Cilt: 13  Sayı: 3 - 2012
Özetleri Gizle | << Geri
DAVETLI DERLEME
1.
İnsülin dırenci
Insulin resistance
Esma Güldal Altunoğlu
doi: 10.5505/1304.8503.2012.78941  Sayfa 0
İnsülin direnci eksojen ya da endojen insüline karşı bozulmuş biyolojik yanıt olarak tanımlanır. Bu tanımlama insulinin organizmada ki birçok etkilerini de kapsar.
İnsülin normal büyüme ve gelişme, normal glukoz, yağ ve protein metabolizması için temel oluşturur. İnsülin reseptörlerinin aktivasyonu sonucu hücre içi olayların değerlendirilmesi ve insülin sinyal ileti yolağının anlaşılması tip 2 diyabet ve metabolik sendromla birlikte olan insülin direncinin patofizyolojisinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Tip 2 diyabetin patogenezinde insülin direncinin önemli yeri vardır. İnsülin direncinin yaygın ateroskleroz ve endotel disfonksiyonu ile birlikteliği gösterilmiştir. Diyabetik olgularda gözlenen kardiyovasküler komplikasyonların gelişiminde insülin direncinin önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Bu nedenle, insülin direncinin gösterilmesi tip 2 diyabet ve/veya kardiyovasküler hastalık riskinin yüksek olduğu olguları tanımlamak açısından klinik önem taşır.
Insulin resistance can be broadly defined as a subnormal biological response to endogen or exogen insulin. This definition may pertain to many biological actions of insulin in many tissues of the body. Insulin is essential for normal growth and development; and for normal homeostasis of glucose, fat and protein metabolism. Understanding the signaling patways involved in insülin action could lead to a beter understanding of the pathophysiology of insulin resistance associated with type 2 diabetes and metabolic syndrome, and the development of cardiovascular diseases. Insulin resistance has an important role in the pathogenesis of the type 2 diabetes. Insulin resistance has been shown to be associated with prevalent atherosclerosis and endothelial dysfunction. Thus the recognition of insulin resistance seems to have clinical relevance in identifying subjects at high risk for type 2 diabetes and/ or cardiovascular disease.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Obez ve nonobez diyabetiklerde adiponektin düzeylerinin karşılaştırılması ve metabolik parametrelerle ilişkisi
Comparison of adiponectin values in obese and nonobese diabetics and relationship with metabolic parameters
Fusun Erdenen, Yasin Kocaöz, Sabiha Civelek, Hafize Uzun, Feray Akbaş, Esma Altunoğlu
doi: 10.5505/1304.8503.2012.99608  Sayfalar 105 - 111
AMAÇ: Yağ dokusu enerji depolayan ve ad,iponektin secrete eden aktif bir endokrin organ olarak çalışır. Adiponektin düzeylerinin obezite ve metabolik sendromda azaldığı farkedilmiştir. Bu çalışmanın amacı obez ve nonobez Tip-2 diyabetli hastalarda adiponektin düzeylerinin ölçülmesi ve bunun diğer metabolik parametrelerle ilişkisinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEMLER: Çalışmaya Hastanemiz Diyabet ve Endokrinoloji Polikliniklerine başvuran 46 obez, 38 nonobez hasta dahil edilmiştir. Antropometrik ve metabolik değişkenleri adiponektin düzeyleri ile karşılaştırılmıştır. Hastaların açlık kan şekeri, tokluk kan şekeri, üre, kreatinin, total protein, albumin, total kolesterol, LDL-kolesterol, HDL-kolesterol, trigliserid, HbA1c değerleri spektrofotometrik metodla ölçüldü. İnsülin düzeyleri elektrokemiluminesans, adiponektin ise Sandwich-ELISA yöntemi ile ölçüldü.
BULGULAR: Çalışmamızda obez Tip-2 diyabetiklerin nonobezlere göre daha düşük adiponektin düzeylerine sahip olduğu görüldü (p=0.0001). Adiponektin düzeyleri düştükçe insulin rezistansının ve bel çevresinin arttığı saptandı. Bu iki ölçütün adiponektin düzeyini tayin eden ana parametre olduğu gözlendi.
SONUÇ: İnsülin duyarlılığını arttıran, antiaterojenik ve antiinflamatuar özellikleri olan adiponektin obez diyabetiklerde nonobezlere kıyasla düşüktür ve bu durum ateroskleroz riskini arttıran bir faktör olabilir.
OBJECTIVE: Adipose tissue stores energy and acts as an active endocrine organ that secretes adiponectin. It is noted that adiponectin level is decreased in obesity and metabolic syndrome. The aim of this study was to measure the adiponectin levels of obese and nonobese patients previously diagnosed with type 2 diabetes and to evaluate the relationship of adiponectin with other metabolic parameters.
METHODS: The study included 46 obese and 38 nonobese diabetic patients who were admitted to Diabetes and Endocrinology Clinics of our hospital. Their anthropomorphic and metabolic parameters were measured and were compared to the adiponectin levels. Fasting blood glucose, post-prandial blood glucose, urea, creatinine, total protein, albumin, total cholesterol, low-density lipoprotein, high-density lipoprotein, triglyceride and HbA1c levels were measured spectrophotometrically. Insulin levels were measured through electrochemiluminescence. Adiponectin was measured by sandwich ELISA technique.
RESULTS: Our study revealed that obese type 2 diabetic patients showed lower adiponectin levels in comparison to nonobese ones (p=0.0001). It was shown that the insulin resistance and waist circumference increased while adiponectin levels decreased. It was found that these were the two key parameters determining adiponectin levels.
CONCLUSION: We conclude that adiponectin which increases insulin sensitivity and is known to have anti-inflammatory and anti-atherogenic properties, was found to be lower in obese diabetics as compared to nonobese diabetics and this can be a factor increasing the risk of atherosclerosis.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
Erişkinlerde Boğaz Ağrısı Nedeniyle Başvuran Hastalarda Hızlı Streptokok Antijen Testinin Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Evaluation Of Rapid Streptococcus Test In Adult Patients Presenting With Sore Throat
Ahmet Cem Yardımcı, Muzaffer Fincancı, Betül Börkü Uysal, Füsun Erdenen, Nihal Seden Tekke, Özgür Yiğit
doi: 10.5505/1304.8503.2012.34976  Sayfalar 112 - 114
AMAÇ: Boğaz ağrısı nedeniyle ilk basamak hekimlere başvuran hastalara çoğu zaman tonsillofarenjit tanısıyla antibiyotik başlanmaktadır. Erişkinlerde tonsillofarenjtin en sık bakteriyel etkeni Grup A beta hemolitik streptokoklar (GABHS) olmasına karşın bu oran % 5-15 arasında değişmektedir. Buna karşın boğaz ağrısı ile başvuran hastaların % 78-98’ ine antibiyotik başlanmaktadır. Boğaz kültürü tanıda altın standart olmasına karşın 24-48 saat içinde sonuçlanması nedeniyle hızlı yöntemler geliştirilmiştir. Bu çalışmada boğaz ağrısı olan erişkin hastalarda hızlı streptokok antijen testinin sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEMLER: Boğaz ağrısı olan 18 yaş ve üzeri hastalarda hızlı antijen testi ve boğaz kültürü için boğaz sürüntü örnekleri alındı.143 hastaya hızlı antijen testi (MK BIO Strep A Test Device) çalışılarak boğaz kültürü sonuçlarıyla karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların 128 (%89,5)’inde boğaz kültüründe GABHS üreme olmazken, 15 (%10,5)’ inde üreme oldu. Boğaz kültüründe üreme olmayan 128 hastanın 125 (% 97.6)’ inde hızlı antijen testi negatif bulundu. Boğaz kültüründe üreme olanların hepsinde hızlı antijen testi pozitifken, üç (% 2.5) hastada üreme olmadığı halde hızlı antijen testi pozitif sonuç verdi.
SONUÇ: Bulgularımız diğer çalışmalarla benzerdi. Bu çalışmanın sonuçları boğaz ağrısı olan erişkinlerde hızlı antijen testinin kullanımının faydası olabileceğini göstermiştir.
OBJECTIVE: Patients who present with sore throat are usually treated with antibiotics. Although the most frequent bacterial cause of suppurative tonsillitis is Group A Beta Hemolytic Streptococcus (GABHS), only 5-15% of the total cases of tonsillitis are caused by this microorganism. Throat swab culture is the gold standard for diagnosis, but the results are obtained in 24-48 hours, therefore faster techniques have been developed. The aim of this study was to evaluate the results of rapid streptococcus tests in adult patients with sore throat.
METHODS: Rapid streptococcus tests (MK Bio Strep A Test Device) and definitive throat cultures (5% blood sheep agar-Oxoid) were performed by using throat swabs from 143 patients 18 year-old and over. The results of the rapid streptococcus tests were compared with those of the throat cultures.
RESULTS: GABHS was recovered from 15 patients (10.5%). One hundred twenty eight
patients (89.5%) had no GABHS in their throat cultures and 125 of them (97.6%) had negative rapid streptococcus test The rapid streptococcus test results were positive in all of the patients with positive culture. In three patients (2.5%) whose throat cultures were negative for GABHS, the results of the rapid streptococcus tests were positive.
CONCLUSION: Our results showed that using rapid streptococcus test in patients presenting with
sore throat could be useful for diagnosing GABHS infection and avoiding unnecessary
antibiotic therapy
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Tip 2 Diabetes Mellitus’lu Hastalarda Diyabet Süresi ve HbAıc Düzeyleri ile Depresyon, Anksiyete ve Yeti Yitimi Arasındaki İlişki
The Relationship of Depression, Anxiety and Disability with HbA1c and the Duration of Diabetes in Patients with Type 2 Diabetes Mellitus
Esma Güldal Altunoğlu, Zeynep Sarı, Füsun Erdenen, Cüneyt Müderrisoğlu, Ender Ülgen, Mustafa Sarı
doi: 10.5505/1304.8503.2012.29200  Sayfalar 115 - 119
AMAÇ: Kan şekeri düzeyi beyni ve ruhsal işlevleri etkilediği gibi duygusal değişimler de kan şekerini etkilemektedir. Tıbbi tedaviye rağmen kan şekeri düzelmeyen olgularda stres ve kaygı önemli bir etmendir. Biz de çalışmamızda Tip 2 diyabetli hastalarda diyabet süresi ve kontrolü ile depresyon, anksiyete ve yeti yitimi arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Çalışmamıza diyabet süresi <5 yıl, HbAıc <%8 olan 50 hasta (grup 1) ile diyabet süresi >10 yıl, HbAıc ≥ %8 olan 52 hasta (grup 2) alındı. Hastalara hastane anksiyete ve depresyon ölçeği (HAD) ve kısa yeti yitimi anketi (KYA) uygulandı.
BULGULAR: Grup 1' deki hastaların %24' ü (n: 12), grup 2' deki hastaların %50' sinde (n: 26) depresyon vardı (p=0,007). Grup 1' in %18' inde (n: 9), grup 2' nin %32.7' sinde (n: 17) anksiyete mevcuttu. KYA göre ise grup 2 deki hastalar grup 1 hastalarına göre dizabilite derecesinden bağımsız olarak daha yüksek yeti yitimi skorlarına sahipti (p<0,001). KYA bulunmayanların oranı grup 1'de %58 (n: 29), grup 2' de %23.l (n: 12) ( p<0,001 ) olarak saptandı. Komplikasyonu olanlarda HAD-D 7.6±4.1, olmayanlarda 5.1±4.7 (p<0,01); HAD-A komplikasyonlularda 7.8±4.8 olmayanlarda 5.8±4.5 (p<0,31); KYA komplikasyonlularda 9.1±5.5 komplikasyonsuzlarda 5.2±4 (p<0,01) bulundu. Kadın hastalar erkeklere göre HAD-D, HAD-A, KYA için daha fazla risk altında idiler (p<0,01).
SONUÇ: Diyabetik hastaların bütüncül olarak ele alınması, fiziksel sağaltım yanında hastaların ruhsal ve psikososyal tablolarının da takip edilmesi ve gereğinde desteklenmesi gerektiği kanaatindeyiz.
OBJECTIVE: Blood sugar influences mental function and alterations in mood affect glycemia. Stress and anxiety may contribute to regulation of blood sugar. We aimed to see the relationship between the control and the duration of diabetes and depression, anxiety and disability.
METHODS: 50 patients with HbA1c<8 % with <5 years’ of diabetes (group 1) and 52 patients with HbA1c ≥ 8% and the duration of diabetes > 10 years ( group 2) were investigated. We performed Hospital Anxiety Depression Scale (HAD) and Brief Disability Questinare (BDQ)
RESULTS: 24% of patients (n: 12) in group 1 and 50% (n: 26) of patients in group 2 had depression (p=0.007). 18% (n: 9) in group 1 and 32.7% (n: 17) in group 2 had anxiety. According to disability scores group 2 patients revealed higher disability scores than patients in group 1 regardless of the degree of disability (p<0,001). The ratio of patients without disability was 58 % (n: 29) in group 1 and 23.l % (n: 12) in group 2 ( p<0,001 ). HAD-D was 7.6±4.1 in patients with complications, and 5.1±4.7 in patients without complications (p<0,01). HAD-A was not different between groups. KYA was 9.1±5.5 in patients with complications and 5.2±4 in patients without complications (p<0,01). Female had higher risk with regard to HAD-D, HAD-A and KYA (p<0.01). Depression rates and YKA corelated with the duration of diabetes (p<0,05).
CONCLUSION: Diabetic patients should be followed up not only physically. Social and physicological support should be supplied when needed.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Kronik süpüratif otitis mediada alerjik rinit varlığı kemik iletim işitme eşiklerini etkiler mi?
Does the presence of allergic rhinitis effect bone conduction hearing thresholds in chronic suppurative otitis media?
Meltem Akpınar, Özgür Yiğit, Nilgün Sürmen, Nihal Seden
doi: 10.5505/1304.8503.2012.29491  Sayfalar 120 - 124
AMAÇ: Alerjik rinitin kronik otitis media hastalarında kemik iletim ve yüksek frekans işitme eşiklerine etkisinin araştırılması.
YÖNTEMLER: Kronik süpüratif otitis media tanısı ile ameliyat programına alınan ve aynı zamanda alerjik rinit saptanan 16-50 yaş arasında 21 hasta çalışmaya dahil edildi. Aynı yaş aralığında kronik otitis media tanısıyla ameliyat programında olan ve alerjik rinit saptanmayan 20 hasta kontrol grubunu oluşturdu. İki hasta grubu arasında cinsiyet ve yaş dağılımının uyumlu olmasına dikkat edildi. Bütün hastalarda konuşma frekanslarında (500Hz, 1000Hz ve 2000Hz) ve 4000Hz kemik iletim ortalama eşikleri belirlenerek karşı(normal) kulağın eşikleri bu değerlerden çıkarıldı. Yüksek frekans işitme eşikleri (8kHz, 10kHz, 12.5kHz ve 16kHz) ölçüldü. Normalite dağlımı Saphiro-Wilk testi ile kontrol edildi. Normalite dağılımını sağlayan değişkenlerde student-test, sağlamayanlarda ise Kruskal Wallis testi kullanılarak iki grubun düzeltilmiş kemik işitme eşikleri arasındaki istatistiksel farklar her frekans için ayrı ayrı incelendi. Pearson korelasyon analizi ile değişkenler arasındaki korelasyon değerlendirildi. Oluşturulan lojistik regresyon analiz modelleri ile alerji, yaş ve hastalık süresinin ortalama kemik yolu iletim (500Hz, 1000Hz ve 2000Hz) ve 4000Hz eşiklerindeki etkisi belirlendi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların 18’i erkek, 23’ü kadındı, yaş ortalaması 34.14±10.54 idi. Alerjik rinitli hastaların dokuzunda akarlar (D. Pteronyssinus ve D.Farinea), altısında polenler (çimen karışımı, ağaç karışımı), üçünde hem akar hem polenler, birinde mantarlar, ikisinde hayvan tüyleri alerjen olarak saptandı. Yaş ve otitis media öykü süresi açısından iki grup arasında anlamlı fark bulunmadı (p=0.53, p=0.91). Konuşma frekansı kemik yolu iletim eşik ortalamaları (500Hz, 1000Hz ve 2000Hz), 4000Hz kemik iletim ve yüksek frekans işitme eşikleri karşılaştırıldığında iki grup arasında anlamlı istatistiksel fark saptanmadı (p=0.29, p=0.95, p=0.48, p=0.36 p=0.69).
SONUÇ: Kemik iletim eşiklerinin yükselmesi iç kulağı etkileyen değişik mekanizmalar ve faktörler sonucudur. Bu çalışmada eş zamanlı kronik süpüratif otitis media ve alerjik rinit varlığının konuşma frekanslarında kemik iletim eşiklerini ve yüksek frekans işitme eşiklerini dolayısıyla koklear fonksiyonu etkilemediği saptanmıştır.
OBJECTIVE: To determine the impact of allergic rhinitis on bone conduction and high frequency hearing thresholds in chronic suppurative otitis media.
METHODS: Twenty-one patients scheduled for middle ear surgery with the diagnosis of chronic otitis media and simultaneous allergic rhinitis were included to the study. The age and gender matched 20 patients with no history and diagnosis of allergic rhinitis constituted the control group. The average of bone conduction thresholds in speech frequencies(500Hz,1000Hz and 2000Hz) and 4000Hz were calculated. The thresholds of contralateral healthy ear were substracted form the diseased ear to achieve corrected values. Bilateral high frequency hearing thresholds(8kHz,10kHz,12.5kHz ve 16kHz) were determined and corrected through the same method. The corrected bone conduction and high frequency hearing thresholds were compared statistically between two groups. The interaction of parameters were evaluated through the Pearson correlation. The effect of allergy, age and duration of disease on average(500Hz, 1000Hz and 2000Hz) and 4000Hz bone conduction thresholds were assessed through regression analysis.
RESULTS: The eighteen male and 23 female subjects were enrolled to the study(the mean age 34.14±10.54years). In the allergic rhinitis group the skin prick test positivity was detected for mites (D.Pteronyssinus ve D.Farinea) in 10, polen (grass-mix, tree-mix) in 6, simultaneous mite, polen in 5, molds in 2 and animal feather in 2 patients. The age and duration of otitis media was not significantly different among two groups(p=0.53,p=0.91). The average of bone conduction hearing thresholds at speech frequencies(500Hz,1000Hz ve 2000Hz), 4000Hz and high frequencies were statistically higher in patient group with allergic rhinitis compared to nonallergic group(p=0.29,p=0.95,p=0.48,p=0.36,p=0.69).


CONCLUSION: The increase in bone conduction thresholds is the consequence of the various mechanisms effecting the inner ear. In this study, the presence of simultaneous allergic rhinitis seems not to effect the bone hearing and high frequency thresholds in chronic otitis media patients.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Parotis kitlelerine klinik yaklaşım: 5 yıllık deneyim
The Clinical Management of the Parotid Masses: A Five Year Study
Suat Bilici, Meltem Esen Akpınar, Özgür Yiğit, Zehra Dönmez
doi: 10.5505/1304.8503.2012.27146  Sayfalar 125 - 132
AMAÇ: Amacımız parotis bezinde yerleşmiş benign ve malign lezyonlarda diagnostik yöntemleri ve tedavi metodlarını,radyolojik görüntüleme ve ince iğne aspirasyon biopsisinin(İİAB) lezyonun histopatolojik tanısını desteklemede ve yapılacak cerrahinin şeklini belirlemekteki rolünü ve fonksiyonel sonuçları analiz etmekti.
YÖNTEMLER: Ekim 2005 ile Aralık 2010 tarihleri arasında kliniğimizde yapılan 79 parotidektomi retrospektif olarak tarandı. Yaş,cinsiyet,klinik bulgular,İİAB sitolojisi,radyolojik değerlendirme,cerrahi metotlar,histopatolojik değerlendirme ve komplikasyonlar kaydedildi.
BULGULAR: 79 hastanın lezyon dağılımı 59 benign (%75),19 malign(%24) ve 1 inflamatuar (%1)dı.En yaygın benign tümör pleomorfik adenom (%69),en yaygın malign tümör asinik hücreli karsinom (%15.8) du.Malign tümörlü hastaların ortalama yaşı benign tümörlü hastaların yaşına göre anlamlı olarak yüksekti.İİAB nin doğruluk oranı malign tümörler için %90.63,benign tümörler için %76.56 idi.Yüzeyel lobta yerleşik 37 pleomorfik adenom ve 13 Warthin tümörüne superfisiyal parotidektomi yapılırken,derin lobta yerleşmiş 12 malign ve 5 benign tümör total parotidektomi ile çıkarılmıştır.Serimizde en yaygın komplikasyon fasiyal paraliziydi (%5).
SONUÇ: İİAB sitolojisinin malign benign ayırımındaki belirgin ayırıcılığına rağmen, parotis gland lezyonlarının tanısı radyolojik ve klinik verilerin İİAB verilerini tamamlaması ile konur.Ultrasonografi ucuz maliyeti ve radyasyon riskinin olmaması ile yüzeyel lob lezyonlarında rutin olarak kullanılır.Bilgisayarlı Tomografi ve Manyetik Rezonans Görüntüleme malign ve bazı seçici benign lezyonlarda tercih edilir.Cerrahi tercihimiz süperfisiyal lob benign tümörlerde superfisiyal parotidektomi iken derin lob benign tümörlerde ve ileri evre malign tümörlerde total parotidektomidir.
OBJECTIVE: Our objective was to analyze the diagnostic measures and management methods for benign and malignant lesions localized in the parotid gland and to assess the role of radiological imaging, fine-needle aspiration biopsy (FNAB), the type and extent of surgery in respect to histopathology of the lesion and subsequent functional results
METHODS: The data of 79 parotidectomies performed in our clinic between October 2005 and December 2010 were retrospectively reviewed. Age, gender, clinical findings, FNAB cytology, radiological evaluation, surgical methods, histopathological evaluation, and complications were recorded.


RESULTS: The distribution of the lesions found on the 79 patients was as follows: 59 benign (75 %), 19 malignant (24 %), and one inflammatory (1 %). The most common benign tumor was pleomorphic adenoma (69 %), the most common malignant tumor was acinic cell carcinoma (15.8 %). The mean age of patients with malignant tumor was significantly higher than the mean age of patients with benign tumors. The accuracy rate of FNAB was 90.63 % for malignant tumors and 76.56 % for benign tumors. The 37 pleomorphic adenomas localized in the superficial lobe and the 13 Warthin’s tumors were managed with superficial parotidectomy, whereas the 12 malignant and 5 benign tumors localized in the deep lobe were removed with total parotidectomy. The most common complication in our series was facial paralysis (5%).
CONCLUSION: Despite the significant contribution of FNAB cytology particularly in malignant-benign differentiation, the diagnosis of parotid gland lesions should include either clinical and radiological data as complementary to FNAB cytology data. Ultrasonography, owing to the low cost and no risk of radiation exposure characteristics, may be used routinely for locating superficial lobe masses. CT and MRI may be reserved for malignant and selected benign cases. Our surgical preference was superficial parotidectomy in superficial benign parotid masses whereas total parotidectomy in deep-lobe benign tumors and advanced-stage malignant tumors
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
İatrojenik Pnömotorakslar: 27 Olgunun Analizi
Iatrogenic Pneumothoraces: Analysis of 27 Cases
Türkan Dübüş, Özlem Uzman, Dilay Demiryontar, Rukkiye Kiraz, Şule Vatansever
doi: 10.5505/1304.8503.2012.86547  Sayfalar 133 - 136
AMAÇ: Çalışmamızda hastanemizde uygulanan çeşitli invaziv girişimler sonrası meydana gelen iatrojenik pnömotoraksların etyolojileri araştırıldı.
YÖNTEMLER: Eylül 2006- Aralık 2011 tarihleri arasında hastanemizin farklı bölümlerinde yatan ve iatrojenik pnömotoraks gelişen 27 olgu geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Olguların 11’i kadın, 16’sı erkek, yaş ortalamaları 44 (19-74) idi. En sık iatrojenik pnömotoraks nedeni santral venöz kateter uygulaması (n: 8) % 29.6 idi. İkinci en sık neden torasentez (n: 6) %22.2, üçüncü en sık neden ise transtorasik ince iğne aspirasyon biyopsisi (n.5) %18.5 idi. Tedavi yöntemi 8 olguda nazal oksijen ile gözlem (pnömotoraks derecesi %20’nin altında), 6 olguda basit aspirasyon, 12 olguda toraks tüpü, 1 olguda cerrahi tedavi (hava kaçağı >7 gün) idi.
SONUÇ: İatrojenik pnömotoraks, fark edildiğinde tedavisi mümkün olan ciddi bir komplikasyondur. Uygun teknik ve tecrübe, iatrojenik pnömotoraks riskini azaltacağı kanaatindeyiz.
OBJECTIVE: We investigated the etiologies of Iatrogenic Pneumothoraces that may occur after various invasive procedures performed at our hospital.
METHODS: Charts of 27 patients were retrospectively reviewed from September 2006- December 2011.
RESULTS: 11 patients were female, 16 male, mean age 44 (19-74). The most common cause of iatrogenic pneumothorax was central venous catheter insertion (n: 8) 29.6%. The second most cause was thoracentesis (n: 6) 22.2%, the third most common cause was transthoracic needle aspiration biopsy (n: 5) 18.5%. Treatment choices for these cases were as follows, observation with nasal oxygen for 8 (pneumothorax degree below 20%), simple aspiration for 6, chest tube application for 12, surgery for 1 patients (air leakage> 7 days). There was no mortality.
CONCLUSION: Iatrogenic pneumothorax is a serious complication which may be treatable if it is noticed. Proper technique and experience, we believe reduces the risk of iatrogenic pneumothorax.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
8.
Erişkin Başlangıçlı Erüptif Siringom
Adult Onset Eruptive Syringoma
Nurdan Seda Kutlu Haytoğlu, Şilan Kartal, Ümmühan Kiremitçi, Mehmet Salih Gürel, Esra Paşaoğlu
doi: 10.5505/1304.8503.2012.66375  Sayfalar 141 - 144
Siringomalar kadınlarda daha sık görülen yaygın, selim ekrin ter bezi tümörleridir. Klinik olarak; genellikle periorbital bölgede dağılım gösteren küçük, deri renginden sarımsı renge varan, sıkı kıvamlı asemptomatik papüller olarak belirirler. Erüptif siringom, genellikle gençlerde görülen, gövde ön yüzde çok sayıda ardışık lezyonlardan oluşan nadir bir varyantıdır.
38 yaşında sağlıklı, beyaz erkek hasta, 6 yıldır devam eden papüler erüpsiyonlar nedeniyle başvurdu. Lezyonlar abdomende birkaç adet bronz renkli papüller olarak başlamış ve tüm gövdeye yayılarak, son zamanlarda hafifçe kaşıntılı bir hal almıştı. Fizik muayenesinde; göğüs, abdomen ve aksillada çok sayıda kızıl kahverengi, düz yüzeyli 1-3mm çaplarında papüller vardı. Benzer birkaç adet lezyon periorbital bölgesinde de bulunmakta idi.
Yapılan biyopside; fibröz stromaya gömülmüş eozinofilik sitoplazmalı küboidal hücrelerden oluşan çok sayıda küçük duktuslar ve 'iribaş' görüntüsü oluşturan epitelyal hücre kordonları ile dolmuş bir dermisin üzerinde normal epidermis tespit edildi. Bu klinik ve histopatolojik bulgular doğrultusunda lezyonlar erüptif siringoma olarak değerlendirildi.
Periorbital bölgede yerleşim gösteren siringomlar klinik olarak tanınabilirken; erüptif formu ilk değerlendirmede ayırıcı tanılar arasında kolaylıkla düşünülememektedir. Bu nadir antite de erüptif papüler dermatozların ayırıcı tanısında düşünülmelidir.
Syringomas are common, benign eccrine sweat gland tumors, more frequently seen in women. Clinically, they appear as asymptomatic small firm papules skin colored to yellowish dermal papules often scattered in the periorbital area. Eruptive syringoma is a rare variant, which has been described to occur in successive crops on the anterior body surface, usually in young persons.
A 38-year-old, healthy, white male presented with a 6-year history of papular eruptions. The lesions began as a few tan-colored papules on the abdomen and spread to all the trunk and recently became mildly pruritic. Physical examination revealed multiple reddish brown-colored, flat-topped papules 1-3 mm in diameter on the anterior chest, abdomen and axillae. Also a few similar lesions were seen in the periorbital region.
The biopsy specimen demostrated a normal epidermis overlying a dermis that was filled with many small ducts of cuboidal cells with eosinophilic cytoplasm, along with cords of epithelial cells embedded in a fibrous stroma creating a ‘tadpole’ appearence. The lesions were diagnosed as eruptive syringoma with clinical and histopathological findings. While the localized form in the periorbital area can be clinically diagnosed, the eruptive form may not be easily considered in the differential diagnosis at the first visit, This rare entity should also be considered in the differential diagnosis of eruptive papular dermatosis.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Nadir Bir Asit Nedeni: Galaktozemi
A Rare Cause Of Acid: Galactosemia
Seda Geylani Güleç, Nafiye Urgancı, Kübra Yüksek, Nurver Akıncı, Nihal Hatipoğlu
doi: 10.5505/1304.8503.2012.38257  Sayfalar 145 - 148
Giriş: Galaktozemi, galaktoz metabolizmasının otozomal resesif bir hastalığıdır. Klasik galaktozemi, galaktoz-1-fosfat üridil transferaz (GALT) genindeki homozigot ya da heterozigot mutasyon sonucunda galaktoz metabolitlerinin toksik birikimi ile oluşur. Galaktoz ve metabolitleri karaciğer, beyin, lens ve böbrekler için oldukça toksiktir. En sık klinik bulguları sarılık, kusma ve hepatomegalidir. Bununla birlikte nadiren bazı olgularda karın şişliği ve assit erken belirti olarak görülebilir. Asit nedeninin araştırılması amacı ile yönlendirilen ve galaktozemi tanısı konulan yenidoğan olgusunu sunmayı amaçladık.
Olgu Sunumu: 26 günlük erkek olgu batın distansiyonu ve asit nedeniyle hastanemize gönderildi. Kilo alamama, karında şişlik ve sarılık şikayetleri olan olguda karaciğer fonksiyon bozukluğu, assit, hafif derecede tubulopati ve katarakt saptandı. Tetkiklerinde diğer metabolik taramalar normal iken idrarda redüktan madde pozitifliği, Beutler testi bozukluğu ve eritrositlerde galakoz-1-p üridil transferaz enzim düzeyi düşük tespit edilen olguya galaktozemi tanısı konuldu. Tedavide annesütü kesildi, laktozsuz diyete geçildi. Assit tedavisi albumin infüzyonu ve diüretik ile yapıldı. Tedaviye iyi yanıt alındı ve halen hastanın izlemi sürmektedir.
Tartışma: Galaktozeminin erken tanınması ile sepsis, mental bozukluklar, büyüme geriliği gibi komplikasyonların önlenmesi ve diyetle hastalığın kontrol altına alınabilmesi oldukça önemlidir. Bu nedenle karın şişiliği ve asitle başvuran olguların ayırıcı tanısında galaktozeminin akılda tutulması gerektiğini belirtmek istedik.
Introduction: Galactosemia is an autosomal recessive disease of galactose metobolism. Classic galactosemia is due to accumulation of toxic galactose metabolites after a homogenous or heterogenous mutation in galactose-1-phosphate uridyltransferase gene. Galactose and its metabolites, are very toxic to the liver, brain, lens and kidneys. The most common symptoms of galactosemia are jaundice, vomiting, and hepatomegaly. However, in some rare cases, abdominal distension and acid may be an early symptom. Herein we present a case of galactosemia who presented with ascites and diagnosed in the newborn period.
Case Report: A 26-day male patient was sent to our hospital because of abdominal distension and ascites. He presented with failure to thrieve, abdominal distention, and jaundice. Liver function tests abnormality, mild tubulopathy, ascites and cataract were found in his laboratory and physical examinations. Patient was diagnosed as galactosemia due to pozitive reductant substance in urine, Beutler test abnormality and decreased level of galactose-1-P uridiyltransferase enzyme level. Breast-feeding was discontiuned and lactose free diet was started. For treatment of ascites, albumin infusion and diuretics were used. Patient responded well to the treatment and he is still in follow-up.
Discussion: Early diagnosis of galactosemia is important since with diet disease can be taken under control and complications as sepsis, mental disorders ad failure to thrieve can be prevented. For this reason, galactosemia should be kept in mind in the differential diagnosis of in patients with abdominal distention and ascites.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Nöroanemik Sendrom-Olgu Sunumu
Neuroanemic Syndrome - Case Report
Şule Umut Aydemir, Orhan Yağız, Şirin Saçak, Aysel Tekeşin, A. Yüksel Barut
doi: 10.5505/1304.8503.2012.93063  Sayfalar 149 - 153
Vitamin B12 eksikliğinde; beyin, optik, periferal sinirler ve spinal kordun etkilenmesine bağlı olarak nörolojik tablolar görülebilir. Subakut kombine dejenerasyon erken dönemde tanı konulup tedavi edildiğinde geri dönüşlü olabilen, vitamin B12 eksikliğine bağlı spinal kordun etkilendiği bir komplikasyondur. 31 yaşında erkek hasta, ellerinde, bacaklarında uyuşukluk ve güçsüzlük yakınması ile başvurdu. Hastanın laboratuvar tetkiklerinde megaloblastik anemisi vardı. Vitamin B12 düzeyi 66 pg/dl olarak bulundu. Elektromiyografide duyusal polinöropati mevcuttu. Servikal ve dorsal spinal manyetik rezonans görüntülemelerinde subakut kombine dejenerasyon ile uyumlu lezyonlar görüldü. Bu olgu ile vitamin B12 eksikliğinin neden olduğu nöroanemik sendromun sunulması amaçlanmıştır.
The neurologic manifestations of vitamin B12 deficiency are the results of its effects on the brain, peripheral nerves and spinal cord. Subacute combined degeneration of the spinal cord is a complication of vitamin B12 deficiency, which is reversible if diagnosed and treated early. 31-year-old male patient presented with the complaints of growing numbness and weakness in his hands and legs. The patient's laboratory tests were consisting megaloblastic anemia. Vitamin B12 level was found as 66 pg/ml. Elektromyography examination was consistent with sensory polyneuropathy. Cervical and dorsal spinal cord sections' lesions were compatible with subacute combined degeneration. We reported this case to present neuroanemic syndrome caused by vitamin B12 deficiency.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Akut Apandisitin Nadir Bir Komplikasyonu: Perinefritik Apse
An Unusual Complication of Acute Appendicitis: Perinephritic Abscess
Gökhan Çipe, Ethem Geçim
doi: 10.5505/1304.8503.2012.79663  Sayfalar 154 - 156
Akut apandisit zaman zaman sıra dışı komplike hale gelebilir ve tanıda zorluğa neden olarak hayati tehlike oluşturabilir. Burada, bu şekilde gastroenteroloji kliniğine son 10 gündür olan halsizlik, bulantı ve ateş şikayeti ile yatırılan 50 yaşında hasta sunulmaktadır. Abdominal tomografi perinefritik bölgeyi tutan sağ retroperitoneal apseyi göstermiştir. Acil laparotomi ve retroperitoneal eksplorasyon ile pü drenajı yapılmıştır. Apsenin nedeni olarak perfore olmuş apandisit saptanmıştır. Perfore apandisit bazen karın ağrısına neden olmadan perinefritik apse ile ortaya çıkabilir. Bu nedenle retroperitoneal enfeksiyonu düşündüren semptomları olan hastalarda perfore apandisitten yüksek oranda şüphelenmek gereklidir.
Acute appendicitis may occasionally become extraordinarily complicated and create difficulties in diagnosis, can cause life-threatening. Herein, such a patient is described 50-years-old man who was hospitalized to gastroenterology clinic due to fatigue, nausea and fever for the last 10 days. Computed tomography of abdomen revealed abscess in the right retroperitoneal space involving perinephritic region. Laparotomy and retroperitoneal exploration were performed immediately and pus was drained. A ruptured retrocecal appendix was confirmed as the cause of abscess. Perforated acute appendicitis can occasionally manifest as complicated retroperitoneal abscess without remarkable abdominal symptoms; thus, it is necessary to maintain a high index of suspicion in a patient with symptoms of retroperitoneal infection.
Makale Özeti | Tam Metin PDF