenme gibi faktörlerle ilişkisini irdelemek, çalışan kadınlarda PMS’nin iş verimliliği üzerindeki etkisini belirlemek ve bu sendromun yol açtığı iş ve zaman kayıpları ile gereksiz ilaç kullanımlarının azaltılmasına katkıda bulunmak. MATERYAL-METOD: Araştırma, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan 19-49 yaş grubu, 254 kadında yürütülmüştür. Veriler kadınların çalıştıkları kliniklerde yüz yüze anket yöntemiyle toplanmıştır. BULGULAR: Kadınların % 20,1’inde PMS saptanmıştır. % 91,7 kadında ise premenstrüel dönemde az veya çok semptom olduğu bulunmuştur. En sık görülen semptomların başında, bel ağrısı, gerginlik-huzursuzluk, sinirlilik-öfke, karında şişkinlik ve memede hassasiyet gelmektedir. 30 yaş ve altında olanlarda, evlilerde, hemşirelerde, hiç çocuğu olmayan ve bir çocuğu olanlarda, agresifsaldırgan kişilik yapısına sahip olanlarda PMS daha sık görülmekle birlikte, istatistiksel olarak anlamlı bulunamadı. Yine çay, kahve ve kola içme, şekerli gıdaları yeme miktarı arttıkça PMS artıyor, egzersiz yapma oranı arttıkça PMS azalıyor gibi görünse de, istatistiksel olarak anlamlılık bulunamadı. Menarş yaşı, adet düzeni, adet sancısı olanlarda, ailesinde benzer şikayetler olanlarda ve içilen sigara miktarı arttıkça PMS anlamlı ölçüde yüksek bulundu. Premenstrüel semptomları olan kadınların % 70,3’ü, bu dönemde iş verimliliklerinin azaldığını ifade etmektedir. SONUÇ: Çalışan kadınlarda PMS oranı yüksektir. Bu durum tüm toplumu etkilemektedir. PMS insidansının azalması ve kadınların yaşam kalitesinin geliştirilmesi için, bu konuya daha fazla önem verilmeli ve gerekli önlemler alınmalıdır.
AIM: To report the incidence of premenstrual syndrome in working women and the association of premenstrual syndrome with social and demographical factors, menstrual cycle, and nutritional status. The second aim of this study is to investigate the influence
of premenstrual syndrome on working performance. Finally, to contribute to decrease the waste of labor time and unnecessary drugs usage caused by premenstrual syndrome.
MATERIAL-METHODS: Totally 254 women aged between 19-49 years old who work in Dicle University Faculty of Medicine Hospital were enrolled for this prospective study. Data were obtained by face to face interview questionnaires. RESULTS: The incidence of premenstrual syndrome was 20.1%. The 91.7% of women had experienced mild or moderate symptoms in premenstrual period. The most common complains were pelvic pain, tension or restlessness, irritability or agitation, abdominal bloating and breast tenderness. Furthermore, in the presence of following factors; women with young ages (<30), married women without having a child, married women with having one child, occupation (especially for nurse), aggressive behavioral personality, the incidences of premenstrual syndrome were higher than those in counter part groups without reaching statistically significant values. In addition, although the incidence premenstrual syndrome tended to increase by consuming tea, coffee, carbonated drinks and high carbohydrate foods, exercise decreased the incidence without reaching statistically significant values. The association of age of menarche, women with regular menstrual cycle or dysmenorrhea, or family history and premenstrual syndrome was indicated, however the number of cigarettes smoked in a day was positively correlated with incidence (p<0.05). In addition, the 70.3% of symptomatic women expressed impaired working performance.
CONCLUSION: The incidence of premenstrual syndrome is higher in working women and this condition may affect the whole population. In order to decrease the incidence of premenstrual syndrome and to increase the life quality of women; more attention
should be paid to this condition and proper precautions should be taken.
Abstract | Full Text PDF

6.Nurses’ knowledge levels and Behaviours about Sexually Transmitted diseases and AIDS
Işıl İrem Budakoğlu, Özgür Erdem, Coşkun Bakar, Güngör Yeşildağ, H. Seval Akgün
Pages 271 - 275
AMAÇ: Bu çalışmada Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde çalışan hemşirelerin cinsel yolla bulaşan hastalıklar (CYBH) bilgi düzeyleri ile bu konuya yönelik davranışlarını belirlemek amaçlanmıştır Planlama: Çalışma Ocak 2005’de Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi’nde uygulanmış ve 321 hemşireden 256’sı (%79,7) araştırmaya katılmıştır. Araştırma verileri anket formu aracılığıyla toplanmıştır. Değerlendirme parametreleri: “Siz cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmak amacıyla herhangi bir yöntem kullanıyor musunuz?” sorusuna “Gereksiz” cevabını verenler seksüel açıdan “aktif olmayan” kabul edilmiştir. AIDS bilgi düzeyi 100 puan üzerinden değerlendirilmiştir. SONUÇ: Hemşirelerin yaş ortalamasının 25,8±0,2 (19-38), %69,8’inin yüksekokul mezunu, %71,1’inin bekâr olduğu saptanmıştır. En çok belirtilen ilk üç CYBH %94,4 ile AIDS, %70,6 ile sifiliz ve %60,2 ile gonoredir. İncelenen grubun AIDS bilgi puanı ortalaması 83,8±0,8 olarak saptanmıştır. Yüksek lisans / doktora mezunu olanların, 26-27 yaş grubundakilerin, evli/dul olanların ve cinsel yaşam açısından aktif olmayanların AIDS bilgi puanları daha yüksek iken bu fark istatistiksel açıdan önemli saptanmamıştır
(p>0,05). Cinsel yaşamı aktif olan 154 kişinin sadece 31’i (%20,1) CYBH’dan korunmak için bir yöntem kullandığını belirtmiştir. YORUM: Hemşirelerin CYBH bilgi durumları ve AIDS bilgi puanı yüksek olmasına rağmen, bu hastalıklardan cinsel yolla bulaşa
yönelik korunma için kullanılan yöntem yüzdesi düşük olarak saptanmıştır.
OBJECTIVE: In this study we aimed to determine the knowledge level and behaviors of nurses towards AIDS and sexually transmitted disease (STD) who are working at Baskent University Ankara Hospital Design: There were 321 nurses at Baskent University Ankara Hospital at January 2005. Two hundred fifty six (79.7%) of them participated the study. The data was collected with a questionnaire. Main outcome measures: The nurses who were answered the question “Are you using any method in order to prevent STD?” as
“needless” were accepted as “sexually inactive”. The level of AIDS knowledge was evaluated over 100 point scale. RESULTS: The mean age of nurses was 25.8±0.2 (19-38), while 69.8% of them were college or faculty graduate and 71.1% of them were single. AIDS (94.4%), syphilis (70.6%) and gonorrhea (60.2%) were the first three STD implicated by nurses. The average value of AIDS knowledge of nurses was 83.8±0.8. The average value of nurses who had bachelor’s degree or doctorate, who were
at the 26-27 age group, who were married or widowed and sexually inactive group, but these differences were not statistically significant (p>0.05). Only 31 nurses (20.1%) declared that they have been using any preventive method for STD. CONCLUSIONS: It is determined, although the status of STD and AIDS knowledge of nurses are high, but the percentage of usage of any preventive method is low.
Abstract | Full Text PDF

7.Comparison of the effects of head-down and head-up position on haemodynamics during laparoscopic abdominal surgery
Bakiye Uğur, Selda Şen, Ali R. Odabaşı, Hasan Yüksel, Mustafa Oğurlu, Erdal Gezer, Selda Demircan
Pages 276 - 280
AMAÇ: Çalışmamızın amacı laparoskopik jinekolojik cerrahi ve laparoskopik kolesistektomi ameliyatlarında uygulanan baş aşağı ve baş yukarı pozisyonların oluşturduğu intraoperatif hemodinamik değişiklikleri karşılaştırmaktır. YÖNTEM: Bu çalışma prospektif ve tek kör olarak, ASA I-II, 18-55 yaş arası, 40 hasta üzerinde gerçekleştirildi. Baş aşağı pozisyonda gerçekleştirilen laparoskopik adneksiyal cerrahi (Grup BA, n=20) ve baş yukarı pozisyonda gerçekleştirilen laparoskopik kolesistektomi (Grup BY, n=20) geçiren hastalar çalışmaya alındı. Hastaların anestezi indüksiyonları propofol idameleri ise sevofluran ile sağlandı, kas gevşetici olarak vekuronyum kullanıldı. Hastaların kalp atım hızları (KAH), sistolik, diastolik, ortalama kan basınçları (SAB, DAP, OAP), periferik O2 satürasyonları (SpO2) ve end tidal karbondioksit (ETCO2) değerleri anestezi indüksiyonundan önce, pnömoperitonium yapılıp, pozisyon verildikten sonra kaydedildi. Verilerin istatistiki analizinde Wilcoxon ve Mann-Whitney U testleri kullanıldı.
BULGULAR: Grup BA, Grup BY ile karşılaştırıldığında KAH arasında anlamlı fark saptanmadı. Sistolik arteriyel basınç Grup BA’da 10., 20. ve 30. dakikalarda, DAB 20. ve 30. dakikalarda, OAB ise sadece 20. dakikada Grup BY’ye göre artmıştı (p<0.05). Periferik
O2 satürasyonu değerleri her iki grup arasında farklılık göstermedi. End-tidal CO2 değerleri Grup BY’de, Grup BA’ya göre artmış olmasına rağmen normal sınırlar içinde saptandı (p<0.05). SONUÇ: Sonuç olarak 10-12 mmHg basınçlı CO2 pnömoperitonimu ile baş aşağı ve baş yukarı pozisyonlarda, sağlıklı hastalarda gerçekleştirilen laparoskopik abdominal girişimlerde her iki pozisyonun klinik olarak hemodinamiyi önemli ölçüde bozmadığı kanısındayız.
OBJECTIVE: The aim of the study was to compare intraoperative changes on the haemodynamics in the head-up and head-down position in laparoscopic cholecystectomy and gynaecologic surgery. MATERIAL-METHODS: The study was conducted on 40 ASA I-II patients aged 18-55 years prospectively and in a blind manner, by dividing equally into two groups for the head-down (Group HD, n=20)and head-up position (Group HU, n=20) during the laparoscopic adnexial surgery and laparoscopic cholecystectomy. The anaesthesia was induced with propofol and maintained with sevoflurane. For muscle relaxation during TI, vecuronium was given to all participants. The heart rate (HR), systolic, diastolic, mean arterial pressure (SAP; DAP; MAP), peripheral O2 saturation (SpO2) and end tidal corbondioxide (ETCO2) were assessed before anaesthesia induction and during the surgery. The Wilcoxon and Mann-Whitney U test were used as indicated.
RESULTS: SAP increased at 10th, 20th, 30th min, DAP increased at 20th, 30th min and MAP increased only at 20th min in Group HD compared to Group HU (p<0.05). There was no significant difference in HR and SpO2 values between the groups. Although in Group HU end-tidal CO2 values increased compared to Group HD, they were in normal ranges (p<0.05). CONCLUSION: We concluded that in healthy adults, the effects of head-up or head-down position during laparoscopic surgery with 10-12 mmHg pressure of CO2 pneumoperitoneum did not deteriorate in haemodynamics.
Abstract | Full Text PDF

8.Quality of life Among Women who were Attending to Trakya University Hospital Menopause clinic
B. Tokuç, P. B. Kaplan, G. Ö. Balık, H. Gül
Pages 281 - 287
AMAÇ: Bu çalışmada, bir menopoz Polikliniğine başvuran kadınlarda, menopoz semptomlarının profilini değerlendirmek, kadınların menopoz semptomları ve diğer kimi sosyo-demografik değişkenlerin ve aldıkları tedavilerin yaşama kalitesi üzerine etkilerini
değerlendirmek amaçlanmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışma Şubat – Eylül 2005 tarihleri arasında Trakya Üniversitesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Menopoz Polikliniğine başvuran ve çalışmaya katılmayı kabul eden 299 kadında yapılmış olan tanımlayıcı ve kesitsel bir araştırmadır. Katılımcılara, bu konuda eğitilmiş VI. Sınıf öğrencileri tarafından, kimi sosyo-demografik özelliklerini ve menopoz öykülerini sorgulayan 17 soruluk bir anket formu, Menopoz Semptomlarını Değerlendirme Ölçeği (MSD), SF-36 Sağlık Taraması ve Hastane Anksiyete Depresyon Ölçeği (HAD) yüz yüze görüşme tekniği ile, ardarda uygulanmıştır. Sonuçlar SPSS Ver 13.0’da değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya katılan kadınların yaş ortalamaları 52.07±6.12 (36.0 – 76.0)’dır. Menopoza giriş yaşı ortalaması 45.8±5.1 (26.0 – 56.0)’dır. Katılımcıların %18.9’u halen HRT kullanmaktadır, % 37.0’ı HRT kullanıp bırakmış, %44.1’i ise hiç HRT kullanmamıştır. Çalışmaya katılan kadınlardan 8 yıldan daha fazla eğitimli olanların, halen çalışanların, halen HRT kullananların ve evde sorunları olmayanların toplam MSD skorları diğerlerine göre anlamlı düzeyde daha düşük bulunurken, SF-36 skorları ise anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Kadınların MSD ölçeğindeki puanları artarken, SF-36 skorları ve HAD ölçeğindeki skorları belirgin düzeyde düşmektedir. SONUÇ: Sonuç olarak, menopoz döneminde görülen belirtilerin kadınların yaşam kalitesini, beden ve ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini söyleyebiliriz. Ancak, menopoz semptomları yaşam kalitesi ve sağlık algılamasında tek belirleyici değildir. Her insan için, yaşamın her döneminde olduğu gibi, sosyo-ekonomik durum, kültürel çevre ve yaşam biçimi de sağlık algısını ve yaşam
kalitesini çok fazla etkilemektedir.
OBJECTIVE: To asses the menopause symptoms and the impact of menopause and some socio-demographic variables and the hormon replacement therapy on quality of life among women who were attending to a menopause Matreial and METHOD: The study was a cross-sectional and descriptive study which was conducted on 299 women who were
attending to Trakya University Hospital Menopause Clinic, between February –September 2005. After applying a questionnaire about socio-demographic characteristics of respondents, Menopause Rating Scale (MRS), SF-36 Health Survey and Hospital
Anxiety and Depression Scale were applied by trained interns respectively. RESULTS: The mean age of respondents was 52.07±6.12 r(36.0 – 76.0). The mean age of menopause was 45.8±5.1 (26.0 – 56.0). 18.9 % of women were still using HRT, 37.0% have used in the past and 44.1% of them have never used HRT. Women who were stil using HRT, who were stil working, who were educated more than 8 years and who have had no problems in the family have had significantly lower MRS scores and significantly higher SF-36 scores than the others. While MRS scores and SF-36 scores were increasing, the HAD scores were decreasing significantly. CONCLUSION: We could say that the menopause symptoms effected the women’s health and quality of life, negatively. But it was
not the only determinant of health perception and quality of life. The socio-economic, environmental and cultural factors and life style were also effective in menopause period like the other periods of life.
Abstract | Full Text PDF

9.Effects of hormone replacement therapy on renal artery Doppler indices in women with natural menopause
Aykan Yücel, Simay Altan Kara, Volkan Noyan, Nevin Sagsöz, Aylin Pelin Çil
Pages 288 - 294
Objektif: Bu çalışmanın amacı doğal menopozdaki hastalarda üç farklı hormon replasman tedavisinin (HRT) renal damarlar üzerine etkisini renal arter Doppler indeksleri ölçümü ile araştırmaktı. Planlama: Otuz üç postmenapozal hastaya randomize olarak sırasıyla 0.625 mg konjuge equine östrojen (CEE) + 5 mg medroksiprogesteron asetat (MPA) (Grup I), 2 mg estradiol valerat (Grup II) ya da 2.5 mg Tibolon (Grup III) başlandı. Tedavi
başlamadan önce ve başlangıçtan 70 gün sonra her hastaya sol interlobar renal arter Doppleri yapıldı. Ortam: Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum ve Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Değerlendirme parametreleri: HRT başlangıç ve tedavi sonrasında interlobar renal arter Doppler indeksleri ölçümü SONUÇ: Toplam 33 hastadan grup I’ den 11, grup II’ den 7 ve grup III’ den 9 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu 27 hastanın yaş
ortalaması 49.44 ± 4.07 idi. Tüm hastaların bazal pulsatilite (PI) ve resistivite indeks (RI) değerleri benzerdi. Yetmiş günlük tedavi sonrasında grup III’ teki hastaların RI (p<0.001), grup II’ deki hastaların RI (p=0.047) ve PI (p=0.028) değerlerinde anlamlı
düşüş izlendi. Grup I’ deki hastaların bazal ve tedavi sonrası RI ve PI değerlerinde ise anlamlı değişiklik olmadı. YORUM: Az sayıda hastayla yapılmış olan bu çalışmanın sonuçları Tibolon ve estradiol valerat’in renal kan akımı üzerine olumlu etkileri olabileceği ve östrojenle kombine kullanıldığında MPA’ ın östrojenin vasküler etkilerini azaltıcı etki yaratabileceğini düşündürmekte ise de, bu yargıyı destekleyecek iyi planlanmış daha fazla hastayla yapılmış, uzun süreli çalışmalara gereksinim vardır.
Objektif: Bu çalışmanın amacı doğal menopozdaki hastalarda üç farklı hormon replasman tedavisinin (HRT) renal damarlar üzerine etkisini renal arter Doppler indeksleri ölçümü ile araştırmaktı. Planlama: Otuz üç postmenapozal hastaya randomize olarak sırasıyla 0.625 mg konjuge equine östrojen (CEE) + 5 mg medroksiprogesteron asetat (MPA) (Grup I), 2 mg estradiol valerat (Grup II) ya da 2.5 mg Tibolon (Grup III) başlandı. Tedavi
başlamadan önce ve başlangıçtan 70 gün sonra her hastaya sol interlobar renal arter Doppleri yapıldı. Ortam: Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum ve Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Değerlendirme parametreleri: HRT başlangıç ve tedavi sonrasında interlobar renal arter Doppler indeksleri ölçümü SONUÇ: Toplam 33 hastadan grup I’ den 11, grup II’ den 7 ve grup III’ den 9 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu 27 hastanın yaş ortalaması 49.44 ± 4.07 idi. Tüm hastaların bazal pulsatilite (PI) ve resistivite indeks (RI) değerleri benzerdi. Yetmiş günlük tedavi sonrasında grup III’ teki hastaların RI (p<0.001), grup II’ deki hastaların RI (p=0.047) ve PI (p=0.028) değerlerinde anlamlı düşüş izlendi. Grup I’ deki hastaların bazal ve tedavi sonrası RI ve PI değerlerinde ise anlamlı değişiklik olmadı.
YORUM: Az sayıda hastayla yapılmış olan bu çalışmanın sonuçları Tibolon ve estradiol valerat’in renal kan akımı üzerine olumlu etkileri olabileceği ve östrojenle kombine kullanıldığında MPA’ ın östrojenin vasküler etkilerini azaltıcı etki yaratabileceğini
düşündürmekte ise de, bu yargıyı destekleyecek iyi planlanmış daha fazla hastayla yapılmış, uzun süreli çalışmalara gereksinim vardır. Setting: Kırıkkale University, School of Medicine, Department of Gynecology and Obstetrics, and Department of Radiology,
Kırıkkale, Turkey. Main outcome measures: Renal interlobar artery Doppler indices before and after therapy. RESULTS: Of the thirty three patients, there were 11, 7 and 9 patients who completed the study in group I, II and III, respectively. The mean age of 27 patients who completed the study was 49.44 ± 4.07. The baseline pulsatility index (PI) and resistivity index (RI) values of the three groups were similar. After 70 days of treatment, there were statistically significant decrease in RI values of group III (p<0.001) and RI (p=0.047) and PI (p=0.028) values of group II while statistically significant change was not obtained in group I after treatment. CONCLUSION: Although we may conclude from the results of this small sample sized study that tibolon and estradiol valerate may have favorable effects on renal blood flow and MPA combined with CEE may attenuate the estrogen-induced vascular effects in natural menopause, well designed studies with more patients and long term follow-up are needed to strengthen this judgment.
Abstract | Full Text PDF

10.Diagnosis of an Omphalocele with 3 Dimension Ultrasound
Vural Dağlı, Barış Mulayım
Pages 295 - 298
Fetal omfalosel, barsakların ve/veya karaciğerin karın ön duvarı orta hattan dışarıya fıtıklaşmasıdır. Kromozom anomalileri ve eşlik eden organ anomalileri ile birlikte olabilir. İki boyutlu ultrasonografi temel tanı yöntemidir. Üç boyutlu ultrasonografi anomali
görüntüsünü netleştirip, görsel olarak tanıyı güçlendirebilir. Bu yayında, ultrasonografi ile prenatal tanı alan bir fetal omfalosel vakasını sunduk. Prenatal tanı için iki ve üç boyutlu
ultrasonografinin tanıdaki rolleri tartışıldı
Fetal omphalocele is a congenital defect of the abdominal wall that allows some of the abdominal organs to protrude through it. It might be associated with chromosomal abnormalities and fetal anomalies.Two dimension (2D) ultrasound is the main diagnosis
method. 3D ultrasound can make the diagnosis easier. In this case report we present an omphalocele diagnosed with ultrasound prenatally. We discuss the role of 2D and 3D ultrasound while diagnosing omphalocele prenatally.
Abstract | Full Text PDF

11.Laparoscopic excision of cornual pregnancy in whic systemic methotraxate treatment failed
Ulun Uluğ, Mustafa Bahçeçi
Pages 299 - 302
Kornual gebelik nadir görülen bir ektopik gebelik şeklidir. Erken tanı ve tedavi hastanın sağkalımı açısından önemli olduğu gibi fertilite potansiyelini de etkilemektedir. Bu olgu sunumunda IVF/ICSI sonrası saptanan kornual gebeliğin sistemik Metotreksat
uygulanması sonrası tam yanıt alınamayıp, operatif laparoskopi ile tedavi edilmesi anlatılmıştır. Kornual gebeliğin tanı yöntemleri ve tedavi alternatifleri tartışılmıştır.
Frequency of cornual pregnancies among ectopic implantations is relatively low. Early diagnosis and prompt treatment are crucial for not only survival, but also for preserving future reproductive potential. In this case report management of an IVF/ICSI cornual
pregnancy with successful operative laparoscopy following failed systemic Methotrexate administration was described. Diagnostic approaches and treatment modalities for cornual pregnancy were discussed.
Abstract | Full Text PDF

12.Necrotizing fasciitis in a diabetic patient due to vulvar abscess: a case report
S. Büyükkurt, B. Özbakır Dülger, E. Doğan, C. Parsak, A. B. Güzel, O. Kadayıfçı
Pages 303 - 305
Nekrotizan fasiit, cilt ve ciltaltı fasyası boyunca hızla ilerleyen bir yumuşak doku infeksiyonudur. Kas fasyasının bütünlüğünün çoğu kez bozulmamış olması infeksiyonun derinlemesine yayılmasını önler. Hastalık çoğu kez diabet, ileri yaş, periferik damar
hastalığı, beslenme bozukluğu gibi bağışıklık sisteminin zayıfladığı durumlarda görülür. Mortalitesi oldukça yüksek olan bu durumun tedavisi agresif debritman ve geniş spektrumlu antibiyoterapidir. Bu makalede diabetik bir hastada gelişmiş vulva
infeksiyonunun, tedavisindeki gecikmeye bağlı olarak, gösterdiği hızlı ilerlemeye dikkat çekmek istiyoruz.
Necrotizing fasciitis is an infection which disseminates along the skin and the fascia of the subcutaneous tissue. The integrity of the muscular fascia is always not broken and deep invasion of the infection is rarely seen. Necrotizing fasciitis is usually seen in
patients with disease causing immunodeficiency like diabetes, advanced age, peripheral vascular disease and malnutrition. The only treatment option of this highly mortal condition is the debridement of all infected tissues and the use of broad-spectrum
antibiotics. In this article, we want to indicate the rapid progression of the vulvar infection in woman with diabetes due to delay of the treatment.
Abstract | Full Text PDF

13.Uterine Rupture with the Use of Misoprostol for Second Trimester Pregnancy Termination in a Woman with a Prior Cesarean Delivery: Case Report
Derya Eroğlu, Filiz Yanık, İbrahim Esinler, Eralp Başer, Esra Kuşçu
Pages 306 - 308
Eski sezaryen seksiyo öyküsü olması gebelik terminasyonu amacıyla misoprostol kullanımı için bir kontrendikasyon değildir. Bununla birlikte, bu hastalarda uterin rüptür riskinin yüksek olması nedeniyle dikkatli olunmalıdır. Bu yazıda, geçirilmiş sezaryen
öyküsü bulunan bir hastada, fetal kardiyak anomali nedeniyle uygulanan ikinci trimester gebelik terminasyonu sırasında meydana gelen uterin rüptür anlatılmaktadır.
Previous history of cesarean section is not a contraindication for the usage of misoprostol with the aim of termination of pregnancy. However, caution is required due to the higher risk of uterine rupture regardless of gestational age. We report a case of uterine
rupture with the use of misoprostol for second trimester pregnancy termination due to fetal cardiac anomaly in a patient with a prior cesarean delivery.
Abstract | Full Text PDF

14.
Haberler

Pages 309 - 310
Abstract | Full Text PDF

15.
Dizin

Pages 313 - 318
Abstract | Full Text PDF