Volume: 27  Issue: 1 - 2011
Hide Abstracts | << Back
REVIEW
1.Obstetric Analgesia
Döndü Genç Moralar, Ülkü Aygen Türkmen, Aysel Altan
Pages 5 - 11
Doğum, birçok annenin yaşamında yaşadığı en güzel, ancak en ağrılı deneyimdir. Doğum ve çıkımda devam eden ağrı ve onun yarattığı stres, anne ve fetüs üzerinde meydana getireceği zararlı etkiler nedeni ile etkin bir şekilde giderilmelidir. Günümüzde gelişen analjezi teknikleri ile doğum ağrısı güvenli ve etkili bir şekilde ortadan kaldırılmakla birlikte, maternal mortalite ve morbidite azalmakta ve fetüs üzerine de yararlı etkileri olmaktadır.
Birth is the most beautiful but at the same time the most painful experience encountered by most mothers in their lives. Continuous labor pain during birth its outcome, and the stress it creates should be resolved because of the hazardous effect it might have on mother and fetus. Labor pain may be suppressed safely and effectively with analgesic techniques developed nowadays and maternal mortality and morbidity decrease as well which have advantageous effects on fetus.”
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.The Outcomes of Basilic Venous Transposition in Hemodialysis Patients
Oğuzhan Karatepe, Gökhan Adaş, Bora Koç, Tuna Geldigitti, Muharrem Battal, Adnan Arslan, Vedat Çelik, Mehmet Küçük, Servet Karahan
Pages 12 - 15
AMAÇ: Kronik Böbrek Yetmezliğinde (KBY) damar yolu gereksinimi önemli bir sorundur. Özellikle tekrarlayan enjeksiyonlar sonucu damar yolu bulunamaması cerrahları vücudun değişik anatomik bölgelerinde kullanılabilir damar yolu aramaya yöneltmiştir. Bu çalışmadaki amacımız KBY nedeniyle tedavi için damar yolu bulunamayan hastalarda bazilik ven transpozisyonu takip sonuçlarımızı literatür eşliğinde sunmaktadır.
YÖNTEMLER: 2007 Mayıs-2010 Ocak tarihleri arasında kliniğimize KBY tanısı ile başvuran ve çoklu girişim yapılmış 28 hasta çalışmamıza prospektif olarak dahil edildi. Tüm hastalara lokal anestezi altında operasyon yapılarak bazilik ven transpozisyonu işlemi gerçekleştirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, hastanede kalış ve ortalama diyalize başlama süreleri ile transpozisyon işlemi yapılan venin açık kalma süresi değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 22’si erkek (% 79), 6’sı kadın (% 21) idi. Ortalama yaş 58.6 (45-78), ortalama operasyon süresi 102 dk. (90-120), diyalize başlama süresi 20.6 gün (15-28) idi, ortalama transpoze edilen bir damarın açık kalma süresi 12.4 ay olarak bulundu. İki hastada (% 7) transpoze edilen damar olgunlaşmadığından diyaliz işlemi kalıcı kateter takılarak gerçekleştirildi. Hiçbir hastada mortalite görülmedi.
SONUÇ: KBY nedeniyle diyaliz yapılacak hastalarda tedavi için damar yolu bulunamaması durumunda bazilik ven, güvenli kullanım için düşünülmesi gereken bir seçenektir.
OBJECTIVE: Vascular access in chronic renal failure is an important issue. Especially with the result of repeated injections, inability to find a way to access into veins have led surgeons to seek for new vascular access in various bodily regions. In this study, we intended to present the results of basilic venous transposition performed on patients with vascular access difficulties in the light of the literature.
METHODS: We included 28 patients who formerly had undergone multiple procedures and attended to our clinic with the diagnosis of chronic renal failure between May 2007 and January 2010. We performed basilic venous transposition in all of the patients and evaluated them for age, sex, period of hospitalization, mean time to first dialysis and functional period of the transposed vein.
RESULTS: Twenty-two patients were male (79 %) and 6 were female (21 %). Mean age was 58.6 yrs (45-78), mean operation time was 102 minutes (90-120), mean time to first dialysis was 20.6 days (15-28), mean duration of functional period of transposed vein was 12.4 months. In two patients (7 %) permanent catheter was required for vascular access and dialysis, because of the lack of maturation in transposed vein. There was no mortality.
CONCLUSION: Basilic venous transposition is an alternative and safe procedure in the absence of vascular access in patients with chronic renal failure.
Abstract | Full Text PDF

3.The Evaluation of Insulin Resistance in Patients With Rheumatoid Arthritis
Semih Kalyon, Serkan Turşak, M. Nergis Yanmaz, Necati Yenice
Pages 23 - 27
AMAÇ: Bu çalışmada romatoid artritli (RA) hastalarda insulin direnci ve bunun hastalık aktivitesi ile ilişkisi değerlendirdirildi.
YÖNTEMLER: Hastalık aktivitesi DAS 28 ile saptandı. Bel çevresi, CRP, insulin, kan şekeri ve arteriyel tansiyon (TA) ölçüldü. HOMA IR hesaplandı. Mann Whitney U, ANOVA ve Tukey HSD, Kruskal Wallis testi ve Pearson Korelasyon Analizi kullanıldı.
BULGULAR: On iki erkek ve 94 kadın, 106 hasta değerlendirildi. Hastaların 84’ünde seropozitif RA mevcuttu. Ortalama yaş 47, ortalama bel çevresi 93.4, VKİ 27.5, ortalama DAS 28 değeri 4.5, ortalama HOMA-IR 2.1 idi.
SONUÇ: Artmış inflamasyon düzeyi ile insulin direnci arasında pozitif bir ilişki saptanamadı. DAS 28 skoru değerlendirmesine göre, hastalık aktivitesi ve insulin direnci arasında bir korelasyon saptanamadı.
OBJECTIVE: In this study, insulin resistance and it’s relationship with disease activity at patients with rheumatoid arthritis were evaluated.
METHODS: Disease activity was calculated with DAS 28 scale. Waist circumference, CRP, insulin, blood glucose and arterial tension were measured. HOMA IR was calculated. Mann Whitney U, ANOVA and Tukey HSD, Kruskal Wallis test and Pearson corelation analysis were used.
RESULTS: 106 patients 12 men and 94 women, were evaluated, and 84 patients had sero-positive rheumatoid arthritis. Mean age (47 yrs), mean waist circumference (93.4 cm), BMI (27.5), mean DAS 28 score (4.5) and mean HOMA IR (2.1) were also calculated.
CONCLUSION: There was no positive relationship with insulin resistancy and elevated inflammation level. According to DAS 28 score evaluation, there was no correlation between disease activity and insulin resistance.
Abstract | Full Text PDF

4.Demographic and Clinical Characteristics of Cerebral Palsy Patients who Applied to Our Out-Patient Clinic
Berrin Hüner, Mehmet Hayri Özgüzel, Hilal Telli, Gamze Sarı
Pages 28 - 32
AMAÇ: Serebral palsi matürasyonunu tamamlamamış beyin dokusunda oluşan bir hasar sonucu temelde hareket ve postüre ait fonksiyon kaybıyla karakterize bir hastalıktır. Çalışmamızın amacı polikliniğimize başvuran serebral palsili hastaların demografik ve klinik özelliklerini belirlemektir.
YÖNTEMLER: Çalışmaya daha önce serebral palsi tanısı konmuş 87 hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, anne baba yaş ve eğitim bilgileri sorgulandı. Serebral palsi klinik tipleri belirlendi. Kaba motor fonksiyon sınıflama sistemine göre fonksiyonellik düzeyleri tespit edilip, beraber görülen komorbid patolojiler kaydedildi. Hastaların yaşları 15 ay ile 19 yaş arasındaydı. Elli üçü erkek, 34’ü kızdı.
BULGULAR: En sık perinatal risk faktörü (% 41.4) mevcuttu. Hastaların büyük çoğunluğu bilateral tutulumlu spastik klinik tipteydi (% 64.4). Fonksiyonel kapasiteleri çoğunlukla kaba motor fonksiyon sınıflama sistemine göre seviye IV (% 37.9) düzeyindeydi.
SONUÇ: Uluslararası literatürde Türk toplumuna ait serebral palsili hastaları içeren çalışma sayısı oldukça azdır. Çalışmamız serebral palsi hastalarını incelemekle birlikte toplumun genelini yansıtan çok merkezli çalışmaların yapılmasına gereksinim vardır.
OBJECTIVE: Cerebral palsy is a disease characterized by loss of mainly motor functions and posture resulting from a damage occured in immature brain tissue. The aim of our study is to determine the demographic and clinical characteristics of cerebral palsy patients who applied to our out-patient clinic.
METHODS: Eighty-seven patients who had been diagnosed as cerebral palsy previously were involved in the study. Age and gender data of the patients and age and educational status of the parents were investigated. Clinical types of cerebral palsy were determined. Functional levels of the patients were ascertained according to gross motor function classification system and comorbid pathologies seen with the disease were recorded. Patients’ ages ranged between 15 months and 19 years., and 53 of the 87 patients were males and 34 were females.
RESULTS: Perinatal risk factors (41.4 %) were present. A great portion of the patients were bilaterally affected, spastic clinical type (64.4 %). Functional capacities of the patients were predominantly at level 4 (37.9 %) according to gross motor function classification system.
CONCLUSION: The number of researches investigating cerebral palsy patients in the Turkish population in international literature is very few. Although our study analyses cerebral palsy patients; multicentric studies reflecting general population, are needed to be organized
Abstract | Full Text PDF

5.Endoscopic Retrograde Cholangiopancreatography in Acute Biliary Pancreatitis
Emin Gürbüz, Gökhan Adaş, Adnan Arslan, Merih Altıok, Bora Koç, Servet Karahan, Oğuzhan Karatepe
Pages 33 - 35
AMAÇ: Bu çalışmada akut biliyer pankreatit tanısı ile kliniğimize başvuran ve tedavi amacıyla Endoskopik Retrograde Kolanjiopankreotografi (ERCP) yapılan hastaları literatür eşliğinde irdelemeyi amaçladık.
YÖNTEMLER: Kliniğimizde Ocak 2007-Ocak 2010 tarihi arasında akut biliyer pankreatit tanısıyla takip edilen 112 hastadan ERCP uygulanan 28 hastanın kayıtları retrospektif olarak; demografik özellikler, hastanede yatış süresi, yapılan işlem, erken dönem komplikasyon ve mortalite açısından incelendi. Bu hastaların tümü akut biliyer pankreatit tanısı ile yatırılmış ve ERCP uygulanmıştı.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 46 olup 13’ü erkek, 15’i kadın idi. ERCP yapılan tüm hastalarda etiyoloji biliyer kaynaklı olarak belirlendi. Hastalar Ranson kriterlerine göre evrelendi; 18 hasta evre 3, 10 hasta evre 4 olarak belirlendi. Bir hastada akut nekrotizan pankreatit ve ona bağlı gelişen organ yetmezliği sonucu mortalite gelişti. Ortalama hastanede kalış süresi 8 gün idi.
SONUÇ: Akut pankreatit günümüzde modern tanı ve tedavi yöntemlerine rağmen, halen morbidite ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır. Biliyer pankreatitin tedavisinde ERCP güncelliğini korumakta olup, ağır pankreatitte hastanın mortalite ve morbidite oranlarını azaltmaktadır.
OBJECTIVE: In this study, our aim was to present and discuss the patients with acute biliary pancreatitis who underwent Endocsopic Retrograde Cholangiopancreatography (ERCP) in our clinic.
METHODS: We retrospectively studied 28 of 112 patients who underwent ERCP between January-2007 and January-2010 as for demographic characteristics, hospital stay, mortality and early complications. All these patients underwent ERCP while they were hospitalized.
RESULTS: Mean age of patients with acute pancreatitis was 46 years. Thirteen male and 15 female patients were studied. In all patients who underwent ERCP, a biliary etiology was noted of these patients, 18 were staged Ranson 3, and 10 were staged Ranson 4. One patient died because of acute necrotising pancreatitis and multi- organ failure after a hospital stay of 8 days.
CONCLUSION: Today, acute pancreatitis is still a highly mortal desease, despite modern methods of diagnosis and treatment. ERCP is a current treatment in acute biliary pancreatitis and reduces the morbidity and mortality rates significantly.
Abstract | Full Text PDF

6.Gynecomastia Treatment Principles: Evaluation of our Results
Seda Asfuroğlu Barutca, Necmettin Kutlu, İlker Üsçetin, Onur Egemen, Tolga Aksan, Ufuk Askeroğlu
Pages 36 - 43
AMAÇ: Jinekomasti, erkeklerde benign, aşırı meme gelişimi olarak tanımlanmakla birlikte, en sık pubertal dönemde saptanmaktadır. Çoğu zaman idiyopatik olarak ortaya çıkan jinekomasti, kalıcı olması durumunda cerrahi olarak tedavi edilebilir.
YÖNTEMLER: Bu çalışmada, kliniğimizde 2006-2010 yılları arasında Simon sınıflamasına göre evre 2 ve 3 jinekomasti mevcut olan değişik yaş gruplarındaki 15 hastaya uygulanan tedavi yaklaşımları retrospektif olarak incelendi ve sonuçlarımız değerlendirildi. Hastaların ortalama yaşı; 32.4 ve ortalama takip süresi; 14.9 aydı.
BULGULAR: 1 hastada hiperprolaktinemi ve 1 hastada Klinefelter Sendromu dışında ek bir hastalık saptanmadı. İki hasta dışında jinekomasti bilateraldi. Gland rezeksiyonu, liposuction ve sirkumareolar eksizyon tedavi yöntemlerinden hastaya uygun olan kombinasyon fizik muayene ve ultrason bulgularına göre seçilerek uygulandı. Post op 1 ay süre ile göğüs çevresine elastik bandaj kullanıldı. Komplikasyon olarak 1 hastada hematom, 2 hastada yetersiz rezeksiyon, 2 hastada ise geniş periareolar skar saptandı.
SONUÇ: On iki hasta (% 80) post op sonucu “iyi” olarak değerlendirirken 3 hasta (% 20) “kötü” olarak değerlendirdi.
OBJECTIVE: Gynecomastia is defined as a benign excessive breast development in male which usually has an onset in puberty. Although most cases are idiopathic, surgical treatment is indicated in persistant disease.
METHODS: In this study a retrospective review of 15 patients, classified as grade 2 and 3 by Simon, and operated for gynecomastia from 2006 to 2010 was conducted and the postoperative results were evaluated. The mean age of the patients was 32.4 yrs and the follow up period was 14.9 months.
RESULTS: No additional pathology was found except one Klinefelter Syndrome and one hyperprolactinemia patient. Surgical treatment options including gland resection, liposuction and circumareolar excision were individualized according to clinical evaluation, physical examination and ultrasound findings. All patients used compression garments at least for 1 month in the postoperative period. There were five complications in the operation site, including hematoma in one patient, underresection in two patients and dehiscence of periareolar scar in two patients.
CONCLUSION: Over all, procedure satisfaction was measured in 12 patients as “good” and in 3 patients as “poor”.
Abstract | Full Text PDF

7.Secondary Post- Tonsillectomy Haemorrhage
İbrahim Sayın, Eyüp Bozkurt, Zahide Mine Yazıcı, Fatma Tülin Kayhan
Pages 44 - 48
AMAÇ: Kliniğimize tonsillektomi sonrası ikincil kanama ile başvuran olguları değerlendirmeği amaçladık.
YÖNTEMLER: Temmuz 2006-Eylül 2010 tarihleri arasında kliniğimize ikincil tonsillektomi sonrası kanama ile başvuran olguların tıbbi kayıtları geriye dönük incelendi. Olguların demografik özelliklerinin yanı sıra kanamanın başlangıç zamanı, başvuru anında aktif kanama mevcudiyeti, müdahale şekli, başvuru anındaki hemoglobin değerleri ve hastanede yatış süreleri kaydedildi.
BULGULAR: Toplam 27 hastanın medikal kayıtları incelendi. Olguların 14’ü (% 52,8) erkek, 13’ü (% 48,2) kadın olup, yaş ortalaması 16,5 idi (5-71 yaş arası). Bu olgulardan 22’si (% 81,5) kliniğimiz dışındaki merkezlerde, 5’i (% 18,5) kliniğimizde opere edilmiş olgulardı. En sık başvuru yaz aylarında oldu (% 44). On beş (% 55) olguda kanama lokal müdahale ile kontrol altına alınırken, 9 (% 33) olguda kanama genel anestezi altında müdahale ile kontrol altına alındı. Kanama açısından yalnızca 5 (% 18,5) olguda olası kanama nedeni saptandı. Olguların kliniğimize başvuru sonrası yapılan tam kan sayımında ortalama hemoglobin değeri 10,7 idi. Kanama kontrolü sağlanan olguların hiçbirisinde ikinci bir operasyon veya müdahaleye gereksinim olmadı. Olguların ortalama hastanede yatış süresi 2,44 gündü (1-5 gün arası).
SONUÇ: Tonsillektomi sonrası kanamalar hâlâ sık rastlanan ve yaşamı tehdit eden acil bir kulak burun boğaz patolojisidir. Kanamaya neden olan faktörlerin bilinmesi kanamayı engellemede yararlı olabilir. Bu olgular başvuru anından itibaren yakın takip edilmeli, etkin ve hızlı biçimde tedavi edilmelidir.
OBJECTIVE: Our aim was to present the subjects with secondary post tonsillectomy haemorrhage who were admitted to our clinic.
METHODS: Between July 2006 and September 2010, subjects who were admitted to our clinic with secondary post- tonsillectomy haemorrhage were included. All subjects’ medical charts were reviewed retrospectively. Demographic data, the onset of haemorrhage, the presence of bleeding at the time of presentation, type of local or surgical intervention, blood parameters and hospital- stays were noted.
RESULTS: Twenty seven subjects were identified. Fourteen (14/52.8 %) subjects were male, remaining 13 (48.2 %) patients were female. Mean age was 16.5 (range 5-71 yrs). Five (5/18.5) subjects were operated in our clinic and 22 (81.5 %) subjects were operated and referred from other medical centers. The most common season for admission was summer (12/44 %). Fifteen (15/55 %) subjects were treated under general anaesthesia. The possible etiology of the bleeding could be detected in five (18.5 %) subjects. A mean hemoglobin level at the admission was 10.7 g/dL. All the patients’ bleedings were stopped after the initial intervention and no additional episode was observed. Mean hospital stay was 2.44 days (range between 1 to 5 days).
CONCLUSION: Secondary post tonsillectomy haemorrhage is still common and a potential life threatening ENT- emergency. The factors affecting the occurrence of post- tonsillectomy haemorrhage should be identified to prevent this complication. These subjects needed fast and sufficient intervention and close follow up.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
8.Spontaneous Migration of a Central Venous Catheter After Successful Catheterization: Case Report
Sevgi Kesici, Hayat Carus, Namigar Turgut, Nurdan Ünlü, Aysel Altan, Uğur Kesici
Pages 49 - 53
Venöz santral kateterizasyon, kanser hastalarının uzun dönem tedavilerinde güvenle uygulanabilecek küçük cerrahi girişimdir. Ancak, her girişim sonrası kateter lokalizasyonu ve oluşabilecek komplikasyonlar fizik muayene ve posterio-anterior akciğer grafisi ile kontrol edilmelidir. Şüpheli olan durumlarda ise daha ileri tetkikler ile hasta takip edilmelidir. Olgumuzda, subklavian venden başarılı bir şekilde takılan port kateterin 1 ay sonra spontan olarak internal jugular vene yer değiştirmesi literatür ışığında sunulmuştur.
Central venous port catheterization is a minimally invasive procedure which can be used safely for long-term therapy in the treatment of cancer patients. But right after catheterization, the position of the catheter and possible complications should be verified by physical examination and posteroanterior chest radiograms. Further diagnostic tests are required in suspicious cases. We present here a case of a patient with a central venous catheter that migrated into the ınternal jugular vein 1 month after a subclavian vein catheterization.
Abstract | Full Text PDF

9.Bone Metastasis as the First Sign of Gastric Cancer
Arzu Akan, Yavuz Eryavuz, Refik Bademci
Pages 54 - 55
Çoğu iskelet sistemi malignensileri primer tümörlerden çok metastatik karakterdedir. İskelet sistemi visseral karsinomlar için ortak bir metastatik bölgedir ve akciğerler, prostat ve meme karsinomları en sık görülen kanserlerdir. Gastrik karsinomun ilk belirtisi olarak soliter kemik metastazı görülmesi çok enderdir. Bu çalışmamızda gastrik karsinomun ilk belirtisi olarak soliter kemik metastazı görülen 61 yaşında bir olgu anlatılmıştır.
Most skeletal malignancies are found to be metastatic rather than primary tumors. The skeleton is a common metastatic site for visceral carcinomas and the lungs, prostate and the breast are the most frequent primary sources. Solitary bone metastasis as the first sign of gastric carcinoma is a very infrequent finding. We report a rare case of a 61-year-old patient having a gastric carcinoma with a solitary bone metastasis as the first evidence of the malignancy.
Abstract | Full Text PDF

10.Herlyn-Wunderlich Syndrome: Case Report
Ali Emre Tahaoglu, Veli Mihmanlı, Yılmaz Güzel, Emine Pasmakoglu, Zelal Tahaoglu, Ekrem Ozakın
Pages 56 - 58
Bu çalışmanın amacı iki herlyn-wunderlich sendrom olgusunu sunmaktır. Olgularda uterus didelfis, kör hemivajina ipsilateral renal agenezi, hematometrokolpos ve hematosalpinks mevcuttu. Bir olgu opere edildi, vajinal yoldan yaklaşılıp septum rezeksiyonu ile birlikte histeroskopi uygulandı.
Müllerian kanal anomalisi tanısı konulduğunda komplikasyonlar ve birlikte görülebilen diğer sistem anormallikleri için uyanık olmak önemlidir. Müllerian kanal anormallikleri için kullanılan sınıflandırma cerrahiyi yönlendirme açısından yeterli değildir. Yeni bir sınıflandırma tanı ve tedavi için gerekmektedir.
The aim of this study was to present two cases with Herlyn-Wunderlich Sendrom. The patients had uterus didelphys, unilateral blind hemivagina, hematometrocolpos and hematosalpinx. Vaginal septum resection and hysteroscopy were performed in one of the cases.
Because of its complications and the other system abnormalities, it is important to be alert when a mullerian canal abnormality is diagnosed. We think that using older classification of mullerian duct abnormalities does not provide an appropriate indication for performing surgery. A new classification is needed for more accurate diagnosis and treatment.
Abstract | Full Text PDF

11.An Epidermal Cyst in Parotid Gland: A Case Report
M. Vefa Kılıç, Yavuz Uyar, Mustafa Kuzdere, Güven Yıldırım, Burcu Kaman, Deniz Özcan
Pages 59 - 61
Epidermal kistler, çevresi keratinize skuamöz epitelle çevrili, kistin içi keratin yıkıntısı ile dolu olan kistik tümörlerdir. Vücutta herhangi bir bölgede görülebilen gerçek kistik oluşumlardır. Klinik olarak ağrısız, yavaş büyüyen, düzgün sınırlı kitle olarak karşımıza çıkar (1-2-5). Epidermal kistler travma veya cerrahi prosedürden sonra yüzeyel epidermal dokunun dermis veya subkutan dokuya implantasyonu sonucu gelişir. Burada anamnezinde travma veya cerrahi işlem öyküsü bulunmayan histopatolojik incelemesi parotiste epidermal kist rapor edilen olgu tartışılmıştır.
Epidermal cysts are surrounded by keratinized squamous layer and filled with keratin debris. They can be seen anywhere and they are real cysts. They are painless slow growing lesions which are smooth surfaced. Epidermal cysts may develop by inplantation of surface epidermal layer into dermis or subcutaneous tissue after trauma or surgical procedures. We are presenting an epidermal cyst of the parotis region of our patient without history of trauma.
Abstract | Full Text PDF

12.Semispinal Anaesthesia Experience in Geriatric Patient: Case Report
S. Karabatak, A. Söner, Z. Ervatan, F. Baturay, Ayşın Ersoy, M. Tonbul, Aysel Altan
Pages 62 - 64
Günümüzde demografik olarak 65 yaşın üzerindeki hastalar geriatrik hasta olarak kabul edilmektedir.
Seksen üç yaşındaki hastanın sol parsiyel kalça protezi lüksasyonuna redüksiyon planlandı. Kronik obstrüktif akciğer hastalığı, hipertansiyon, kronik böbrek yetmezliği, demir eksikliği anemisi, konjestif kalp yetmezliği de olan hastanın akciğer oskültasyonunda bilateral yaygın wheezing ve bazallerde yaş krepitan raller saptandı ve hastaya düşük doz lokal anestezik ajan ile semispinal anestezi yapılmasına karar verildi.
Sol lateral dekubit pozisyonuna getirilerek 7.5 mg bupivakain (% 0.5) hiperbarik uygulandı. Hasta 10 dk. sol lateral dekubitis pozisyonda tutulduktan sonra supin pozisyona alındı. Pinprick testi ile T10 dermatom seviyesine kadar anestezi sağlandığı tespit edildi. Peroperatif vital bulgular stabildi. İki saat süren operasyonun sonunda hasta yoğun bakıma alınarak 24 saat izlendi ve komplikasyon gelişmeden servise gönderildi.
Nowadays, patients above age of 65 are referred as geriatric patients demographically. Reduction was planned for luxation of partial hip prothesis in a patient of 83 years of age. The patient was suffering from chronic obstructive lung disease, hypertension, chronic renal failure, iron deficiency anemia, congestive heart failure and had bilateral diffuse wheezing and basal crepitant rales. Because of these symptoms, the patient underwent semispinal anesthesia with a low dose local anesthetic.
7.5 mg bupivacaine (% 0.5 hyperbaric) was given iv in the left lateral decubitis position. After the patient was held for 10 minutes in the left decubitus position, he was turned to supine position. With the pinprick test, it was determined that anesthesia up to T10 dermatoma level was provided. Peroperative vital signs were stable. At the end of the operation, which lasted for 2 hours, the patient was followed in the intensive care unit for 24 hours and he was delivered to the service without any complication.
Abstract | Full Text PDF