Volume: 2  Issue: 4 - 2005
Hide Abstracts | << Back
1.The Role of Endoscopy before Assisted Reproductive Technologyies
M. Bülent Tıraş, Nuray Bozkurt
Pages 265 - 272
İlk uygulama yapıldığından itibaren beri yardımcı üreme teknikleri (YÜT) kullanımı ve başarı oranları giderek artmaktadır. Gereksiz yapılacak olan invaziv girişimlerin hastaya yarar-zarar oranı ve maliyeti gözardı edilmemelidir. Diğer yandan da YÜT’nin
pahalı olması, infertil hastaların zaman hassasiyeti olduğu düşünülerek eğer işlem öncesi yapılacak endoskopik işlemle YÜT’nin başarısı arttırılabilirse bu prosedürün atlanmaması gerekmektedir. Bu sunumda, YÜT öncesinde endoskopik işlemlerin yeri, hangi
durumlarda yapılması gerektiği tartışılmıştır.
Usage of assisted reproductive tecnology (ART) and success rates has been increasing since when the first application is done. In these cases, the benefit/loss ratio for the patients and the cost of unnecessary invasive interference should be concerned. On
the other hand, considering the fact that ART is expensive and time is very important for infertile patients, endoscopic operations before ART should not be ignored if they can be useful for incresing the success rate. In this presentation, the role of endoscopic
operations before ART and the situations in which it should be carried out is discussed.
Abstract | Full Text PDF

2.Globozoospermia: the last Castle in male Infertility
Çağatay Taşkıran, Ahmet Başaran, G. Serdar Günalp
Pages 273 - 278
Spermatozoa’nın ovum’a bağlanması ve genetik materyalin transferi için akrozomun morfolojik ve fonksiyonel yönden tam olması gerekir. Globozoospermi akrozomun tamamen yokluğu, sperm orta bölgesinin dezorganizasyonu, zona’ya bağlanamama ve infertilite ile giden, henüz genetik nedeni tam olarak belirlenememiş ve de oldukça nadir görülen bir durumdur. Bu hastalarda semen analizi konsantrasyon ve motilite yönünden normaldir. Tanı morfolojik değerlendirmede konulur. Çok nadir görülen bir patoloji olması
nedeniyle deneyimli bir androloğun konsültasyonu ile bu hastalar saptanabilmektedir. Globozoospermi’nin iki alt tipi tanımlanmıştır. Tip I’de kromatin sferik olarak dağılmıştır ve akrozom tamamen yoktur. Spesifik proteinaz olan akrozin ve akrozomal membran
da tamamen yoktur. Bu nedenle spermatozoa zona-pellusida’yı geçemez. Akrozomun yokluğu, temel boyalarla kolaylıkla gösterilebilmektedir. Tip II’de ise koni şeklinde bir nükleusla beraber bir miktar akrozom mevcuttur. Her ne kadar geçiş paterni
kesin olarak gösterilememiş olsa da familyal olgular görüldüğünden bu hastalığın genetik bir temeli olması gerektiği düşünülerek değişik yazarlarca otozomal resesif, monogenik veya poligenik geçiş olabileceği öne sürülmüştür. Aneuploidi, Y kromozom mikrodelesyonu ve kromatin yapısı ile ilgili çeşitli çalışmalar yapılmış ancak kesin bir sonuç elde edilememiştir. IVF öncesi bu hastalar tamamen infertil olmalarına rağmen, daha sonra özellikle ICSI ile birçok başarılı gebelik bildirlmiştir. Ancak fertilizasyon
oranları değişkenlik göstermiş ve bazı çalışmalarda ancak oosit aktivasyonu ile gebelik oluşturulabilmiştir.
The morphological and functional integrity of the acrosome in human spermatozoa is a prerequisite for attachment and binding to the ovum investments in order to allow gamete fusion. Globozoospermia is a rare condition of unknown mode of inheritance
which is characterized by the complete absence of the acrosome, disorganized mid-piece, lack of zona binding and infertility. Semen analysis is normal with respect to concentration and motility. Morphological evaluation is necessary for true diagnosis of
these patients. Since it is a rare disorder, consultation with andrology clinic is important in diagnostic approach. Two types of globozoospermia were described. Type I is characterized by a spherical arrangement of the chromatin and a complete lack of
acrosome, therefore these spermatozoa are unable to penetrate the zona-pellucida, causing primary infertility. Type II has some acrosomal covering with a conical nucleus, which may be surrounded by large droplets of cytoplasmic material indicating secondary
degenerative changes. Globozoospermia is believed to have a genetic inheritance, but the exact mode of inheritance has not yet been proven. Autosomal recessive, monogenic and polygenic inheritances were suggested to have a possible role for this unique disease. Many different investigators studied aneuploidy, Y chromosome microdeletion and structural abnormalities of chromatin, but none of them has reported definite mode of inheritance. Before IVF, these patients were completely infertile. Especially after
the introduction of ICSI some authors have been reported successful pregnancies and deliveries. But the fertilization rates were lower than other patients, and in some trials pregnancies were obtained only after oocyte activation procedures.
Abstract | Full Text PDF

3.Umbilical Artery Doppler İnvestigations with Regard to Maternal Laboratory Data and Neonatal Outcomes in Preeclamptic women
Mekin Sezik, Okan Özkaya, Hülya Toyran Sezik, Elif Gül Yapar, Hakan Kaya
Pages 279 - 283
AMAÇ: Preeklampsi ve/veya HELLP sendromlu hastalarda umbilikal arter Doppler inceleme sonuçlarının maternal ve fetal laboratuar parametreleri ile neonatal morbidite üzerine olan etkilerini belirlemektir. YÖNTEM: Yetmiş yedi preeklampsi ve/veya HELLP sendromlu hasta retrospektif olarak incelendi. Umbilikal arter Doppler (UAD)
incelemesinde sistol / diastol oranları (S/D) belirlendi. S/D <5 olan 44 hasta 1. grubu, S/D ≥5 olan 33 hasta 2. grubu oluşturdu. İki grup maternal ve fetal laboratuar parametreleri ile neonatal komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı. İstatistiksel analizde
“student’s t-test” ve ki-kare testi kullanıldı. BULGULAR: Grup 1 fetuslerin 4’ü (%9.1), Grup 2 fetuslerin 10’u (%30.3) intrauterin dönemde kaybedilmişti (p=0.002). S/D ≥5 olan
hastalarda ortalama gebelik haftası ve doğum ağırlığı anlamlı olarak düşük idi (sırası ile p=0.0001 ve p=0.0001). Ayrıca, S/D ≥5 olan grupta oligohidramniyos, düşük doğum ağırlığı (<2500 g), çok düşük doğum ağırlığı (<1500 g) ve yenidoğan sepsisi
anlamlı olarak fazla görüldü (sırası ile p=0.05, p=0.03, p=0.0001 ve p=0.02). Diğer maternal ve fetal laboratuar parametreleri açısından gruplar arasında fark saptanmadı.
SONUÇ: Preeklampside UAD incelemesinin anormal olması, fetal morbidite ve mortaliteyi göstermede önemlidir. Ancak, maternal ve fetal laboratuar parametrelerindeki değişiklikleri belirlemede UAD incelemesi değerli bir yöntem olmayabilir.
OBJECTIVES: To determine the effects of umbilical artery Doppler velocimetry on maternal-fetal laboratory parameters and neonatal morbidity in patients with preeclampsia or HELLP syndrome METHODS: Seventy-seven women with preeclampsia and/or HELLP syndrome were retrospectively included considering systole / diastole ratio (S/D) in umbilical artery Doppler examinations. Group 1 consisted of 44 patients with an S/D <5 and group 2, 33 patients with an S/D ≥5. Maternal-fetal laboratory values and neonatal complications were compared among the 2 groups, using student’s t-and chi-square tests.
RESULTS: There were 4 (9.1%) and 10 (30.3%) cases of fetal loss in group 1 and 2, respectively (p=0.002). Mean gestational age and birthweight were lower when S/D was ≥5 (p=0.0001 and p=0.0001, respectively). Oligohydramnios, low birthweight (<2500
g), very low birthweight (<1500 g), and neonatal sepsis were also more frequent if S/D was ≥5 (p=0.05, p=0.03, p=0.0001, and p=0.02, respectively). Other maternal and fetal laboratory values were comparable. CONCLUSIONS: Abnormal UAD flow patterns in preeclampsia are important in assessing fetal morbidity and mortality. However,
maternal and fetal laboratory parameters seem to be unrelated to UAD investigations.
Abstract | Full Text PDF

4.Effects of General and Epidural Anaesthesia in Newborn’s Stres Hormones, Blood Gases, and Apgar Scores in Elective Cesarean Section
Meral Ezberci, Beyazıt Zencirci, Hafize Öksüz, Melih Atahan Güven
Pages 284 - 289
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı sezaryen olgularında, genel ve epidural anestezinin yenidoğan stres hormonları, kan gazları ve yenidoğan Apgar skoru üzerine etkilerini değerlendirmekti. GEREÇ-YÖNTEM: Bu amaçla Kahramanmaraş Sütçüimam Üniversitesi Anestezi ve Reanimasyon Anabilim Dalı’nda elektif sezaryen operasyonu olması planlanan ASA II (American Society of Anesthesiology) grubuna giren 50 olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Olgular rasgele genel anestezi ve epidural anestezi türüne göre 25 kişilik 2 gruba ayrıldı. Her iki grupta da yenidoğan stres hormonları (TSH, Kortizol, İnsülin), kan gazları ve Apgar skorları değerlendirildi. Genel anestezi grubunda; Aritmal, Propofol
ve Süksinilkolin ile anestezi indüksiyonunu takiben bebek çıkımına kadar %50 N2O + O2, bebek çıkımından sonra ise %0,5-1 MAC İsofloran + %50 N2O + O2 ve Cisatrakuryum ile anestezi idamesi sağlandı. Epidural anestezi grubunda; L2-3 veya L3-4 intervertebral aralıktan %0,375’lik Bupivakain ile epidural anestezi uygulandı. Duysal blok seviyesi T4-5 dermatom seviyesine ulaşınca operasyona izin verildi. Yenidoğan stres hormonları ve kan gazı için ise umblikal venden kan örnekleri alındı. Apgar skorları için yenidoğan, aynı kişi tarafından 1. ve 5. dk.’da değerlendirildi. BULGULAR: Yenidoğan stres hormonları karşılaştırıldığında iki grup arasında bir fark olmadığı görüldü. Yenidoğan kan gazlarında
ise her iki grup arasında sadece SO2 değerleri arasında anlamlı bir fark olduğu, diğer parametreler arasında bir fark olmadığı saptandı. Her iki grupta yenidoğan Apgar skorları ortalaması arasında bir fark olmadığı saptandı. SONUÇ: Bu bulgular ışığında yenidoğan stres hormonları, kan gazı değerleri ve yenidoğan Apgar skorları üzerine benzer etkiye
sahip olan iki anestezi yönteminin sezaryen operasyonlarında kullanılabilecek iki alternatif yöntem olduğu sonucuna varıldı.
OBJECTIVE: The aim of this study was to evaluate the effects of general and epidural anaesthesia in newborn’s stres hormones, blood gases, and Apgar scores in elective cesarean section. MATERIALS-METHODS: 50 patients in ASA II (American Society of Anesthesiology) class who would undergo elective cesarean section in University of Kahramanmaras Sutcuimam, Department of Anaesthesiology and Reanimation included in the study and randomized into two equal groups (General anaesthesia: Group G and Epidural anaesthesia: Group E). In both groups, newborn stres hormones (TSH, cortisol, and insulin), blood gases, and Apgar scores were studued. All patients received famotidine and granisetron iv 30 min before operations in premedication room. In the general anaesthesia group; aritmal, propofol, and succinylcholine was used for induction and muscle relaxation. Following the induction, positive pressure ventilation of the lungs
was started immediately using a 50% N2O + O2 mixture. After delivery of the baby, anaesthesia and muscle relaxation was maintained by 50% N2O +O2, 0,5-1% MAC isoflurane, and cisatracurium. In the epidural anaesthesia group; epidural anaesthesia
was performed with 0,375% bupivacaine. The epidural needle inserted through L2-3 or L3-4 interspace. After achieving T4-5 neural blockade, the operation was started.
Blood samples for newborn stres hormones and blood gases were taken from umblical vein. The Apgar scores were recorded at 1 min and again at 5 min after the delivery by same person. RESULTS: There were no differences in newborn stress hormones between two groups. In newborn blood gases analyses, only SO2 changes were statistically significant between two groups. There were no differences in newborn Apgar scores between two groups. CONCLUSION: With these results, we concluded that each of the general and epidural anaesthesia techniques have similar effects on newborn blood gases, stress hormones and Apgar scores and can be acceptable alternative for elective cesarean section.
Abstract | Full Text PDF

5.Relationship of Nuchal Translucency and Nuchal fold Thickness with Maternal and Gestational Ages in Pregnancies with Normal Karyotype
Mekin Sezik, Okan Özkaya, Murat Boylu, Hakan Kaya
Pages 290 - 294
AMAÇ: Sağlıklı fetus doğurmuş veya amniosentez sonucu normal karyotipli fetus sahibi olan gebelerdeki nukal saydamlık (NT) ve ense derisi kalınlığı (EDK) ölçümlerini değerlendirmek ve NT’nin anne yaşı ve gestasyonel yaş ile, EDK’nın anne yaşı ile olan değişimlerini belirlemektir. YÖNTEM: Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğinde takip edilen sağlıklı fetus doğurmuş veya amniosentez sonucu normal karyotipli fetus sahibi olan 54 gebeye rutin gebelik takipleri esnasında NT ve EDK ölçümleri yapıldı. Gestasyonel haftalar arasında NT farkı, anne yaşları arasında NT ve EDK ölçümü farkları Student-t test kullanılarak araştırıldı. BULGULAR: Gebelikte NT ölçümleri gebelik haftalarına göre ayrı ayrı değerlendirildiğinde, gebelik haftası arttıkça NT değerinin arttığı saptandı. On birinci hafta ile 12 ve 13. hafta, 12. hafta ile 13. gestasyonel hafta arasındaki NT artışları istatistiksel olarak anlamlıydı (sırasıyla; p= 0.09, p= 0.002, p= 0.008). Yaş gruplarındaki dağılıma göre NT ve EDK ölçümleri değerlendirildiğinde, NT ve EDK’nın her ikisinin de anne yaşı arttıkça istatistiksel olarak anlamlı olmasa da azaldıkları bulundu.
SONUÇ: Literatür çalışmalarında genellikle NT için ≥ 3mm, EDK için ≥ 6mm sınır değer olarak verilse de, gestasyonel yaş ve anne yaşı ile bu değerler değişiklik gösterebilmektedir. Farklı anne yaşlarında, NT ve EDK için farklı sınır değerler söz konusu olabilir. Bu değerlerin belirlenmesi amacıyla, geniş serili çalışmalara ihtiyaç vardır.
OBJECTIVES: To evaluate the relationship between nuchal translucency (NT), nuchal fold thickness (NFT), gestational age, and maternal age in fetuses with normal karyotype determined by amniocentesis or subsequent healthy infant. METHODS: NT and NFT had been routinely measured in our clinic during 54 pregnancies with normal karyotype documented either by amniocentesis or the birth of on healthy infant. NT and NFT measurements at various gestational and maternal ages were compared using student’s t – test. RESULTS: NT measurements increased with advancing gestational age. Increase in NT values between 11 and 12 – 13 and between 12 and 13 weeks’ gestation were statistically significant (p=0.09, p=0.002, and p=0.008, respectively). Both NT and NFT tended to decrease with increasing maternal age. CONCLUSION: Although NT ≥ 3 mm and NFT ≥ 6 mm are generally considered abnormal, gestational and maternal age have effects on these cut-off values. Different cut-off values for NT and NFT might be considered for different maternal age groups. Largescale investigations are needed to evaluate these cut-off values.
Abstract | Full Text PDF

6.The Effectiveness of Cervical Cerclage for Preventing Preterm Delivery
Mesut Öktem, Derya Eroğlu, Filiz B. Yanık, Derda Kaya, Esra Kuşçu, Hulusi B. Zeyneloğlu
Pages 295 - 299
Objektif: Servikal serklaj uyguladığımız hastaları ve bu işlemin gebeliğin devamına olan katkısını incelemek Planlama: 1996–2005 yılları arasında servikal serklaj uygulanan 15 olgunun verilerinin retrospektif olarak incelenmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi
Ortam: Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Ankara Hastanesi Hastalar: Servikal yetmezlik tanısıyla serklaj 15 hasta
Girişim: Servikal yetmezlik nedeniyle 15 hastaya McDonald serklaj uygulandı Değerlendirme parametreleri: Hasta yaşları, gebelik haftaları, preoperatif serviksin transvajinal yolla uzunluğunun ölçülmesi,h astalarda erken membran rüptürü olup olmadığı, servikal kültürlerde üreme olup olmadığı, serklaj tipleri, antibiyotik ve tokoliz
kullanılıp kullanılmadığı, doğum haftaları SONUÇ: Gebelik haftaları ise 11 hafta 3 gün ile 24 hafta 4 gün arasında idi. Hastaların 10’unda transvajinal ultrasonografik ölçümle serviks uzunluğu 20 mm’nin altında bulundu. 3 hastada funnelling bulgusu ve erken membran rüptürü mevcuttu. Hiçbir hastanın servikal kültürlerinde üreme olmadı. Sekiz hastaya profilaktik serklaj, 5 hastaya terapotik serklaj uygulanırken, diğer 2 hastada ise serklaj sırasında PPROM mevcuttu. Serklaj sonrası 11 hastanın serviks uzunlukları 20 mm’nin üzerinde ölçüldü. Hastaların sekizi terme ulaştı. YORUM: Servikal yetmezlik için risk faktörü olan olgularda ultrasonografik değerlendirme 16-20. haftalarda başlamalı, ikinci trimesterde 3 ve üzeri gebelik kayıpları olan olgulara profilaktif serklaj düşünülmeli, servikal değişiklikleri olan olgularda hastanın gerçek doğum eyleminde ve koryoamnioit tablosunda olmadığı anlaşılmalıdır.
RESULTS: Weeks of gestation were between 11w 3d and 24w 4d. Ten patients’ cervical lengths were less than 20 mm by transvaginal ultrasonography. Three of women had funnelling sign by transvaginal ultrasonography. Bacterial colonization was not detected
in cervical cultures. Eight patients treated with prophylactic cervical cerclage, five women treated with therapeutical cerclage and two of them treated with urgent cerclage. The cervical lengths were over 20 mm in eleven patients after the procedure. Eight
women reached term. CONCLUSION: Serial ultrasound examination should be considered in patients with historical risk factors for cervical insufficiency, an elective cerclage may be considered in patients with a history of 3 or more unexplained midtrimester pregnancy losses. Emergency cerclage may be considered in such women in the absence of clinical chorioamnionitis or labor.
Abstract | Full Text PDF

7.Assesment of Dyspareunia, Dysmenorrhea and amount of Menstrual Bleeding of the Patients who Underwent Bilateral Tubal Ligation during caesarem section at the end of postoperative first year
Pınar Çakmak, Yağmur Minareci, Perran Moröy, Elif Gül Yapar Eyi, Nuri Danışman, Leyla Mollamahmutoğlu
Pages 300 - 304
Objektif: Sezaryan esnasında modifiye Pomeroy tekniği ile bilateral tüp ligasyonu yapılan hastaların postoperatif birinci yılda dismenore, disparoni ve menstruasyon kanama miktarı açısından değerlendirilmesi Planlama: Ocak 2002 -Aralık 2003 tarihleri arasında kliniğimizde sezaryan esnasında modifiye Pomeroy tekniği ile bilateral tüp ligasyonu yapılan 98 olgunun prospektif olarak incelenmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi
Ortam: Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Doğum Kliniği
Hastalar: Kliniğimizde sezaryan esnasında modifiye Pomeroy tekniği ile bilateral tüp ligasyonu yapılan 98 hasta Değerlendirme Parametreleri: Hasta yaşları, eğitim seviyeleri ve yaşayan çocuk sayısı, sezaryan öncesi dismonere, disparoni ve menstruasyon kanama miktarı ile sezaryan sonrası dismonere, disparoni ve menstruasyon kanama miktarı değerlendirilmiştir. SONUÇ: 98 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Sezaryan esnasında modifiye Pomeroy tekniği ile bilateral tüp ligasyonu yapılan
hastalara postoperatif birinci yılda yapılan anketle değerlendirmede preoperatif ve postoperatif disparoni şikayeti açısından anlamlı bir farklılık olmadığı saptanmıştır. Menstruel kanama miktarı ve dismenore şikayeti incelendiğinde postoperative
değerlendirmede anlamlı bir azalma olduğu saptanmıştır. YORUM: Birçok çalışmada genel olarak tubal sterilizasyonun menstrual kanama miktarında artmaya yol açmadığı ve jinekolojik nedenlerle hastaneye başvuruyu çoğaltmadığı sonucuna varılsada çelişkili sonuçlar nedeniyle tubal sterilizasyonun uzun dönemdeki etkileri konusunda daha detaylı çalışmalar gerekmektedir.
OBJECTIVE: Assesment of dyspareunia, dysmenorrhea and amount of menstrual bleeding of the patients who underwent bilateral tubal ligation using Pomeroy technique during caesarean section at the end of postoperative first year. Design: In this prospective study, 98 women Who underwent bilateral tubal ligation using Pomeroy technique during caesarean section in our department between january 2002 and december 2003 were included. Setting: Department of obsteterics, Dr. Zekai Tahir Burak Women’s Health Education and Research Hospital, Ankara, Turkey. Patients: 98 women who underwent tubal sterilisation by Pomeroy technique Interventions: Bilateral tubal ligation using Pomeroy technique was performed during caesarean section. Main Outcome Measures: Patients Characteristics such as age, number of living children, and degree of education were recorded. Preoperative dyspareunia, dysmenorrhea and the amount of menstrual bleeding were compared with the same parameters at the end of postoperative first year.
RESULTS: 98 women were included in this study and all the patients had bilateral tubal ligation during caesarean section by Pomeroy technique. There were a significant increase in dyspareunia, and significant decrease in dysmenorrhea and the amount of mentrual bleeding levels between preoperative and at the end of postoperative first year.
CONCLUSION: In general, the amount of mentsrual bleeding does not increase after bilateral tubal ligation, and also bilateral tubal ligation does not increase the hospitalization. However, more detailed future studies with larger groups are needed to enlighten the long-term effects of this issue.
Abstract | Full Text PDF

8.ELEVATED SERUM LEVELS OF HUMAN CHORİONİC GONADOTROPHİN AND ALPA-FETOPROTEİN PREDİCTİNG FOR DEVELOPMENT OF SEVERE PREECLAMPSİA
Zeynep Genç, Oya Balta, Sadiye Eren, Elif Bağlam
Pages 305 - 310
AMAÇ: Gebeliğin 15-19 haftaları arasında bakılan serum total koryonik gonadotropin düzeyleri ve serum alfa feto-protein düzeyleri ile ileride gelişebilecek olan pre-eklampsi arasında ilişki olup olmadığını araştırmak. Materyal ve METHOD: Bu çalışma Mayıs 2002 ve Ekim 2003 tarihleri arasında Zeynep Kamil Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğine
başvuran 369 gebe üzerinde yapılmıştır. Gerekli tetkikler ve muayeneler sonucunda 32’si hafif pre-ekampsi ve 32’si ağır pre-eklampsili hasta çalışma grubuna alınmış, kontrol grubu olarak normotansif 305 gebe kadın alınmıştır. İkinci trimester Down sendrom tarama testinde bakılan serum total koryonik gonadotropin düzeyleri ve serum alfa fetoprotein düzeyleri baz olarak alınmıştır. MSAFP radioimmunoassay, MShCG immunoradiometric teknikle ölçülmüştür. BULGULAR: İkinci trimester tarama testinde ölçülen serum total koryonik gonadotropin ve serum alfa feoprotein düzeyleri ağır preeklampside belirgin olarak daha yüksek bulunurken kontrol grubu ile karşılaştırıldığında hafif preeklampsi için belirgin bir farklılık saptanmamıştır.
SONUÇ: İkinci trimester tarama testinde artmış serum total koryonik gonadotropin ve artmış serum alfa fetoprotein düzeyleri ileri dönemlerde gelişebilecek ağır preeklampsi tahmininde yardımcı olabilir.
OBJECTIVE: Our purpose was to study the correlation between maternal serum total chorionic gonadotrophin (MShCG) levels and maternal serum alpha fetoprotein (MSAFP) levels measured at 15-19 week’s gestation and pre-eclampsia. METHODS: This retrospective study was conducted from May 2002 to October 2003 at Zeynep Kamil Gynecology and Obstetrics Hospital. Thirty two cases with mild pre-eclampcia and thirty two cases with severe pre-eclampsia were recruited as the study groups. 305 normotensive women were enrolled as controls. Measurement of MShCG and MSAFP were made from 15-19 week’s gestation as part of antenatal serum screening for Down’s Syndrome in the second trimester. Serum alpha fetoprotein was measured by radio-immunoassay and serum total human chorionic gonadotrophin was measured by immunoradiometric technique. RESULT: MShCG levels and MSAFP levels were significantly higher in severely pre-eclamptic women (p<0.05), but not in those with mild pre-eclampsia, compared with those in their matched controls. CONCLUSION: Elevated mid trimester serum human chorionic gonadotrophin levels and alpha-fetoprotein levels may help in the prediction of severe pre-eclampsia. High MShCG levels in severely pre-eclamptic women might reflect a significantly pathologic change and secretory reaction of placenta.
Abstract | Full Text PDF

9.HİSTORY OF CONTRACEPTİVE USE AND AFFECT ON MAMMOGRAPHIC PATTERNS
Sitki Gülhan, Burcu Dilek, Nurdan Barca, Saffet Dilek
Pages 311 - 315
Objektif: Asemptomatik postmenapozal kadınlarda kombine oral kontraseptiflerin (KOK) mamografik dansite üzerine etkisini araştırmak. Planlama: Retrospektif kesitsel çalışma
Ortam: Üçüncü basamak araştırma ve eğitim hastanesi, mamografik ünitesi, Hastalar: Çalışma grubu geçmişte kombine oral kontraseptif kullanma öyküsü olan 219 kadından, kontrol grubu ise kombine oral kontraseptif kullanım öyküsü olmayan 200 postmenapozal kadından meydana gelmekte idi. Girişim: Tarama mamografisi. Değerlendirme Parametreleri: Wolfe sınıflamasına göre mamografik meme dansitesi. SONUÇ: KOK kullanım öyküsü olan kadınların % 22’ sinde (n=48) ve kontrol grubundaki kadınların % 20’ sinde (n=40) yüksek riskli mamografik patern (Wolfe P2 ve Dy) izlendi. Artmış veya yüksek riskli meme paterni KOK kullanan grupta daha fazla olmasına rağmen aradaki fark istatistiksel olarak olarak anlamlı değildi (p=0.66). KOK kullanım öyküsü olan kadınlarda yüksek riskli mamografik patern için odds ratio 1.14 (% 95 güven aralığında 0.62-2.09) idi. Sadece vücut kitle indeksi mamografik dansite ile ilişkili bulundu (p=0.01 and Pearson katsayısı= -0.407). YORUM: Geçmişte kombine oral kontraseptif kullanım öyküsü meme dansitesinde istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir artışa yol açmaktadır.
OBJECTIVE: To investigate the affect of previous combined oral contraceptives use on mammographic density in the postmenopausal asymptomatic women.
Design: Retrospective cross-sectional trial Setting: Tertiary training and education hospital, mammography unit Patients: Study population consisted from 219 women who had history of combined oral contraceptive (COC) use and exposed or group included 200 women had no history of COC. Intervention: Screening mammography
Main Outcome Patterns: mammographic breast patterns according to Wolfe Classification
RESULTS: Twenty-two percent of exposed (48) and 20 % (40) of unexposed groups had high-risk mammographic pattern. Increased breast density such as P2 and Dy (Wolfe classification) was higher in the exposed group, however this difference was not statistically significant (p=0.66). Odds ratio for having high-risk mammograms of subjects who had previous history of COC’s was 1.14 (95 % CI: 0.62-2.09). Only BMI were related with mammographic density (p=0.01 and Pearson co-efficient= -0.407).
CONCLUSIONS: Previous history oral contraceptive use is most likely only making a small and statistically non-significant contribution to mammographic breast density.
Abstract | Full Text PDF

10.Clinical Importance of Morphological Appearance of Seminiferous Tubules During MicroTESE in NOA Cases
A. H. Haliloğlu, M. Akand, Ö. Yaman, Kaan Aydos
Pages 316 - 320
Objektif: TESE ile matür spermatozoa bulma oranları sıklıkla %20 ile %95 arasında değişmektedir. Çalışmalar, tek biyopsi şeklinde çıkarılan testis dokusunda hücre bulma şansının çoklu biyopsilerde daha artığını, mikrocerrahi yöntemle yapılan TESE’lerde ise
en üst seviyeye ulaştığını ortaya koymuştur. Planlama: Klinik çalışma. Ortam: Ankara Üniversitesi Kısırlık Uygulama ve Araştırma Merkezi; Üroloji Anabilim Dalı
Hastalar: 65 nonobstrüktif azoospermi (NOA) olgusu. Girişim: TESE ameliyatı sırasında seminifer tubüllerin mikroskopik görünümleri kaydedildi. Diğerlerinden farklı, en dolgun ve opak-beyaz olan tubüller çıkarılmaya çalışıldı. Bu özelliklerde tubül ayırt edilemediği zaman randomize biyopsiler alındı. Çıkarılan dokular androloji laboratuvarında stereomikroskop altında mekanik, arkasından enzimatik ayrıştırma işlemine alındı. X32 inversiyon mikroskobu büyültme alanında spermatozoa arandı. Değerlendirme parametreleri: Optik büyütme altında seminifer tubüllerin görünümleri, spermatozoa elde etme oranları ve histolojik bulgular karşılaştırıldı. SONUÇ: Sertoli cell-only sendromu (SCOS), maturasyon duraklaması, hipospermatogenez ve fokal spermatogenez bulunan olgularda sırasıyla %37, %52, %100 ve %63 oranlarında TESE neticesi en az bir adet matür spermatozoa elde edildi. Ameliyat sırasında seminifer tubüllerin homojen olarak dolgun görünümde olduğu olguların tamamında histolojik değerlendirim hipospermatogenez, homojen olarak ince, şeffaf olduğu olguların ise %90’ında SCOS, %10’unda maturasyon duraklaması bulunduğu saptandı. Homojen-dolgun olması durumunda mikroTESE ile %100’ünde hücre bulunabilirken, homojen-ince tubül özlenenlerin hiç birisinde matür spermatozoa elde edilemedi. YORUM: Bu sonuçlar, mikroTESE sırasında testiste tüm tubüllerin homojen görünümde olduğu ve farklı yapıda başka tubül seçilemediği durumlarda, çıkarılacak tubüllerin belirlenmesinde mikroskop kullanılmasının bir üstünlük sağlamadığını, randomize alınacak biyopsilerin de yeterli olabileceğini ortaya koymuştur. MikroTESE, seminifer tubüllerin heterojen yapıda dağılım gösterdiği NOA olgularında spermatozoa bulunmasında başarıyı artırmaktadır.
Design: Clinical study. Setting: Research Center on Infertility, Ankara University; and Urology Department. Patients: 65 men with nonobstructive azoospermia (NOA).
Interventions: Microscopical appearance of seminiferous tubules was recorded during TESE surgery. Differing from others, the largest opaque-white in color tubules were cut and removed. When all the tubules have no discriminating appearance, randomized
biopsies were obtained. Removed tissue pieces were subjected to mechanical mincing under the stereomicroscope and then enzymatic digestion processes. Using inversion microscope (x32 magnification) spermatozoa were searched. Main Outcome Measures: Morphological appearance of seminiferous tubules under optical magnification, spermatozoa recovery rates and histopathological findings were compared.
RESULTS: In cases of Sertoli cell-only syndrome (SCOS), maturation arrest, hypospermatogenesis and focal spermatogenesis TESE yielded at least one spermatozoon in 37%, 52%, 100% and 63% of the cases, respectively. When all the seminiferous tubules were homogenously swollen, histopathological diagnosis was hypospermatogenesis in 100% of the cases. Homogenously thin and transparent tubules corresponded to SCOS or maturation arrest in 90% and 10% of the cases, respectively. Mature spermatozoa recovery rates were 100% and zero in homogenously-swollen observed and homogenously-thin observed tubules, respectively. CONCLUSIONS: Present data indicate that in cases of all tubules are homogenous in appearance and none of them can be discriminated from others, using microscope has no advantage in selection of the tubuli to be removed, but randomizely selection would also be sufficient. MicroTESE significantly increases the success in NOA cases with seminiferous tubules dispersed heterogeneously.
Abstract | Full Text PDF

11.Association Between Plasma Adrenomedullin Levels and Bone Mineral Density in Patients with Polycystic Ovary Syndrome
Banu Uçar, Volkan Noyan, Aykan Yücel, Nevin Sağsöz, Osman Çağlayan
Pages 321 - 326
Objektif: Polikistik over sendromlu (PKOS) ve PKOS olmayan kadınlar arasında kemik mineral yoğunluğunun (KMY) karşılaştırılması ve PKOS’li kadınlarda plazma adrenomedullin düzeyi ile KMY arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmaktadır.
Planlama: Prospektif analiz. Ortam: Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı. Hastalar: Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğine başvuran 20 PKOS’li ve 13 PKOS olmayan kadın dahil edildi. Girişim: Her olguda plazma adrenomedullin, serum androstenedion, serbest testosteron, testosteron, DHEAS, SHBG, FSH, LH, östradiol, açlık insülin ve açlık glukoz ölçüldü. DEXA ile KMY ölçümleri (lumbar vertebra 2-4 (L2-4), femur boynu, büyük trokanter ve ward’s üçgeni) yapıldı. İnsülin rezistansı açlık insülin, 75 gr glukoz tolerans testi ve glukoz/insülin oranı ile değerlendirildi. Değerlendirme parametreleri: PKOS’li olgularda plazma adrenomedullin konsantrasyonu ile KMY ölçümleri (L2-4, femur boynu,
büyük trokanter ve ward’s üçgeni) arasındaki ilişki. SONUÇLAR: PKOS’li olgular ile kontrol grubu olgularının plazma adrenomedullin konsantrasyonu, L2-4, femur boynu, büyük trokanter ve ward’s üçgeni KMY ölçümleri arasında anlamlı fark yoktu. PKOS’li olgularda, plazma adrenomedullin ve KMY (L2- 4, femur boynu, büyük trokanter ve ward’s üçgeni) arasında ilişki saptanmadı. YORUM: Endojen adrenomedullinin düzeylerinin kemik mineral yoğunluğuna etkisinin incelenmesi için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
OBJECTIVE: The aim of the study was to compare bone mineral density measurements between patients with polycystic ovary syndrome (PCOS) and age and body mass index matched healthy controls, and to examine whether plasma adrenomedullin
concentration was associated with bone mineral density. Design: Prospective study.
Setting: Department of Obstetrics and Gynecology, Kirikkale University School of Medicine. Patients: Twenty women with PCOS and 13 healthy control subjects were enrolled in the study. Interventions: Plasma adrenomedullin, serum androstenedione, free testosterone, testosterone, DHEAS, SHBG, FSH, LH, estradiol, fasting insulin and fasting glucose were measured in each subject. Bone mineral density (lumbar spine 2-4 (L2-4), femoral neck, ward's triangle, great trochanter) measurements were measured using dual energy X-ray absorptiometry. Insulin resistance was estimated by fasting insulin level, fasting glucose: insulin ratio and 75 g of glucose tolerance test for 2 hours.
Main Outcome Measures: Bone mineral density and correlation between bone mineral density and plasma adrenomedullin. RESULT: Bone mineral density measurements did not differ between the groups. There were no correlations between plasma adrenomedullin and bone mineral density measurements. CONCLUSIONS: Further studies are needed to evaluate the relation between bone mineral density and plasma adrenomedullin.
Abstract | Full Text PDF

12.To Compare the Diagnostic Effectiveness of Transvaginal Ultrasonography, Sonohisterography and Endometrial Biopsy in Woman with Abnormal Uterine Bleeding
Ahmet Kökden, Erdin İlter, Hakan Karalök, E. Can Tüfekçi, Figen Temelli
Pages 327 - 331
Objektif: Anormal uterin kanamalı kadınlarda SİS’in etkinliğini endometrial biopsi ve transvajinal usg ile karşılaştırılması. Planlama: Kontrollü klinik çalışma Ortam: Bakırköy Dr.Sadi Konuk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Hastalar: Yaşları 30–73 arasında değişen pre ve postmenopozal toplam 51 hasta Değerlendirme Parametreleri: Sonohisterosonografi, endometrial biopsi, transvaginal ultrasonografi SONUÇ: Myom ve polip gibi kavite içersinde yer kaplayan patolojilerin tanısında endometrial biopsi ve SİS ‘i karşılaştırdığımızda, SİS’te tespit edilen 12 patolojiden sadece 7’si endometrial biopsi ile tespit edilebildi. (P< 0,05) Yine benzer şekilde transvajinal usg ile SİS karşılaştırıldığında transvajinal usg’de tespit edilen tüm patolojiler SİS’de görülebilirken, SİS’de transvajinal usg’de tespit edilemeyen 12 patolojik oluşum izlendi.(P< 0,05). YORUM: SİS’in intrakaviter lezyonların tanısındaki yeri endometrial biopsi ve transvajinal usg ile karşılaştırıldığında belirgin bir üstünlük göstermektedir. İnvazif olmaması, poliklinik şartlarında uygulanabilirliği, güvenilir ve ucuz olması popülaritesini artırmaktadır; ancak ne var ki polip ve myom harici hiperplazi gibi endometrial patolojilerin tanısında önemi oldukça kısıtlıdır.
OBJECTIVE: To compare the effectiveness of saline sonohysterography in abnormal uterine bleeding with endometrial biopsy and transvaginal ultrasound. Design: Controlled clinical study. Settings: Bakırkoy Dr.Sadi Konuk Research and Training Hospital Patients: Total 51 pre and postmenopausal women age between 35 and 73 Interventions: Sonohysterography, endometrial biopsy, transvaginal ultrasound RESULTS: When we compared SIS with endometrail biopsy at the diagnosis of intracavitery lesions like myomas and polyps, endometrial biopsy diagnosed 7 on the other hand SIS diagnosed 12 of pathologies (p< 0,05). Similarly, SIS showed all patthologies seen in the transvaginal ultrasonograph but transvaginal ultrasound missed 12 lesions seen by SIS (p< 0,05). CONCLUSION: SIS has a distinct priority against endometrial biopsy and transvaginal ultrasound at the diagnosis of intracavitery lesions. The procedure, is cheap, trustable,not invasive and can be done in polyclinics so it’s popularity increases but it is hard to diagnose the endometrial hyperplasia by this method.
Abstract | Full Text PDF

13.THE EFFECTS OF THE COMBINED ORAL CONTRACEPTIVES ON THE BONE MINERAL DENSITY OF REPRODUCTIVE AGE WOMEN
Gökçen Yücer, Aykan Yücel, Volkan Noyan, M. Sühha Bostancı, Nevin Sağsöz
Pages 332 - 336
Objektif: Kadınlarda 12 ay kombine oral kontraseptif tedavisinin kemik mineral yoğunluğu üzerine etkisi. Planlama: Kemik mineral yoğunluğu, serum Ca+2, osteokalsin, alkaline fosfotaz, Vitamin D3 ve uriner OH-prolin seviyelerinin karşılaştırılması. Ortam: Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi. Hastalar: Oniki ay süresince kombine oral kontraseptif kullanan 40 yaşaltı 50 hasta. Girişim: Kombine oral kontraseptif tedavisi başlangıcında ve 12. ayındaki kemik mineral yoğunluğu ölçümlerinin karşılaştırılması. SONUÇLAR: Serum Ca+2 seviyesi bazal seviye ile karşılaştırıldığında 12. ayda anlamlı olarak artmıştır [p<0.05]. Çalışmanın sonunda uriner OH-proline atılımı anlamlı oranda azalmıştır. Onikinci ayda ilk değerler ile karşılaştırıldığın da lumbar, femur, ve distal ulna kemik mineral yoğunluğu seviyeleri arasında anlamlı fark gözlenmemiştir. Proksimal ulna-radius kemik mineral yoğunluğu, ilk değerler ile karşılaştırıldığında 12. ay sonunda anlamlı olarak artmıştır [p<0.05]. YORUM: 20 μg Ethinyl estradiol + 100 μg Levonorgestrel içeren oral kontraseptifler kemik mineral yoğunluğu ve kemik dönüşümü üzerinde yararlı etkilere sahiptir.
OBJECTIVE: To determine the effects of combined oral contraceptives (COC’s) on bone mineral density of women after 12 month treatment. Design: Comparison of the Bone Mineral Density (BMD) and serum Ca+2, osteocalcin, alkaline phosphatase, Vitamin D3 and urinary OH-proline levels. Setting: Kırıkkale University Medical Faculty Hospital. Patients: Fifty patients of ages < 40 years who took combined oral contraceptive for 12 months. Intervention: Bone Mineral Density Measurements and comparison of these values at the beginning and after 12 month of COC treatment. RESULTS: The serum level of Ca+2 significantly increased [p<0.05] at the time of observation in comparison to the basal level. The urinary excretion of OH-proline over 12 months significantly decreased [p<0.05] at the end of study. At 12th month, no significant difference was detected in lumbar, femur, and distal ulna-radius BMD values in comparison with basal values. The BMD of proximal ulna-radius significantly increased [p<0.05] at the end of twelve months in comparison to basal content. CONCLUSIONS: The contraceptive pill containing 20 μg Ethinyl estradiol + 100 μg Levonorgestrel has beneficial effects on the bone turnover and bone mineral density at proximal ulna-radius.
Abstract | Full Text PDF

14.The Outcome of Fetuses with Increased Nuchal Translucency at the First Trimester Chromosomal Anomaly Screening
Derya Eroğlu, Hilal Karahan Beyhan, Mesut Öktem, Esra Kuşçu, Filiz Yanık
Pages 337 - 341
Objektif: Birinci trimester kromozomal anomali taraması sırasında nukal translusensi artışı saptanan fetuslara ait sonuçların değerlendirilmesi. Planlama: Ocak 2004-Eylül 2005 tarihlari arasında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalında birinci trimester kromozomal anomali taraması yapılan olgular içerisinde nukal translusensi artışı saptanan fetuslara ait sonuçların retrospektif olarak incelenmesi. Ortam: Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Ankara Hastalar: Toplam 452 gebede birinci trimester kromozomal anomali taraması amacıyla nukal translusensi ölçümleri yapıldı. Nukal translusensi ölçümleri fetal baş-popo uzunluğuna göre 95 persantilin üzerinde olan 7 olgu değerlendirmeye alındı. Değerlendirme parametreleri: Fetal mortalite ve morbidite SONUÇ: İlk trimester kromozomal anomali taraması yapılan olgularda fetal nukal translusensi artışı %1,3 oranında gözlendi (7/452). Nukal translusensi kalınlığı 2.5-3 mm olan 3 fetustan ikisinde yapısal anomali mevcut olup (birinde bilateral konjenital diafragma hernisi, diğerinde unilateral komplet yarık dudak ve damak deformitesi), her iki gebelikte de termde canlı doğum gerçekleşti. Üçüncü olgu ise osteogenezis imperfekta tip II’ye sekonder fetal intrauterin exitus ile sonuçlandı. Bilateral konjenital diafragma hernisi olan infant pulmoner hipoplazi nedeniyle postnatal 7. saatte exitus oldu. Nukal translusensi ölçümleri 6 mm ve üzerinde olan fetuslardan ikisinde trizomi 18, birinde trizomi 21 ve birinde de Turner sendromu tanısı konuldu ve bu gebeliklerin hepsi de terminasyonla sonuçlandı. YORUM: Nukal translusensi artışı trizomi 21 ve diğer kromozomal defektler için tipik bir sonografik bulgudur. Ayrıca artmış nukal translusensi fetal ve neonatal ölüm, çok sayıda farklı malformasyon, iskelet displazileri veya genetik sendromlarla da ilgili olabilir. Kromozomal defekt, fetal kayıp ve major fetal anomali prevalansı nukal translusensi kalınlığındaki artışa paralel olarak artar.
OBJECTIVE: To evaluate the outcome of fetuses diagnosed to have increased nuchal translucency at the first trimester chromosomal anomaly screening. Design: Retrospective evaluation of the outcomes of fetuses with increased nuchal translucency among the cases undergoing first trimester chromosomal anomaly screening at the Department of Obstetrics and Gynecology, Baskent University, Ankara, between January 2004 and September 2005. Setting: Department of Obstetrics and Gynecology, Baskent University School of Medicine, Ankara Patients: Fetal nuchal translucency measurements were performed in a total of 452 pregnancies as a part of first trimester chromosomal anomaly screening. Seven cases with nuchal translucency measurements above the 95th percentile according to the fetal crown-rump length were considered for evaluation. Main outcome measures: Fetal mortality and morbidity RESULTS: Increased nuchal translucency was observed in 1.3% (7/452) of the cases undergoing first trimester chromosomal anomaly screening. Two of the three fetuses with nuchal translucency of 2.5 to 3 mm had structural anomalies (one had bilateral congenital diaphragmatic hernia and the other had unilateral complet cleft lip and palate), and these pregnancies ended up with live births at term. The third case ended up with fetal intrauterine exitus owing to osteogenesis imperfecta type II. The infant with bilateral congenital diaphragmatic hernia died at the seventh hour of age due to pulmonary hypoplasia. Trisomy 18 (n=2), trisomy 21 (n=1), and Turner’s syndrome (n=1) were the diagnoses in the fetuses with fetal nuchal translucency measurements of ≥6 mm, and all of these cases resulted in termination of the pregnancies. CONCLUSION: Increased nuchal translucency is a typical sonographic sign for trisomy 21 and other chromosomal abnormalities. It is also associated with fetal and neonatal death, a wide range of fetal malformations, skeletal dysplasias, and genetic syndromes. The prevalence of chromosomal defects and major fetal anomalies increase in parallel with the increase in the nuchal translucency thickness.
Abstract | Full Text PDF

15.Rupture of the unscarred uterus: a review of 8 cases
Mehmet Güney, Baha Oral, Mesut Özsoy, Fuat Demir, Demir Özbaşar
Pages 342 - 346
Objektif: Sekiz nedbesiz uterus rüptürü olgusundaki risk faktörlerini incelemek ve maternal-neonatal sonuçları değerlendirmektir. Planlama: 1985-2004 yılları arasında klinikte tanısı konulan 8 nedbesiz uterus rüptürü olgusu retrospektif çalışmaya alındı. Ortam: Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü ve Isparta Kadın ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi Hastalar: 63489 vaginal doğumdaki 8 nedbesiz uterus rüptürü olguları. Değerlendirme Parametreleri: Etyoloji, risk faktörleri, klinik bulgular ve fetal-maternal sonuçlar SONUÇ: 1985-2004 yılları arasında önceden sezaryen doğumu olmayan kadınlar arasında 8 nedbesiz uterus rüptürü saptadık. Nedbesiz uterus rüptür insidansı 7937 doğumda 1 idi. Ortalama yaş, gebelik haftası ve parite sırasıyla 31.4 yıl, 39.2 hafta ve 5.4 idi. İlişkili faktörler fundal basınç uygulaması (1 olgu), oksitosin kullanımı (3 olgu), prostaglandin kullanımı (1 olgu), makat prezantasyonu (2 olgu) ve vakum-forseps kullanımı (1 olgu) idi. Beş olgu (%62.5) 1985-1994 yılları arasında, 3 olgu (%37.5) 1995-2004 yılları arasında saptandı. YORUM: Obstetrik uygulamada ve modern tıpta son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler nedbesiz uterus rüptürü insidansında azalmaya yol açmıştır.
OBJECTIVE: To examine risk factors and evaluate maternal and neonatal outcomes in eight cases of rupture of the unscarred uterus. Design: In this retrospective study, 8 cases of unscarred uterine rupture diagnosed in our clinics between 1985 and 2004 were included. Setting: Department of Obstetrics and Gynecology, School of Medicine, Süleyman Demirel University and Isparta Women’s and Children’s Hospital Patients: Eight cases of unscarred uterine rupture in 63489 vaginal delivery Main outcome measures: Etiology, risk factors, clinical findings and fetal-maternal outcomes. RESULTS: From 1985 through 2004, we identified 8 uterine ruptures in women without previous cesarean deliveries. The incidence of rupture of an unscarred uterus was in 7937 deliveries. The mean age, the mean gestational age and the mean parity were 31.4 (year), 39.2 (week) and 5.4, respectively. Associated factors included application of fundal pressure (1 case), oxytocin use (3 cases), prostaglandin use (1case), breech presentation (2 cases) and use of vacuum or forceps (1 case). Five (%62.5) cases were identified from 1985 through 1994 and 3 (%37.5) cases were idendified from 1995 through 2004. CONCLUSION: Recent advances in obstetric practice and modern medicine have resulted in a decrease in ruptures of the unscarred uterus.
Abstract | Full Text PDF

16.
Haberler

Page 347
Abstract | Full Text PDF