Cilt: 18  Sayı: 4 - 2017
Özetleri Gizle | << Geri
OLGU SUNUMU
1.
Yumuşak Damaktan Köken Alan Hemangioma
Hemangioma Originating From The Soft Palate
Erdinç Aydın, Kübra Çoban
Sayfa 0
Hemanjiomlar, benign proliferatif vasküler malformasyonlardır. Submukozal bağ doku içerisindeki venlerin ve kapiller damarların hiperplazisi ile karakterizedir. Erişkinlerde nadir görülmektedir ve erişkin hastaların %50’si 40 yaş üzerindedir. Vakaların çoğu, baş ve boyun bölgesinde izlenmektedir, ancak oral kavite, bu bölgedeki en nadir lokalizasyonlardan biridir. Burada, yumuşak damakta büyük kavernöz hemanjiom tanılı erkek erişkin hasta sunulmuştur. Böylelikle, bu patolojiye yönelik literatür gözden geçirilmiş, güncel tanı ve tedavi yöntemleri tartışılmıştır.
Hemangiomas are benign proliferative vascular malformations, characterized by the hyperplasia of venous and capillary structures embedded in submucosal connective tissue. In adults hemangiomas are rare lesions and 50% of patients are over 40 years of age. Most of the cases are seen in head and neck region, however oral cavity is a rare location. Soft palate is one of the rarest locations in the oral cavity for hemangiomas. A large cavernous hemangioma, in the soft palate, diagnosed in a male adult is presented. Literature review and current diagnostic and treatment modalities are discussed.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
2.
Akut myeloid lösemili 100 hastanın immunfenotip özellikleri: Flowsitometrik immunfenotipleme akut myeloid lösemi prognozunu belirlemede kullanışlı mıdır?
The immunophenotype of 100 adult patients with acute myeloid leukemia: Is flow cytometric immunophenotyphing useful in predicting acute myeloid leukemia prognosis?
Hava Üsküdar Teke, Nur Oğuz Davutoğlu, Eren Gündüz, Neslihan Andıç, Cengiz Bal, Beyhan Durak Aras
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut myeloid lösemi (AML), kan veya kemik iliğinde myeloblast birikimine neden olan, agresif klonal myeloid bir neoplazidir. Çalışmamızın amacı, akut myeloid lösemi tanısı konulan hastalarımızın immunfenotipik bulgularının prognoz üzerine etkilerini saptamak ve sonuçlarımız ile literatür verilerini karşılaştırmak ve literatüre katkı sağlamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2008-2015 tarihleri arasında XXX İç Hastalıkları Anabilim Dalına bağlı Hematoloji Bilim Dalında, DSÖ 2008 akut lösemi tanı kriterlerine göre tanısı konulmuş, "7+3" remisyon indüksiyon kemoterapisi alan, kemik iliği aspirasyonundan flowsitometrik immunfenotiplemesi yapılan altmış beş yaş altı 100 hasta alındı.
BULGULAR: Olguların 52 (%52)’si erkek, 48 (%48)’i kadın olup, tanı sırasındaki yaş ortalamaları 49±11,4 (18-62) yıl idi. Total sağkalım süresi 203,0±74,6 (0-1666) gün, hastalıksız sağkalım süresi 137,0±46,7 (0-1588) gün olarak saptandı. İndüksiyon kemoterapisine yanıt oranları; %53 (n=53) tam yanıt, %16 (n=16) yanıtsız, %31 (n=31) oranında indüksiyon esnasında ölüm olarak bulundu. Hastaların son durum analizinde %35 (n=35)’i remisyonda olup, %65 (n=65)’i ise kaybedilmiştir. CD 56 koekspresyonun; CD 34 ve CD 7 varlığı, karyotip, sitogenetik sınıflama ve tam remisyon üzerine, hastalıksız ve total sağkalım üzerine etkisi saptanmamıştır. Panmyeloid markırların (CD13, CD33, CD15, MPO) varlığının sağkalım üzerine etkisi saptanamamıştır. Aberran markırlardan CD 19, CD7 ve CD2 varlığının da prognoz üzerine etkisi yoktur. Tdt koekspresyonu sağkalım üzerine etkili tek kötü prognostik antijendir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: AML prognozunu belirlemede, blastik hücrelerin yüzeyindeki antijenlerin varlığının tek başına bir etkisi olmayıp, hastaların immunfenotipik özelliklerinin, sitogenetik ve diğer prognostik faktörlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir.
INTRODUCTION: Acute myeloid leukemia (AML) is an aggressive clonal myeloid neoplasm that causes accumulation of myeloblasts in blood and bone marrow. Aims of this study were to determine immunophenotypic characteristics and their prognostic value in patients with AML; to compare patient outcomes and literature and to reveal regional differences.
METHODS: One hundred patients data (< 65 years) who diagnosed acute leukemia based on World Health Organization (WHO) diagnostic criteria (2008) and had "7 + 3" remission induction chemotherapy in Department of Internal Medicine, in XXX in 2008-2015, immunophenotype of bone marrow samples from the patients were analyzed by flow cytometry.
RESULTS: Ffthy two patients (52%) were male and 48 (48%) were females; mean age at diagnosis was 49 ± 11.4 (18-62) years. The overall survival was 203.0 ± 74.6 (0-1666) days and disease-free survival time was 137.0 ± 46.7 (0-1588) days. Given response to induction therapy, complete response was 53% (n=53), non-response was 16% (n=16) and death during the induction was 31% (n=31). At the time of the statistical analysis, 35% (n=35) of patients were in remission and 65% (n=65) were dead.
DISCUSSION AND CONCLUSION: -
Makale Özeti

3.
Migrenli Olgularda Kranial Görüntülemelerin Değerlendirilmesi
Assesment Of Cranial Imagıng Findings In Patients With Migraines
Belma Doğan Güngen, Aysel Tekeşin, Orhan Yağız
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, kranyal MRI istenen migrenli hastalarda görüntüleme sonuçları gözden geçirilmiştir. Bu sayede migren tanılı hastalarda saptanan lezyon tipleri, oranları ve patolojik lezyonların sınıflandırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya polikliniğimize baş ağrısı şikayetiyle başvuran, nörolojik muayeneleri normal olan ve kranyal MRI istenen 105 migrenli hasta (79 kadın, 26 erkek; ortalama yaş 34,04±11.93 ) üzerinde retrospektif olarak yapıldı. Migren tanısı Uluslararası Baş Ağrısı Derneğinin (UBD) revize kriterlerine göre konuldu. Hastaların 23’ ü auralı migren, 82’ si aurasız migren tanılı idi. Hastaların klinik özellikleri, kranyal görüntüleme endikasyonları ve MRI sonuçları incelendi. İstatistiksel analiz için çapraz analiz yapılırken ki-kare (chi-square) ve bağımsız t testi kullanıldı. P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
BULGULAR: 105 migrenli hastanın 26’ sı erkek (%24,7), 79’ u kadın (%75,3) idi. Ortalama yaşları erkek grubunda 33,8±14,05, kadın grubunda 34,1±11,2 idi. Toplamda yaş ortalaması 34,04±11.93 idi. Olguların 23’ ü auralı migren (%21,1), 82’ si aurasız migren (%78,9) tanılı idi. Hastalık süresi ortalama 7,02±6,2 yıl idi. Hastaların bir ayda geçirdiği atak sayısı ortalama 6,61±1.73 idi. 53 hastada kranyal MRI bulguları normal iken, 52 migrenli hastada ise çoğunluğu bening yapısal görünümlü lezyonlar saptandı. Migrenli hastalarda MRI çoğunlukla sekonder başağrısını ekarte etmek için istenmişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Migrenli hastalarda yürüttüğümüz bu retrospektif çalışmada; kranyal görüntülemede rastlantısal yapısal lezyonların olduğu görüldü. Şiddetli başağrısı ile başvuran vakalarda klinik bulgular migren kriterleri ile uyumlu olsada kranyal görüntüleme yapılması, diğer organik nedenlerin ekarte edilmesi ve tedavi edilebilir patolojilerin tespiti açısından gerekli görünmektedir. Eşlik eden patolojilerin tespiti ve tedavisi kronik başağrısını tamamen ortadan kaldırabileceği gibi, migren atak sıklığınıda azaltabilir. Klinisyen bu türlü patolojilerin bir arada olabileceğini akılda tutmalı ve görüntüleme bulgularını iyi değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: The findings from cranial magnetic resonance imaging (MRI) in patients with migraines were assessed to document the type, frequency, and pathological characteristics of the detectedlesions.
METHODS: A total of 105 migraine patients (79 female, 26 male; mean age: 34.04 ± 11.93 y) presenting with headaches and normal neurological findings who had undergone a cranial MRI examination were included. The diagnosis of migraine was based on the revised criteria of the International Headache Society (IHS). Of the participants, 23 and 82 had migraines with and without aura, respectively. The clinical characteristics, cranial imaging indications, and MRI results were recorded and evaluated. Chi-square and independent t-tests were used for statistical comparisons. A p-level of less than 0.05 was considered statistically significant.

RESULTS: Of the 105 migraine patients, 26(24.7%) were male and 79(75.3%) were female. The mean age of 34.04±11.93 years in the overall patient group. A diagnosis of migraine with aura was made in 23 patients (21.1%) while there were 82 patients (78.9%) with migraines without aura. The mean duration of illness was 7.02±6.2 years. The average monthly number of migraine episodes was 6.61±1.73. Fifty-three patients had normal cranial MRIs, while 52 were found to have lesions, most of which were of a benign character.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In this retrospective study of MRIs in patients with migraine, coincidental structural lesions comprised the majority of the findings in MRI. In patients presenting with severe headaches, cranial imaging appears to be necessary to exclude other organic causes and to detect other treatable pathological conditions, even if the clinical findings are suggestive of a migraine attack. Detection and treatment of coexistent pathological conditions may not only help alleviate the chronic headaches, but may also reduce the frequency of migraine episodes.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
4.
Konjenital Radioulnar Sinositozlu Hastada Annuler Bağ Hipertrofisine Bağlı Kilitlenme: Olgu Sunumu ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
Locking Elbow Caused by Annular Ligament in the Congenital Radioulnar Synositosis Patient: a Case Report and Review of Literature
Serkan Aykut, Kahraman Öztürk, Ayşe Şencan, Fettah Büyük
Sayfa 0
Konjenital Radioulnar sinositoz nadir görülen fakat zorlayıcı konjenital dirsek anomalilerindendir. Hastaların ön kol rotasyonları ciddi olarak kısıtlanmışken çoğu olguda dirsek fleksiyon ve ekstansiyonu etkilenmez. Olgumuz konjenital radioulnar sinositozlu 11 yaşında erkek çocuğuydu. Sağ dirseğinde ani gelişen hareket ile rahaztsız edici ses gelmesi şikayeti vardı. Ağrılı sürtünme ve bazen dirseğini ekstansiyondan fleksiyona getirirken kilitlenme oluyordu. Travma öyküsü yoktu. Manyetik rezonans incelemesinde radius başı ve kapitellum arasında yer kaplayan bir doku görüldü. Açık cerrahi uygulandı. Radius başı ve kapitellum arasında annuler bağın hipertrofik olduğu görüldü. Hipertrofik bağ eksize edildi. Cerrahi sonrası hastanın hareket ile sürtünme sesi ve kilitlenme şikayetleri tekrar etmedi.
Congenital radioulnar synositosis is one of the rare but challenging congenital elbow anomalies. The patients have severely restriction of forearm rotation and most of patients do not report flexion – extension limitation. Our case was 11 year old boy who with congenital radioulnar synositosis. He had immediately painful snapping of right elbow. Painful snapping and sometimes locking occurred at right elbow while being flexion the elbow from extension. There was no history of trauma. Magnetic resonance imaging (MRI) showed medium take up place tissue structure between radial head and capitellum. Open surgery was performed. We found hypertrofic annular ligament between radial head and capitellum. While flexion from extension position the ligament trapped between radial head and capitellum. Hypertrofic ligament was removed. After the surgery the patient had no recurrence of snapping or locking.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
5.
Operatif vaginal doğumların maternal ve neonatal sonuçlarının karşılaştırılması: vakuma karşı forseps
Comparision of maternal and neonatal outcomes of operative vaginal deliveries: vacuum vs forceps
Berna Aslan Çetin, Pınar Yalçın Bahat, Nadiye Köroğlu, Merve Konal, Aysu Akça
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Forseps veya vakum yardımıyla gerçekleştirilen vaginal doğum operatif vaginal doğum olarak adlandırılır. Bu çalışmanın amacı, tersiyer bir merkezdeki vakum ve forseps uygulamalarının endikasyonlar, maternal ve neonatal sonuçlar yönünden karşılaştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Ocak 2016-Aralık 2016 arasında tersiyer bir hastanede gerçekleştirilen retrospektif bir çalışmadır. Bu tarihler arasında operatif vaginal doğum yapan hastalar demografik veriler, endikasyonlar, maternal ve neonatal sonuçlar yönünden karşılaştırıldı.
BULGULAR: Operatif vaginal doğum oranı % 1.4’tü. Hastaların çoğu primigravida idi. Vakum grubunda en sık endikasyon fetal distres iken forseps grubunda en sık endikasyon ikinci evrenin uzaması olarak saptandı. Maternal ve neonatal morbidite yönünden iki grup arasında fetal kan pH değeri dışında fark saptanmadı. Fetal kan pH değerleri vakum grubunda forseps grubuna göre anlamlı derecede düşük saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her iki enstrümanın riskleri ve faydaları göz önünde bulundurularak operatif vaginal doğumlar bireyselleştirilmeli ve güvenli olduğu düşünülüyorsa gerçekleştirilmelidir. Enstrüman seçimi cerrahın tercihine ve tecrübesine göre olmalıdır.
INTRODUCTION: A vaginal delivery accomplished with the help of either forceps or vacuum is termed as operative vaginal delivery. The aim of this study is to compare indications, maternal and neonatal outcomes of vacuum and forceps application in operative vaginal delivery at our tertiary institute.
METHODS: This is a retrospective observational study on operative vaginal deliveries carried out between January 2016 to December 2016 at a tertiary hospital in Istanbul. All the patients who had an instrumental vaginal delivery were compared in terms of demographic data, indications, maternal and neonatal outcomes.
RESULTS: The incidence of operative vaginal delivery was 1.4% of all deliveries. Most of the patients were primigravida. Most common indication was fetal distress in vacuum group and prolonged second stage in forceps group. There were no significant difference in terms of maternal and neonatal morbidities, except fetal blood pH levels. Fetal blood pH levels were significantly lower in vacuum group than in forceps group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Risk and benefits of both instruments must be individualised and operative vaginal deliveries should only be performed if considered as a safe alternative. The choice of instrument depends on operator’s skills and training.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
6.
Akciğer Kanserinin Klinik Olarak Saptanan Tirod Metastazı: Nadir Bir Olgu
Clinically Significant Thyroid Metastasis of Lung Cancer: A Rare Case Report
Mustafa Çalık, Saniye Göknil Çalık, Meryem Ilkay Eren Karanıs, Hıdır Esme
Sayfa 0
Tiroidin metastatik tümörleri yaygın olarak görülen primer tiroid tümörlerine kıyasla son derece nadirdir. Yazımızda primer akciğer adenokarsinomlu ve tiroidde tek metastatik nodülü olan nadir bir olguyu sunmayı amaçladık. 55 yaşında ev hanımı bayan hasta, boyunda şişlik ve hafif nefes darlığı şikâyeti ile acil servisimize başvurdu. Radyolojik incelenmesinde; retrosternal uzanımlı tiroid, sağ akciğerde kitle ve bilateral plevral efüzyon, ve beyin, tiroid, mediastinal lenf nodu ve sol akciğer metastazları saptandı. Dispne göğüs drenajından sonra düzeldi. Sitolojik inceleme ve biyopsiler yapıldı. Histopatolojik ve immünhistokimyasal incelemeleri sonucunda primer akciğer adenokarsinomu tiroid metastazı saptandı. Plöredez sonrası hasta komplikasyonsuz şekilde taburcu edildi. Tiroidin primer tümörleri daha sık ve genellikle iyi huylu tümörler olmasına rağmen özellikle renal hücreli karsinom, meme ve akciğer kanseri öyküsü olan hastalarda metastaz her zaman akılda tutulmalıdır.
In spite of thyroid tumours are commonly primary, metastasis are extremely rare. We report a rare case of metastatic adenocarcinoma of primary lung origin presenting with solitary thyroid nodule. A 55-year-old female housewife with no significant past medical history, admitted to our emergency department, complained of anterior neck swelling and dyspnoea for a mount. In radiological assessment goitre with retrosternal extension, right primary pulmonary mass with bilateral pleural effusion and metastases of brain, thyroid, mediastinal lymph node and the left lung were detected. Dyspnoea improved after chest drainage. Cytological examination and biopsies were performed. Histopathological and immunohistochemical examinations revealed primary lung adenocarcinoma and thyroid metastasis. Patient was discharged after pleurodesis without complications. Even though primary tumours of the thyroid are more common and usually benign, metastasis should always be kept in mind especially in patients with a positive history of renal cell, breast and lung cancer.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
7.
Primer lenfositik sikatrisyel alopesiler: 36 vakanın retrospektif analizi.
Primary lenfocytic cicatricial alopecias: A retrospective analysis of 36 patients.
Neslihan Akdoğan, Ayşen Karaduman, Sibel Ersoy Evans, Aslı Hapa, Gonca Elçin, Gül Erkin, Nilgün Atakan
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Sikatrisyel alopesiler (SA) kıl folikülünde geri dönüşümsüz hasar yaparak kalıcı saç kaybına neden olan bir grup bozukluktur. Bu çalışmanın amacı primer lenfositik sikatrisyel alopesi (PLSA) tanısı alan hastaların klinik ve demografik özelliklerini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2000-2010 yılları arasında polikliniğimize başvuran, histopatolojik olarak PLSA tanısı alan hastaların demografik özellikleri, dermatolojik muayene bulguları, özgeçmiş ve soygeçmiş özellikleri, histopatolojik tanıları, tedavi seçenekleri ve tedaviye alınan yanıtlar retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 36 hasta dahil edildi. Skalpten yapılan histopatolojik inceleme ile 26 hastada liken pilanopilaris (LPP), 7 hastada diskoid lupus eritematozus (DLE), 3 hastada Brocq’un psödopeladı (PB) ile uyumlu bulgular saptandı. 36 hastada ilk seçenek olarak en çok uygulanan tedavi seçeneği intralezyonel kortikosteroid enjeksiyonu (ILKS, n=16, 44,4%), ikinci sırada ise hidroksiklorokindi (n=10, 28%). 36 hastadan 19’u ilk tedavilerden fayda görmüşken, 17 hastada başka bir tedavi seçeneğine geçilmişti. Hastaların en çok fayda gördüğü tedavilere bakıldığında; LPP hastaları en çok ilk sırada hidroksiklorokin tedavisinden, ikinci sırada ILKS uygulamasından fayda görmüştü. Diskoid lupus eritematozus hastalarında en çok fayda görülen tedavi hidroksiklorokin iken, PB hastaları ise sırasıyla hidroksiklorokin, sistemik kortikosteroid, topikal kortikosteroid tedavilerinden fayda görmüştü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Primer lenfositik sikatrisyel alopesiler sıklıkla orta yaş kadınlarda, daha çok LPP şeklinde görülen bir antitedir. Bu çalışmada hastaların en çok fayda gördüğü tedaviler ILKS ve hidroksiklorokindir.
INTRODUCTION: Cicatricial alopecias (CA) is a group of disorders that lead to permanent hair loss by irreversibly damaging the hair follicles. The aim of this study is to examine the clinical and demographic characteristics of the patients diagnosed with primary lymphocytic cicatricial alopecia (PLCA).
METHODS: Patients who admitted to our outpatient clinic between the years of 2000 and 2010 and who were diagnosed with PLCA were evaluated for demographic characteristics, dermatologic findings, personal and family history, histopathologic results, therapeutic options given to the patients and responses to the treatments retrospectively.
RESULTS: Thirty-six patients were included in this study. Histopathological examination of scalp hair samples revealed that findings were concordant with lichen planopilaris (LPP) in 26 patients, discoid lupus erythematosus (DLE) in 7 patients, pseudopelade de brocq (PB) in 3 patients. The main first-line treatment most commonly used by the authors was intralesional corticosteroid injection (ILCS, n=16, 44,4%) which was followed by hydroxychloroquine (n=10, 28%). 19 of the 36 patients responded to first-line treatments, while 17 patients needed another treatment. Looking at the treatments patients were most likely to benefit from, it was hydroxychloroquine and ILCS for LPP patients, hydroxychloroquine for DLE patients, hydroxychloroquine, systemic corticosteroid and topical corticosteroid treatments for patients with PB.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Primary lymphocytic cicatricial alopecia is an entity widely seen in middle-aged women and mostly encountered in the form of LPP. The patients were most likely to benefit from ILCS and hydroxychloroquine treatments in the current study.
Makale Özeti

8.
İnfertil Kadınlarda Metabolik Sendrom ve Uzun Dönem Kronik Sağlık Sorunları Sıklığı
Frequency of Metabolic Syndrome and Long-Term Chronic Health Problems in Infertile Women
Ruhuşen Kutlu, Derya Işıklar Özberk, Hüseyin Görkemli
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: İnfertilite hiç korunmadan düzenli cinsel ilişkiye rağmen bir yıl içinde gebelik olmaması durumudur. Bu çalışmada infertil kadın hastalarda metabolik sendrom (MetS) görülme sıklığı ve uzun dönem kronik sağlık sorunlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel ve analitik tipteki bu çalışma aile hekimliği polikliniğine kadın infertilitesi yakınması ile sağlık raporu almak için müracaat eden 701 kadının dosyaları retrospektif olarak incelenerek yapılmıştır. Dosyalardan elde edilen bilgilere göre katılımcıların ağırlık, boy, bel çevresi, kan basıncı ve laboratuar sonuçları kaydedilmiştir. Ulusal Kolesterol Eğitim Programı Erişkin Tedavi Paneli III - National Cholesterol Education Program (NCEP) Adult Treatment Panel III (ATP III) de yayınlanan kriterlere göre MetS varlığı değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Araştırmaya dahil edilen 701 infertil kadının yaş ortalaması 29,9±4,4 (20-42) yıl, %81,6’sı (n=572) ev hanımı, %56,8’i (n=398) ilköğretim ve altı eğitimli olduğu tespit edilmiştir. Hastaların %78,9’u (n=553) primer infertilite nedeniyle başvurmuştur. Çalışmamıza katılan hastalarda MetS sıklığı %19,8 bulunmuştur. Obez olanlarda MetS gelişme sıklığı obez olmayanlara göre 6,389 kat daha fazla saptanmıştır [OR=6,389, %95 CI;(4,260-9,581)], bu fark istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0.001). MetS bileşenleri içinde en sık trigliserid (TG) yüksekliği (%59,6) ve açlık kan glukozu yüksekliği (%55,0) tespit edilmiştir. Hipertansiyon (HT) tespit edilen hastaların %50,3’ünde MetS saptanmıştır. Kadınların %22,8’inde hipotiroidi ve %2,7’sinde brucella seropozitifliği tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnfertilite ile ilişkili değiştirilebilir faktörler arasında yer alan obezite, uzun vadeli sağlık sorunları, sigara ve bazı bulaşıcı hastalıkların infertilite tedavisi öncesi ekarte edilmesi gerekmektedir. Dengeli ve doğru beslenme, fiziksel aktivite, sigara ve alkol bağımlılığı ile mücadele gibi sağlıklı yaşam tarzı değişiklikleri obezite riskini azaltacak, infertilite tedavi şansını arttıracaktır.
INTRODUCTION: Infertility is a condition in which there is no pregnancy within one year despite regular sexual intercourse without any birth control method. The aim of this study was to evaluate the frequency of metabolic syndrome (MetS) in infertile female patients and chronic long term health problems.
METHODS: This cross-sectional and analytical study was carried out retrospectively from 701 women who applied to family medicine outpatient clinic to receive a medical report with the complaint of female infertility. The weight, height, waist circumference, blood pressure and laboratory results of the participants were recorded according to the information obtained from the files. MetS was diagnosed according to National Cholesterol Education Program (NCEP) Adult Treatment Panel III (ATP III) guideline.
RESULTS: The mean age of the 701 infertile women participating in the study was 29.9 ± 4.4 (20-42) years, 81.6% (n = 572) housewives and 56.8% (n = 398) was primary school and under graduated. Of the patients, 78.9% (n = 553) were admitted due to primary infertility. MetS frequency was found as 19.8% in patients who participated in this study. When we compared with obese and non-obese individuals, the risk of MetS was 6,389 times higher among the obese individuals than non obese [OR=6,389, %95 CI;(4,260-9,581)] and this difference was statistically significant (p<0.001). The most common MetS components were triglycerides (TG) elevation (59.6%) and fasting blood glucose (55.0%). MetS was detected in 50.3% of the hypertensive patients. Of the participants, 22.8% were hypothyroidism and 2.7% were found as brucella seropositivity.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Obesity, long-term health problems, smoking and some infectious diseases, which are among the replaceable factors associated with infertility, should be excluded before infertility treatment. Healthy lifestyle changes such as well-balanced and correct nutrition, physical activity, fight against smoking and alcohol addiction will reduce the risk of obesity and increase the chances of infertility treatment.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
9.
Nadir Bir Olgu: Segmental Testis Enfarktı
A Rare Case: Segmental testicular Infarct
İbrahim Karabulut, Ali Haydar Yılmaz, Mahmut Koç, Şaban Oğuz Demirdöğen
Sayfa 0
Bu çalışmada nadir rastlanan segmental enfarktın, akut skrotumun ayırıcı tanıları arasında değerlendirmesini amaçladık.
Ani skrotal ağrı nedeniyle başvuran 32 yaşındaki hastanın radyolojik değerlendirme sonucu testiste kanlanmayan kitle tespit edilmiş.Tümör markırları negatif olan hastaya parsiyel orşiektomi yapılmış.Segmental enfarkt tespit edilmiş.
Akut skrotumun klinik ve radyolojik bulgular birlikte değerlendirilerek ayırıcı tanılar arasında segmental infark da olabileceği göz önünde bulundurularak gereksiz orşiektomilerin önüne geçilmelidir. Bu tür hastalarda progresyon yoksa takip edilebileceği de akılda tutulmalıdır.
In this case report we aimed to segmental infarction which is rare cause in the differential diagnosis of acute scrotum.

32- years old patient was addmitted to our clinic with scrotal pain.In radiological examination, avascular lession was detected in left testis.The tumor markers were negative.We performed partial orcyhiectomy and pathology result showed segmental infarction of the left testis.

In the differential diagnosis of acute scrotum,clinical and radiological findings should be evaluation together, because segmental infarction also can be one of the reasons.In this way unnecessary orchiectomy may be reduced.In addition it should also be considered if clinic nonprogresive,follow up may be useful.
Makale Özeti

DAVETLI DERLEME
10.
Chronic hepatitis B treatment: current perspectives on telbivudine
Chronic hepatitis B treatment: current perspectives on telbivudine
Gian Paolo Caviglia, Chiara Rosso, Antonella Olivero, Maria Lorena Abate, Rinaldo Pellicano, Antonina Smedile
Sayfa 0
Hepatitis B virus (HBV) is the second cause of chronic viral hepatitis worldwide. Currently, there are 5 oral nucleos(t)ide analogues (NAs) approved for chronic hepatitis B (CHB) treatment and include lamivudine, adefovir, telbivudine (LtD), entecavir (ETV) and tenofovir (TDF). ETV and TDF are those with higher antiviral efficacy and lower resistance rates whereas LtD showed similar efficacy but higher risk for viral resistance in long-term monotherapy. However, LtD carries several advantages that must be considered and deserve to be discussed. Compared to other NAs, LtD showed a potential renal protective effect particularly in patients with mild renal insufficiency. Moreover, several data suggest that LtD could be safely administered in highly viremic pregnant women in order to reduce vertical transmission risk despite vaccination and HB immunoglobulin prophylaxis. In addition, reported adverse events are rare, usually transitory with patients’ recovery after treatment cessation. Finally, the lower cost and the easy availability compared to ETV and TDF make LtD a valid first-line alternative for CHB treatment in economically less developed regions.
Hepatitis B virus (HBV) is the second cause of chronic viral hepatitis worldwide. Currently, there are 5 oral nucleos(t)ide analogues (NAs) approved for chronic hepatitis B (CHB) treatment and include lamivudine, adefovir, telbivudine (LtD), entecavir (ETV) and tenofovir (TDF). ETV and TDF are those with higher antiviral efficacy and lower resistance rates whereas LtD showed similar efficacy but higher risk for viral resistance in long-term monotherapy. However, LtD carries several advantages that must be considered and deserve to be discussed. Compared to other NAs, LtD showed a potential renal protective effect particularly in patients with mild renal insufficiency. Moreover, several data suggest that LtD could be safely administered in highly viremic pregnant women in order to reduce vertical transmission risk despite vaccination and HB immunoglobulin prophylaxis. In addition, reported adverse events are rare, usually transitory with patients’ recovery after treatment cessation. Finally, the lower cost and the easy availability compared to ETV and TDF make LtD a valid first-line alternative for CHB treatment in economically less developed regions.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
11.
Hashimoto Tiroiditli adölesan Hastalarının tanısında B-Mod Gri Skala Histogramın Değeri
B-Mod Gray Scale Histogram Value in Diagnosis of Adolescent Patients with Hashimoto Thyroiditis
Bülent Çekiç, İlhan Nahit Mutlu, Ayşe Eda Parlak, Yasemin Köksel, İclal Erdem Toslak, Mesut Parlak
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Hashimato Tiroiditi( HT), Otoimmin tiroiditlerin en sık görülen tipi olup hipotiroidinin başlıca sebebidir. Tiroid ultrason incelemesi HT tanısında yardımcı bir yöntem olup kantitatif bir değer verememektedir. Bu çalışmamızın amacı HT tanılı adölesan hastalarda B-mod gri skala histogram yöntemini kullanarak tiroid parankim ekojenitesi değişikliklerini tesbit etmek ve HT tanısında predikitf değerini ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 76 HT tanılı ve 46 adölesan dönemkontrol grubuna prospektif olarak, tiroid bezinin B-mod gri scala Histogram analizi ve serbest T3, Serbest T4, TSH hormon tetkikleri, antitiroid peroksidaz (anti-TPO) ve antitiroglobülin (anti-TG) otoantikorları tetkikleri yapıldı.Gri skala histogram analizi yapmak için Tiroid ekojenite/strap kası ekojenite oranı (TESER) kullanıldı.
BULGULAR: Ortalama Tiroid ekojenite/strap kası ekojenite oranı (TESER) HT'li grupta 1.36±0.46,kontrol grubunda ise 2.24±0.59 olup istatiksel olarak anlamlı olarak daha düşüktü(p<0.01). Anti-TPO seviyeleri ile TESER arasında pearson korelasyon analizinde negatif korelasyon mevcutdu (r= -0.426, p<0.01). TESER'in HT tanısında prediktif optimal cut-off değeri <1.59 (72% sensivite, 93% spesifite) olarak bulduk.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Ultrasonografik Gri Skala Histogram yöntemi adölesan döneminde HT tanısında ve takibinde, noninvaziv kolay uygulanabilen yardımcı bir parametre olarak kullanabileceğini inanmaktayız.
INTRODUCTION: The most common type of autoimmune thyroiditis is Hashimoto Thyroiditis (HT); which is the leading cause of hypothyroidism. Although ultrasound examination aids in the diagnosis of the disease, has not a certain quantitative value. The aim of this study is to evaluate the parenchymal echogenicity alterations of the thyroid gland in adolescent patients with HT using B-mode gray scale histogram,and reveal the predictive value of this technique in the diagnosis of this entity
METHODS: A total of 76 patients with HT and 46 healthy controls were prospectively examined by gray-scale histogram analysis and Thyroid stimulating hormone (TSH), anti-thyroid peroxidase (anti-TPO) ve anti-thyroglobulin (Anti-TG).
RESULTS: The mean TESER, which was significantly lower in HT group was 1,36±0,46 and in the control group was 2,24±0,59 (p<0,01). There was a negative correlation between anti-TPO level and TESER in correlation analysis (r= -0.426, p<0,01). The optimal cut-off value of TESER for the prediction of CAT was <1,59 (72% sensitivity, 93% specificity, +LR: 11, - LR: 0,30).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Gray scale histogram method can differentiate normal and heterogenous thyroid gland parenchyma in adolescent patients with HT quantitatively. We suggest use of this auxiliary tool as an adjunct to conventional B-mode ultrasonography for the diagnosis of adolescent patients with HT and follow-up of the patients.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
12.
Kolonun meduller karsinomu; Nadir bir olgu
Colonic medullary carcinoma; A rare case
Halis Bağ, Haldun Kar, Necat Cin, Arzu Avcı, Yasin Peker, Evren Durak
Sayfa 0
Medüller karsinomlar tüm kolorektal kanserlerin % 0.1’inden azını oluşturan ve nadir saptanan tümörlerdir. Bu tümörlerin andiferansiye görünümü ve yüksek mitotik aktivitesi nedeni ile özellikle kötü diferansiye kolorektal karsinomlar ile tanı karışıklıklarına yol açabilmektedir. Andiferansiye görünümüne karşın prognozu iyi olan kolonik adenokarsinomların bir alt tipidir. Solid büyüme paterni göstermesi ve yüksek mikrosatellit instabiliteye sahip olması medüller karsinomları diğer kolorektal karsinomlardan ayıran önemli özelliklerdir. Sıklıkla sağ kolonda yerleşir, ileri yaş bayan hastalarda görülür ve lenf nodu metastaz insidansı düşük olan tümörlerdir. Bu olguda, karın ağrısı ve rektal kanama şikayeti ile başvuran, transvers kolon lokalizasyonunda 5 cm çaplı kitle lezyonu saptanan,1 rezeksiyon sonrası patoloji sonucu kolonun medüller kanseri olarak gelen hastayı sunmayı amaçladık.
Medullary carcinoma is a rare subtype of colorectal cancer consisting less than 0.1% of colorectal malignancy. This subtype can be confused with espacially poorly differantiated colorectal carcinoma due to undiferantiated complexion and high mitotic activity. Medullary carcinoma is as subtype of colonic adenocarcinoma with a better prognosis. It’s important because of expansive growth pattern and high microsatellit instability. Medullary carcinoma is often right sided more frequent in old females and has lower incidence of lymph node metastases. In our case, the patient presented with the complaints of abdominal pain and rectal bleeding due to five cm wide colonic mass located at the tranverse colon. Resection of the specimen revealed medullary colonic carcinoma.
Makale Özeti

13.
Varyant Formu Taklit Eden Sporadik Creutzfeldt-Jakob Hastalığı Olgusu
A Case of Sporadic Creutzfeldt-Jakob Disease Mimicking Variant Form
Osman Özgür Yalın, İrem Baş, Ufuk Emre, Orhan Yağız, Yüksel Erdal
Sayfa 0
Creutzfeldt-Jacob Hastalığı (CJH) hızlı progresif demansa neden olan, sporadik, kalıtsal ve varyant (edinilmiş) formları olan nadir görülen bir nörodejeneratif hastalıktır. Bu yazıda fenotipik prezentasyon ve muayene bulgularıyla varyant CJH’yi taklit eden bir olgu sunduk. 44 yaşında erkek hasta, ilerleyici nöropsikiyatrik şikayetler ve miyoklonus bulguları ile acil servisimize başvurdu. FLAIR ve difüzyon ağırlıklı manyetik rezonans görüntülemelerde, bilateral bazal gangliyon ve talamusta sinyal artışı saptandı. Beyin omurilik sıvısında 14.3.3 protein negatifti ve elektroensefalografi sporadik CJH için tipikti. Tanıya yönelik incelemeler ve takipleri sonrasında, dünya sağlık örgütü (WHO) tanı kriterlerine dayanılarak muhtemel sporadik CJH tanısı aldı. Hasta hızla kötüleşti ve tanı konulduktan iki ay sonra hayatını kaybetti. Bu yazımızda varyant CJH ve sporadik CJH'nin farklılıklarına ve tanısal ipuçlarına dikkat çektik. Bizim hastamız gibi patolojik tanıya erişilemediğinde DSÖ tanı ölçütlerini hatırlamak çok faydalı olacaktır. Varyant CJH, Türkiye'de henüz rapor edilmediği vurgulanan bir hastalıktır, teşhis ve raporlamak için hükümetin sağlık ve veterinerlik makamlarının doğrudan müdahaleleri gerekir
Creutzfeldt-Jacob Disease (CJD) is a rare neurodegenerative disease that causes rapid progressive dementia with sporadic, heritable and variant (acquired) forms. In this paper we report a case mimicking Variant CJD with phenotypic presentation and examinations. A 44-years old male, admitted to uremergency department with progressive neuropsychiatric complaints and myoclonus. Signal hyperintensity in the bilateral basal ganglia and thalamus detected on FLAIR and diffusion-weighted magnetic resonance images. 14.3.3 protein in cerebro spinal fluid was negative and electroencephalography was a typical for sporadic CJD. After diag-nostic examinations and follow-up, he was diagnosed with probable sporadic CJD based on World Health organization (WHO) diagnostic criteria. He deteriorated rapidly and died two months after diagnosis. We pointed differences and clues of variant CJD and sporadic CJD. When pathological confirmation is inaccessible like our patient, it is very helpful to remember WHO diagnostic criteria. Variant CJD is a disorder that emphasized as not reported in Turkey yet. To diagnose and report requires direct interventions of health and veterinary authorities of government.
Makale Özeti

14.
Escobar Sendromunda Anestezi Yönetimi: olgu sunumu
Anesthesic Management for Escobar Syndrome: A Case Report
Faruk Çiçekci
Sayfa 0
Escobar sendromu, ortopedik ve solunum bozukluklarını içeren genetik bir hastalıktır. Bu sendromlu hastalar, çeşitli hava yolu zorlukları ve maling hipertermi nedenleriyle anestezi yönetiminin karakteristik özelliklerini taşırlar. Bu olguda, alt ekstremitede çeşitli ortopedik operasyonlar geçirecek 4 aylık bir çocuğun I-Gel ile anestezi yönetimini sunduk.
Escobar syndrome is a genetic disorder that causes orthopedic and respiratory malformations. Patients with Escobar syndrome are important by anesthesia management due to various airway difficulties and the presence of malingnant hyperthermia. In this case, we administered with I-Gel the anesthesia management of a 4-month-old child undergoing various orthopedic operations in her lower extremity.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
15.
Spinal Anestezide Hangi Yaklaşım Tercih Edilmeli; Median mı Paramedian mı? Erken ve Geç Komplikasyonların Karşılaştırılması
Which Approach is Preferred in Spinal Anesthesia; Median or Paramedian? Comparison of Early and Late Complications
Serpil Bayındır, Sibel Özcan, Fatma Koçyiğit, Onur Hanbeyoğlu
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Kısa süreli cerrahilerde sıklıkla tercih edilen yöntemlerden biri olan spinal anestezi uygulamasındaki yan etkiler teknik ile değişiklik gösterebilmektedir. Bu çalışmada median ve paramedian spinal anestezi tekniklerinin erken ve geç komplikasyonlarını karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Spinal anestezi altında kısa süreli genel cerrahi uygulanan American Society of Anesthesiologists (ASA) I-II-III grubuna dahil 80 hasta Grup M (Median) ve Grup P (Paramedian) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri, ASA skoru, spinal anestezi uygulama sayısı, toplam cerrahi süre, hastaneden taburcu olma süreleri, kalp atım hızı, ortalama arterial basınç ve oluşan erken komplikasyonlar hasta dosyalarından kaydedildi. Geç komplikasyonlar hasta dosyalarından alınan telefon numaraları ile iletişim kurularak öğrenildi.
BULGULAR: Grup P’de anestezi uygulama sayısı Grup M’ye göre daha uzun olup istatistiksel olarak anlamlı olduğu tespit edildi (p<0.05). Erken komplikasyon 52, geç komplikasyon 23 tane görüldü. En çok görülen erken komplikasyon ( % 21) hipotansiyon en çok görülen geç komplikasyon ise (%8.7) postspinal baş ağrısı olup, gruplar arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kısa süreli cerrahi vakalarda her iki teknik yaklaşım ile uygulanan spinal anestezi komplikasyonları ve taburculuk açısından belirgin bir farklılık tespit edilmedi. Bazı çalışmalardaki sonuçlarla korele olarak postspinal baş ağrısına rasyonel olarak paramedian grupta bir yatkınlık olduğu görülsede çalışmamızda istatistiksel olarak bir farklılık tespit edilemedi.
INTRODUCTION: Spinal anesthesia is one of the often method preferred in short-continuance surgery which side effects varies with techniques. We aimed to compare the early and late complications of median and paramedian techniques in spinal anesthesia.
METHODS: Eighty American Society of Anesthesiologists (ASA) I–II-III patients were allocated into two groups: Group M (Median) and Group P (Paramedian). Demographic data of the patients, ASA score, number of spinal anesthesia application, total surgery time, discharging time from hospital, heart rate, mean arterial blood pressure, early complications were recorded from the patients files. Late complications were found by contacting the patient’s telephone numbers which were obtained from the files.
RESULTS: Performing number of spinal anesthesia and duration of anesthesia at Group P was longer than Group M and the difference was significant statistically (p <0.05). 52 early complications and 23 late complications were observed. The common early complication (% 21) was hypotension,and late complication (%8.7) was post-spinal headache (Group P 6, Group M 1), there wasn’t difference between the groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was no significant difference in complications of spinal anesthesia applied with both technical approaches and discharge in short-continuance surgical cases.There was no statistically significant difference in our study although we observed a tendency with postspinal headache in the paramedian group to correlate some studies.
Makale Özeti

16.
Hemanjiom Tedavisinde Oral Propranolol Kullanımı Sonuçlarımız: Güncelleme
Oral Propranolol Administration in Treatment of Hemangiomas: An Update
Rahşan Özcan, Sevil Aktemur, Şenol Emre, İbrahim Adaletli, Ergun Erdoğan, Gonca Topuzlu Tekant
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: İnfantil hemanjiom olgularında kullanılan oral propranolol tedavisi sonuçlarının ve etkinliğinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2009-2015 yıllarında propranolol tedavisi alan olguların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Olgular yaş, cins, lezyon lokalizasyonu, propranolol kullanım endikasyonu, tedaviye başlama yaşı, komplikasyonlar, yan etkiler ve tedavi sonuçlarına göre değerlendirildi.
BULGULAR: Otuz olgunun(K: 22,E: 8) yaş ortalaması 13.6 ay(2 ay-10 yaş) idi. Propranolol kullanım endikasyonları; yaşam tehdidi, lokal komplikasyon yada kötü kozmetik görünümdü. Tedaviye başlama yaşı olguların 10’unda(%33) 0-6 ay, 17’sinde(%57) 6-12 ay, 3’ünde(%10) 1 yaş ve üstü olarak saptandı. Tedavi değerlendirilmesinde olguların 14’ünde(%46,7) tam yanıt, 11’inde(%36,7) kısmi yanıt saptandı. Beşi(%16,7) tedavisiye yanıtsızdı.
Tedaviye yanıtsız 5 olguda propranolol 6,4 ay(2-9 ay) kullanıldı. Bu olgulara tekrar yapılan radyolojik ve klinik değerlendirmede 2 olgunun lenfanjiom ile uyumlu olduğu izlendi ve 1’ine bleomisin enjeksiyonu yapıldı, diğeri takip edilmektedir. Geri kalan 3 olgunun birine dış merkezde cerrahi eksizyon yapıldı. Birine alkol enjeksiyonu uygulandı. 1 olgu takip edilmektedir.
Tedavi yanıtları ve ilaç kullanım süreleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Tedaviye başlama yaşı ile yanıt arasında anlamlı fark saptanmadı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemanjiom tedavisinde propranolol kullanımı güvenilir ve etkili bir yöntemdir. İlk tedavi seçeneği olarak kullanılabileceği gibi nüks olgularda da kullanılabilir. Tedaviye yanıtsız olgularda mutlaka tekrar radyolojik değerlendirme yapılmalıdır. Tedavi süresi ilaca yanıtı değiştirmektedir.
INTRODUCTION: To evaluate the results and the efficacy of oral propranolol treatment in infantile hemangioma patients.
METHODS: The records of the patients, who recieved oral propranolol treatment in our clinic between 2009 and 2015, were retrospectively investigated. The patients were evaluated according to age, gender, lesion localization, propranolol indication, age at the beginning of treatment, complications, side effects and treatment outcome.
RESULTS: The mean age of the 30 enrolled patients (F: 22; M: 8) was 13.6 months (2 months – 10 years). The indications for propranolol use were hemangiomas, which presented with a life-threatening condition, local complication or unpleasant cosmetic appearance. Treatment was started in 10 patients (33%) at the age of 0-6 months, in 17 patients (57%) at the age of 6-12 months and in 3 patients (10%) over one year of age. Fourteen (46.7%) patients had a full response to treatment, while 11 (36.7%) had a partial response. Five (16.7%) patients did not respond to the treatment.
The mean duration of propranolol use in non-responders (n=5) was 6.4 months (2-9 months).
There was a statistically significant difference between the treatment response and the duration of propanolo use. There was no significant difference between the age at the beginning of the treatment and the response to the treatment.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Propranolol treatment is a safe and effective method for the management of infantile hemangioma. It may be administered as the first-line treatment as well as in the relapsing patients.
Makale Özeti