Most Accessed Articles
<< Back
RESEARCH ARTICLE
1.Determination of increased suspectibility to malignancy in thyroid nodules bu ultrasonograpic findings, with the written reports and pathology results
Özgür Özer, Deniz Özel, Betül Duran Özel, Fuat Özkan, Gülşen Demircan, Şaban Odabaşı, Aslı Ertürk, Çağlar Çakır
doi: 10.5222/otd.2016.1038  EAMR 2016; 32 - 3 | Pages 154 - 160
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda, tiroid nodüllerinin boyut, iç yapı ve kontur özellikleri, vaskülarizasyonları, kalsifikasyon içerip içermemeleri ve kalsifikasyon içeriyorlarsa tipleri, ultrasonografi ve ince iğne aspirasyon biyopsisi sonuçları ile birlikte değerlendirilerek benign ve malign nodüllerin ayırt edilmesine katkı sağlayacak veriler elde etmek ve bu verilerle ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılacak en uygun nodülü saptamak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda, hastanemizdeki çeşitli kliniklerden 30.09.2013-15.09.2014 tarihleri arasında radyoloji kliniğimize ultrasonografi eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılması için gönderilmiş 82'si (% 90,1) kadın ve 9'u (% 9,9) erkek, toplam 91 hastadaki 91 nodül değerlendirmeye alınmıştır. Hastaların yaş, cinsiyet, tiroid nodüllerine yönelik yapılmış ultrasonografi görüntüleri ve raporları ile ince iğne aspirasyon biyopsisi sonuçları retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Yaş ve cinsiyetin tek başına maligniteyi belirlemede yetersiz kaldıkları görülmüştür. Genele (kadın ve erkek birlikte) yönelik yapılan incelemede; boyut, kontur, iç yapı, ekojenite ve kalsifikasyon çok değişkenli analize alınmıştır. Analiz sonucunda "kontur" özelliğinin tek başına malignite ile ilişkili en önemli parametre olduğu saptanmıştır. Ancak her ne kadar bu parametrenin malign nodüllerin saptanması üzerindeki spesifitesi yüksek (% 98,7) olsa da sensitivitesinin düşük (% 53) olmasından dolayı tek başına bir kriter olarak kullanılmasının yeterli olamayacağı düşünülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tek başına hiçbir sonografik parametrenin kanser belirteci olarak kullanılmasının uygun olmayacağı, nodüllerdeki kanser risk derecesini belirlemek amacıyla birden çok sonografik parametrenin birlikte değerlendirildiği sınıflandırma sistemleri (ör. TI-RADS)'nin geliştirilmesi gerektiği ve bunun için de çok merkezli ve iyi bir şekilde kurgulanmış daha çok çalışmaya ihtiyaç duyulmakta olduğu görüşüne varılmıştır.
INTRODUCTION: In our study, thyroid nodules dimension, internal structure and contour properties, vascularization, whether the nodules contain calcification or not, and if nodules contain calcification their types are evaluated through the combination of ultrasonography and fine-needle aspiration biopsy results to gather data in order to assist in the differentiation of benign and malign nodules, and to determine the optimum nodule to conduct fine-needle aspiration biopsy.
METHODS: In our study, we have evaluated the fine-needle aspiration biopsy results of 91 nodules that belong to the total of 91 patients (82 female (% 90,1) and 9 male (%9,9)). The biopsies, sent to our clinic from variety of clinics between September 30, 2013 and September 09, 2014, have been collected by fine-needle aspiration technique accompanied with ultrasonography. Our evaluation carried retrospectively was based on patients age, gender, together with patients’ individual biopsy reports and ultrasonography images.
RESULTS: We have found that the age and gender are not enough to determine whether the result is malignant. In overall study (men and women together), the sonographic parameters dimension, contour, internal structure, echogenicity and calcification are included in multiple variable analyses. The result of the analysis has indicated that the contour of a nodule itself is the most important parameter to determine the malignancy-suspicious for malignancy. this feature has high percentage (% 98.7) of diagnostic property; they can not be used as only criteria due to the low sensitivity (% 53).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We have found that none of the sonographic parameters can be alone used to determine cancer, in order to determine the cancer risks of nodules there is a need for classification systems (e.g. TI-RADS) based on well established detailed work considering several sonographic parameters.
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
2.Complementary And Alternative Medicine Practice in Infertility
Handan Özcan, Nezihe Kızılkaya Beji
doi: 10.5222/otd.2016.1031  EAMR 2016; 32 - 1 | Pages 36 - 44
Son yıllarda hem infertilite hastaları hem de hekimler tarafından, tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamalarının kullanımı artmaktadır. Çok güncel bir sorun olan ve sürekli yenilikler getirilen infertilite tedavisinde, tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamaları kaçınılmazdır. Genellikle hastalar tarafından tercih edilen bu uygulamalar akupunktur, vitamin ve mineraller, beslenme ve yaşam tarzı değişiklikleri, homeopati, zihin-beden-enerji tıbbı, yoga, aromaterapi ve psikoterapidir. Kültür, coğrafya, geleneklere göre değişen bu uygulamalar için daha fazla kanıt temelli çalışmalara ihtiyaç vardır.
In recent years, both by physicians and patients of infertility, the use of complementary and alternative medicine practices is increasing. Which is a very topical issue and continuously introduced innovations in infertility treatment, complementary and alternative medicine practices is inevitable. These applications often preferred by patients acupuncture, vitamins and minerals, dietary and lifestyle changes, homeopathy, mind-body-energy medicine, yoga, aromatherapy is and psychotherapy. Culture, geography, tradition, these practices vary according to the need for more evidence-based studies.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
3.Assessment of the results of cervical biopsy in patients with Atypical Squamous Cells, CannotRuleOut High Grade Squamous Intraepithelial Lesion
Baki Erdem, Nuri Peker, Niyazi Alper Seyhan, İpek Yıldız Özaydın, Osman Aşıcıoğlu, Volkan Ülker, Ceyhun Numanoğlu, Özgür Akbayır
doi: 10.5222/otd.2018.69782  EAMR 2018; 34 - 1 | Pages 15 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: PapSmear Test (PST) sonucu yüksek dereceli skuamoz intraepitelyal lezyonun dışlanamadığı atipik skuamoz hücre anormalliği (ASC-H) olarak saptanmış hastaların servikal biyopsi sonuçlarını sunmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2004- 2016 tarihleri arasında jinekolojik onkoloji polikliniğine başvuran 7527 hastadan alınan PST sonuçları retrospektif olarak incelendi. PST sonucu ASC-H olarak rapor edilen 201 hastayatanı amaçlı yapılan kolposkopi, servikal biyopsi, yapılmış ise Loop Electrosurgical Excision Procedure (LEEP) ve soğuk konizasyon patoloji sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: PST yapılan toplam 7527 hastadan 201’ nde (%2,6) servikal sitoloji sonucu ASC-H olarak saptandı. Çalışmaya dahil edilen 197 hastanın kolposkopi ve punch biyopsi sonuçları değerlendirildiğinde 107(%54,3) hastada lezyon saptanmazken, 38 (%19,2) hastada servikalintraepitelyal neoplazi-1 (CIN1),19 (%9,6) hastada servikalintraepitelyal neoplazi-2 (CIN2), 22 (%11,1) hastada servikal intraepitelyal neoplazi-3 (CIN3), 6 (%3) hastada karsinoma insitu (CIS) ve 5 (2,5%) hastada servikal karsinom saptandı. CIN2, CIN3 ve CISsaptanan 47 (%100) hasta, CIN1 saptanan 12 (%31,5) hasta, biyopsi sonuçları normal olmasına rağmen malignite açısından şüpheli servikal görüntüye sahip 14 (%13) hasta olmak üzere toplam 73 hastaya servikal eksizyonel işlem uygulandı. 50 hastaya LEEP, 23 hastaya soğuk konizasyon uygulandı (Tablo 2). Eksizyonel prosedür uygulan ve biyopsi sonucu CIN3 olan üç hastada soğuk konizasyon sonrası patoloji sonucu skuamöz hücreli karsinom olarak rapor edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PST de ASC-H saptanan hastaların % 26.3 ‘ünde CIN2 ve üstü lezyon saptanması, aynı zamanda bu hastalarda Human PapillomaVirus (HPV) pozitifliğinin yüksek olması nedeniyle, bu hastaların kolposkopi ve servikal biyopsi ile değerlendirilmesinin preinvaziv lezyonların saptanması açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: To demonstrate the pathological result of cervical biopsy at patients with Atypical Squamous Cells, Cannot Rule Out High Grade Squamous Intraepithelial Lesion (ASC-H) on Pap Smear Test (PST).
METHODS: The PST results from 7527 patients who applied to the gynecological oncology polyclinic between 2004 and 2016 were retrospectively reviewed. The results of colposcopy, cervical biopsy, and Loop Electrosurgical Excision Procedure (LEEP) and cold conization were evaluated for 201 patients diagnosed as ASC-H for diagnostic purposes
RESULTS: Of the 7527 patients who underwent PST, 201 (2.6%) were diagnosed as cervical cytology ASC-H. The colposcopy and punch biopsy results of the 197 patients were evaluated, 107 (54.3%) patients had no lesions, 38 (19.2%) patients had CervicalIntraepithelial Neoplasia-1 (CIN1), 19 (9.6%) patients had Cervical Intraepithelial Neoplasia-2(CIN2), 22 (11.1%) patients had Cervical Intraepithelial Neoplasia-3 (CIN3), 6 (3%) patients had carcinoma in situ (CIS) and 5 (2.5%) patients had cervical carcinoma. Cervical excisional procedure was performed at 47 (100%) patients with CIN2, CIN3, CIS, at 12 (31.5%) patients with CIN1 and at 14 (13%) patients with the suspicious of malignancy due to the bening pathological results. 50 patients received LEEP and 23 patients received cold salivation. Three patients with biopsy-resultant CIN3 who underwent excisional procedure were found to have squamous cell carcinoma as a result of cold conization.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We conclude that colposcopy and cervical biopsy of these patients are important for the detection of preinvasive lesions, because 26.3% of the ASCH patients in the PST have a high CIN-2 or higher lesion and high Human Papilloma Virus (HPV) positivity.
Abstract | Full Text PDF

OTHER
4.Epidemiology is a Field That Searchs Diseases and Their Indicators
Önder Ergönül
doi: 10.5222/otd.2016.001  EAMR 2016; 32 - 0 1 | Pages 1 - 7
Epidemiyoloji, hastalıkları ve belirleyenlerini araştı ran bir
bilim dalıdır. Enfeksiyon hastalıkları epidemiyolojisi, diğer
alanlarda kullanılan epidemiyolojiden bazı önemli farklılıklar
gösterir. Enfeksiyon hastalıkları alanında olgular
aynı zamanda risk faktörü olabilirler. İnsanların bir bölümü
belirli enfeksiyonlara karşı bağışıktırlar. Hasta bir kişi
kaynak olabilir. Enfeksiyon hastalıkları epidemiyolojisinde
çoğunlukla halk sağlığını ilgilendiren ve acil önlemler alınması
gerektiren bir durum vardır. Enfeksiyon hastalıkları,
pek çok disiplinle birlikte çalışmayı gerektirir. Bu yazıda
temel tanımlar, salgın tanımı ve Türkiye’de son dönemde
yaşanan salgınlar gözden geçirilmiştir.
Infectious diseases epidemiology has important differences
from other fields’ epidemiologies. The cases in Infectious
Diseases can also be risk factors. A part of the population
is immune to specific infections. A patient can also be
the source. In infectious Disease epidemiology there can
be a situation that concerns public health and can be an
emergency that needs urgent measures. Infectious Diseases
needs multidiciplinary co-operation. In this study basic
definitions, outbreak definitions and the recent outbreaks in
Turkey are reviewed.
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
5.Hemoglobin Variant Analysis Methods
Okan Dikker, Müberra Vardar, Murat Usta, Hüseyin Dağ
doi: 10.5222/otd.2016.1057  EAMR 2016; 32 - 3 | Pages 161 - 166
Hemoglobin (Hb) bozuklukları, gerek ülkemizde gerekse dünyada rastlanan en önemli kalıtsal hastalıklardandır. Hemoglobinlerin globin zincirlerinin yapılarındaki aminoasit değişikliği ile oluşan hemoglobinlere anormal hemoglobinler veya kısaca “Hb varyantları” denilmektedir. Anormal hemoglobin varlığının, protein düzeyindeki yöntemler ile belirlenmesini takiben kesin tanı işlemi gen düzeyindeki analizlerin yapılması ile gerçekleştirilmektedir. Bu derlemeyi hazırlamaktaki amacımız, hemoglobin varyant analiz yöntemlerinin tümünü içeren bir veri hazırlamaktır.
Hemoglobin (Hb) disorders are among the most important hereditary diseases both in our country and in the world. Hemoglobins which result from amino acid change in the structure of globin chains are called abnormal hemoglobins or simly “hb variants”. Following the protein level analysis methods for the determination of the presence of abnormal hemoglobins, the diagnosis is carried out by gene-level analysis. Our purpose for this review is to bring together and present all hemoglobin variant analysis methods.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
6.Effectiveness and Tolerability of FOLFIRINOX Regime in Metastatic Pancreas Cancer Disease
Çağlayan Geredeli, Şener Cihan, Nurgül Yaşar, Abdullah Sakin, Orçun Can, Mehmet Artaç, Mustafa Karaağaç, Lokman Koral
doi: 10.5222/otd.2018.71224  EAMR 2018; 34 - 2 | Pages 76 - 81
GİRİŞ ve AMAÇ: Metastatik pankreas kanseri tedavisinde FOLFİRİNOX rejiminin kullanımı hem progresyonsuz sağ kalımı hemde genel sağ kalım süresini uzatmıştır. Türk popülasyonunda metastatik pankreas kanserli hastalarda birinci seride FOLFİRİNOX rejimi kullanımının etkinlik ve güvenilirliğini retrospektif olarak araştırmak istedik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma retrospektif çok merkezli olarak dizayn edilmiştir. 2012-2016 yılları arasında birinci seri FOLFİRİNOX rejimi ile tedavi edilen metastatik pankreas kanserli hastalar dahil edilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 44 metastatik pankreas kanserli hasta alındı. Hastalardan 30’u erkek (%68,2), 14’ü kadındı (%31,8). Hastaların yaş ortalaması 58,7 (34-73) yıldı. Median takip süremiz 14 ay idi. Hastaların metastaz bölgelerine bakıldığında %72,7 karaciğere, %18,2 akciğere, %18,2 peritona, %4,5 lenf nodlarına ve %4,5 kemiklere metastaz yapmıştı. Tedaviye yanıt oranlarına bakıldığında %40,9 hastada parsiyel yanıt, %13,6 hastada stabil yanıt, %45,4 hastada progresyon mevcuttu. Median progresyonsuz sağ kalım süresi 8 ay (%95 CI 4-12) olarak bulundu. Median genel sağ kalım süresi 14 ay (%95 CI 10.3-17.7), 6 aylık genel sağ kalım %76,2, 12 aylık genel sağ kalım %57,5, 24 aylık genel sağ kalım %6 olarak bulundu. Toksisite oranlarına bakıldığında grade 3-4 Nöropeni %36,4 (grade 3 %27,3, grade 4 %9,1), grade 3-4 trombositopeni %13,6 hastada görüldü. Grade 3-4 anemi %14,6 hastada görüldü. Hematolojik dışı yan etkilerden grade 1-2 ishal %68 olmasına rağmen grade 3-4 ishal %4,5 oranında görüldü. Grade 1-2 periferik duysal nöropati %72,7 oranında görülürken grade 3-4 duysal nöropati tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Metastatik pankreas kanserinde FOLFİRİNOX rejimi kullanılarak 12 ayın üzerine çıkan bir genel sağkalıma ulaşılmıştır. Fakat grade 3-4 hematolojik yan etki oranı %49’lara kadar çıkmıştır.
INTRODUCTION: The use of the FOLFIRINOX regimen in the treatment of metastatic pancreatic cancer prolonged both progression-free survival and overall survival. We wanted to retrospectively investigate the efficacy and safety of first-line FOLFIRINOX regimen use in patients with metastatic pancreatic cancer in the Turkish population.
METHODS: The study was designed as retrospective multicenter. Patients with metastatic pancreatic cancer treated with the first series FOLFIRINOX regimen between the years 2012-2016 were included.
RESULTS: Forty-four patients with metastatic pancreatic cancer were included in the study. 30 patients were male (68.2%) and 14 were female (31.8%). The mean age of the patients was 58.7 (34-73) years. Our median follow-up was 14 months. When the metastatic sites of the patients were examined, 72.7% had liver, 18.2% lung, 18.2% peritoneal, 4.5% lymph nodes and 4.5% bones metastases. There was 40.9% partial response, 13.6% stable disease and 45.4% progression disease in the patients. The median progression-free survival time was 8 months (95% CI 4-12). Median overall survival time was 14 months (95% CI 10.3-17.7), 6 months overall survival was 76.2%, 12 months overall survival was 57.5% and 24 months overall survival was 6%. Grade 3-4 neuropeni was found in 36.4% (grade 3, 27.3%, grade 4 9.1%) and grade 3-4 thrombocytopenia was found in 13.6% of the patients. Grade 3-4 anemia was seen in 14.6% of the patients.Grade 3-4 diarrhea was seen in 4.5% of cases, although grade 1-2 diarrhea was 68% with nonhematologic side effects. Grade 1-2 peripheral sensory neuropathy was observed in 72.7% of the cases, whereas grade 3-4 sensory neuropathy was not detected.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Patients with metastatic pancreatic cancer achieved a overall survival of over 12 months using the FOLFIRINOX regimen. However, grade 3-4 hematologic side-effects were up to 49%.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
7.Delayed Presentation of Sheehan's Syndrome
Güldane Tiyar, Semih Kalyon, Mehmet Küçük, Şenay Günaydın, Figen Kahyaoğlu, Halil İbrahim Onmaz, Fevkiye Nur İpekşener, Seray Türkmen Kalyon
doi: 10.5222/otd.2016.1062  EAMR 2016; 32 - 3 | Pages 179 - 181
Sheehan sendromu intrapartum veya postpartum kanama ve hipovolemiye bağlı gelişen hipofiz yetmezliğidir. Gelişmemiş ülkelerde ve halen gelişmekte olan ülkelerde halen sık görülmektedir. Empty sella sendromunun bilinen nedenlerinden biri de Sheehan sendromudur.Hipofizin hasarlanma derecesine göre belirtiler aniden ya da yıllar sonra ortaya çıkabilir. Postpartum hemoraji öyküsünün olması, adet görmekten kesilme ve süt vermede azalma teşhiste önemli ipuçlarıdır. Erken konulan teşhis ve uygun yapılan tedavi bu hastalarda morbidite ve mortaliteyi azaltmak için oldukça önemlidir. Bu çalışmada 30 yıl önce evde doğum yapan ve doğum sonrası ciddi kanaması olan bir hastada yavaş seyirli gelişen panhipopituitarizme neden olan Sheehan sendromlu olgu sunulmaktadır.
Sheehan's syndrome is pituitary deficiency induced by intrapartum and postpartum hemorrhage and hypovolemia. It is still frequent in underdeveloped and developing countries. Sheehan's syndrome is one of the reason of empyt sella.The symptoms of the syndrome can be seen months to years later depend on the degree of pituitary damage. History of postpartum hemorrhage, failure to lactate and cessation of menses are important clues to the diagnosis. Early diagnosis and appropriate treatment are very important to reduce morbidity and mortality of the patients. In this study, Sheehan's syndrome which led to panhypopituitarism and developed gradually in a patient with Sheehan's syndrome who delivered a baby at home 30 years ago and had severe postpartum hemorrhage will be presented.
Abstract | Full Text PDF

8.Cabon Monoxide Poisoning And Hyperbaric Oxygen Therapy
Yaşar İncekaya, Hatice Feyizi, Selin Bayraktar, İncila Ali, Cem Topuz, Serap Karacalar, Namigar Turgut
doi: 10.5222/otd.2017.1106  EAMR 2017; 33 - 2 | Pages 114 - 118
Karbonmonoksit (CO) gazı; tatsız, renksiz, kokusuz ve nonirritan gazdır. Her yıl sayısız CO zehirlenmesi olmaktadır. Karbonmonoksitin oksijene göre hemoglobine afinitesi 200 kat daha fazladır. Sonuçta Hb daha az oksijen taşır, dokulara oksijen salınımı bozulur ve doku hipoksisi gelişir. CO intoksikasyonunda hedef yeterli doku oksijenizasyonunun sağlanmasıdır ve tedavide öncelik en az 6 saat %100 maske ile oksijen verilmesi olmalıdır. Hiperbarik oksijen tedavisi hala tartışmalıdır. Çalışmamızda karbonmonoksit zehirlenmesi tanısıyla yoğun bakıma kabul edilen ve hiperbarik oksijen tedavisi uygulanan 2 olgu sunulmuştur.
Carbon monoxide (CO) is a colorless, odorless, nonirritant gas that accounts for numerous cases of CO poisoning every year from a variety of sources of incomplete combustion of hydrocarbons. Once CO is inhaled it binds with hemoglobin to form carboxyhemoglobin (COHb) with an affinity 200 times greater than oxygen that leads to decreased oxygen-carrying capacity and decreased release of oxygen to tissues leading to tissue hypoxia. The cornerstone for treatment for CO poisoning is 100% oxygen using a tight-fitting mask for greater than 6 hours. The indications for treatment with hyperbaric oxygen to decrease the half-life of COHb remain controversial. In our study admitted to intensive care with a diagnosis of carbon monoxide poisoning and hyperbaric oxygen therapy it has been presented of 2 patients.
Abstract | Full Text PDF

OTHER
9.Current Situation on Measles, Rubella, Mumps and Chickenpox Vaccinations
Sezen Özkök
doi: 10.5222/otd.2016.020  EAMR 2016; 32 - 0 1 | Pages 20 - 23
Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte geliştirilen onlarca aşıya
rağmen, aşıyla önlenebilir hastalıklar hala dünya genelinde
ciddi morbidite ve mortaliteye neden olmaktadır.
Kızamık, kızamıkçık, kabakulak ve suçiçeği bulaş oranı
yüksek, toplumda özellikle çocukluk yaş grubunda görülen
bulaşıcı hastalıklardır. Ancak bazı erişkinlerin çocukluk dönemi
aşılarını olmamaları ya da zaman içinde bağışıklık
düzeylerinde düşme meydana gelmesi nedeni ile toplumda
erişkin dönemde de bu hastalıklara rastlanılmaktadır. Bu
hastalıklar etkili aşılama programları ile önlenebilmektedir.
Bağışıklığı azalmış ya da hiç gelişememiş kişilerin yetişkinlikte
gerek mesleki, gerek yolculuk gibi nedenlerle bu
hastalıklarla karşılaşma olasılığı artmaktadır. Bu nedenle
risk altındaki kişilerin bağışıklamasına gereksinim duyulmaktadır.
Despite the vaccinations developed with the advanced
technology, diseases which can be prevented via vaccines
still cause morbidity and mortality worldwide. Measles,
Mumps, Rubella, and Chickenpox are highly contagious
diseases observed especially in children. However, they can
be diagnosed in adults, too in case childhood vaccinations
are neglected or immunity level decreases over time. These
diseases can be prevented using effective vaccination programs.
Adults whose immunities weakened or never developed
are exposed to higher risks against these diseases due
to job or travel related reasons. Therefore, it is required to
immunize the people who are under higher risk
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
10.Review: Complications of Rotator Cuff Surgery
Haluk Çelik, Mustafa Faik Seçkin, Şenol Akman
doi: 10.5222/otd.2017.1114  EAMR 2017; 33 - 3 | Pages 155 - 163
Rotator manşet onarımı artroskopik, mini-açık ve açık girişimler ile yapılabilen yaygın bir uygulamadır. Düşük morbidite beklenen bu uygulamalarda cerrahi sırasında ya da postoperatif dönemde önemli komplikasyonlar ile karşılaşılabilinmektedir. Dikkatli hasta seçimi, oluşabilecek komplikasyonların bilinmesi ve tedavisi ile başarılı sonuçlar alınabilir.Bu derlemede rotator manşet cerrahisi sırasında ya da takiplerde karşılaşılması muhtemel komplikasyonlar tartışılmıştır.
Rotator cuff repair is a common procedure performed via arthroscopic, mini-open and open techniques. While this surgery is considered to be of low morbidity, several potential complications can arise either intraoperatively or during the postoperative time period. When patients are selected carefully and complications treated appropriately, successful outcomes can be obtained.In this review the complications with rotator cuff surgery have been discussed.
Abstract | Full Text PDF

11.Facial hyperpigmentations and their management
Kübra Cüre, Emek Kocatürk, Utkan Kızıltaç
doi: 10.5222/otd.2016.1069  EAMR 2016; 32 - 4 | Pages 211 - 218
Dermatoloji kliniklerinde sık rastlanılan bir durum olan hiperpigmentasyon deri renginde koyulaşma anlamına gelir ve tedavisi hem hekim hem hasta için güçlükler yaratabilir. Konjenital formların yanısıra, çeşitli sistemik hastalıklar, deri hastalıkları ve çevresel faktörlerden kaynaklanan akkiz formları da vardır. Bu lezyonlar çoğunlukla asemptomatik olsa da yerleşim yerine bağlı olarak insanların sosyal ilişkilerini ve yaşam kalitelerini kötü etkileyebilen kozmetik ve psikososyal bir sorun haline gelebilir. Bu derlemede fasiyal hiperpigmentasyonun en sık nedenleri olan melazma, postinflamatuvar hiperpigmentasyon, efelid ve lentigoların tanı ve tedavisine değinilecektir.
Hyperpigmentation, which is a term that means darkening of the skin, is a frequent complaint with challenging clinical management both for the patient and the physician. There are congenital as well as acquired forms secondary to systemic diseases, skin problems or environmental factors. Although usually asymtomatic these lesions can have bad impact on patients’ social relationships and quality of life both as a cosmetic and psychological problem. This review will focus on melasma, post-inflammatory hyperpigmentation, freckles and lentigines which constitute major causes for facial hyperpigmentation.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
12.Career Planing of Nurses: An Example of Training and Research Hospital
Güven Bektemür, Sevgi Demiray, Dilek Özdemir Ürkmez
doi: 10.5222/otd.2016.1026  EAMR 2016; 32 - 1 | Pages 7 - 13
GİRİŞ ve AMAÇ: Kariyer planlama, modern örgütlerin amaç ve hedeflerine ulaşmada, bireyin amaçlarıyla kurumun amaçlarını buluşturmada, verim ve performans artışını sağlamada önemli bir rol oynamaktadır. Hemşirelerin üstlenebilecekleri pozisyonlara yerleşmeleri mutlu ve yüksek performansta çalışmalarını sağlayacak, hemşirelik bakımını ve hastanelerin kalitesini yükseltecektir. Bu nedenle çalışma, bir eğitim araştırma hastanesinde çalışan hemşirelerin hastanelerindeki kariyer planlama çalışmalarına ilişkin değerlendirmeleri ve bu değerlendirmelerin tanımlayıcı özelliklerine göre farklılaşma durumunu incelemek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırmanın tasarımı, tanımlayıcı niteliktedir. Araştırmanın evrenini Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir eğitim araştırma hastanesinde çalışan tüm hemşireler, örneklemini ise basit rastgele örnekleme yöntemi ile seçilen araştırmaya katılmaya gönüllü 100 hemşire oluşturdu. Araştırma verileri SPSS 15.0 programıyla analiz edildi.
BULGULAR: Araştırma kapsamındaki hemşirelerin %87‘si (n=87) kadın, %47’si (n=47) 30-39 yaş aralığında, %65’i (n=65) evli, %37’si (n=37) Sağlık Meslek Lisesi mezunu, %43’ü (n=43) 2-5 yıl aynı hastanede görev yaptığını ve %82’si (n=82) aktif hemşire olarak çalıştığını belirtti. Araştırmaya katılan hemşirelerin % 56’sı (n=56) yeni Hemşirelik Yasası’nı bildiklerini ve %52’si (n=52) de yasanın kariyer planlarını etkileyeceğini düşündüğünü belirtti. Ayrıca araştırmaya katılanların %53’ü (n=53) mevcut pozisyonundan memnun olmadığını ve %43’ü (n=43) öncellikle kariyerleri için özel dallarda sertifika almayı düşündüklerini belirtti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hemşirelerin hastanelerindeki kariyer planlama çalışmalarına ilişkin değerlendirmeleri ve bu değerlendirmelerin tanımlayıcı özelliklerine göre farklılaşma durumunu incelendiğinde; kariyer yönetimi uygulamalarının etkinliğinin ortalamanın üstünde bir değerde olduğu, kariyer yönetiminin etkinliğine ilişkin görüşlerinin cinsiyetleri, medeni durumları, hemşire olarak çalışma süreleri, mevcut hastanede çalışma süreleri, hemşirelik yasası hakkında bilgi sahibi olma, yeni hemşirelik yasasının kariyer planına olan muhtemel etkilerine bağlı olarak farklılaşmadığı sonucuna varılmıştır.
INTRODUCTION: Career planning has a significant role for modern organisations in order to increase the efficiency and performance. Placement of nurses to the positions that they can carry, will motivate them to work happily with higher performance and also increase the service quality of nursing care services and hospitals. This study was prepared to examine the assesment of career planning works of nurses operating in the training and research hospital and their differentations according to the descriptive properties of this assesment.
METHODS: Design of the study is descriptive. Universal set of the study constitutes entire population of nurses working on the training and research hospital which is belong to Ministry of Health, sample cluster contitutes 100 volunteer nurses who are chosen by simple random sampling methodology.
RESULTS: Nurses examined according to the study indicated that, 87 % ( n= 87 ) is female, 47% ( n=47) is between the age of 30 – 39, 65% (n=65 ) is married, 37% ( n=37) is graduated from medical vocational high school, 43 % ( n=43) have been working in the same hospital between 2-5 years and 82% (n=82) is working as a nurse. Samples also indicate that 56 % (n=56) knows the new Nursing Law and 52 % ( n= 52) believes that new Nursing Law will effect their career planning. Addition to this 53% (n=53) is discontent with their current position and 43% ( n=43) is considering to have additional certificates for special branches priorly for their careers.

DISCUSSION AND CONCLUSION: The effectiveness of career management application is over the average, their opinions about the effectiveness of the career planning effectiveness don’t differentiate according to gender, marital status, working period as a nurse, working period in the current hospital, have knowledge about the nursing law and possible effects of the new nursing law over their career plan.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
13.A Case of Hyperprolactinemia At Childhood
Beril Yaşa, Nalan Karabayır, Tuğrul Örmeci, Özlem Öcal, Servet Erdal Adal
doi: 10.5222/otd.2016.1032  EAMR 2016; 32 - 1 | Pages 45 - 48
Hiperprolaktinemi çocukluk yaş grubunda nadir olup hipofiz adenomlarından kaynaklanabilir. Onaltı yaşında kız hasta adet görememe, sol göğsünden süt gelmesi şikayetleri ile başvurdu. Fizik muayenesinde tiroid bezi palpe edilmeyen hastanın sol memesinden süt aktığı saptandı. Tetkiklerinde Tiroid Stimulan Hormon (TSH)=3.13uIU/ml (0.5-5 uIU/ml), serbestT4=0.73ng/dl (0.71-1.85ng/dl), Folikül Stimulan Hormon (FSH)=10.7 mIU/ml (4-13 mIU/ml, foliküler faz), Lüteinizan Hormon (LH)=8.45 mIU/ml (2.4-12.6 mIU/ml), Prolaktin=227.9ng/mL (5.18-26.53ng/ml) bulunması üzerine çekilen Hipofiz manyetik rezonans görüntülemede sella turcicayı genişleten, suprasellar sisterni oblitere eden, optik kiazmaya kadar uzanan 20x15 mm ebadında makroadenom saptandı. Kan Kortizol=14 mcg/dl (<20 mcg/dl), Büyüme Hormonu=2.86 mIU/ml (0-20 mIU/ml), Adrenokortikotropik Hormon (ACTH)=24.7 pg/ml (0-100 pg/ml) bulunan hastanın görme alanı muayenesinde bitemporal defekt izlenmedi. Nöroşirurji konsültasyonunda cerrahi girişim düşünülmeyen hastaya Kabergoline tedavisi başlandı. Tedavinin 2. gününde galaktoresi kaybolan olgunun 7. günde bakılan kan prolaktin düzeyi 14.84 ng/mL saptandı. Tedavinin 20. gününde çekilen Hipofiz manyetik rezonans görüntülemede adenom boyutlarında küçülme tespit edildi. Sonuç olarak çocuklarda hipofizer adenomların tedavisinde medikal tedavi ile yüz güldürücü sonuçlar alınabilir. Bu nedenle cerrahi girişimden önce medikal tedavi denenmelidir.
Hyperprolactinemia is a rare disease in childhood which can originate from pituitary adenomas. Sixteen years old girl admitted with complaint of amenorrhea and galactorrhea from left breast. On physical examination thyroid gland was nonpalpable and galactorrhea from left breast is detected. Laboratory evaluations revealed that; Thyroid Stimulating Hormone (TSH)=3.13uIU/ml (0.5-5uIU/ml), freeT4=0.73ng/dl (0.71-1.85ng/dl), Follicule Stimulating Hormone (FSH)=10.7mIU/ml (4-13mIU/ml, follicular phase), Luteinising Hormone (LH)=8.45mIU/ml, Prolaktin=227.9ng/mL (5.18-26.53ng/ml). Pituitary magnetic resonance imaging showed a macroadenoma about 20x15 mm extending to optic chiasm, enlarging sella turcica and obliterating suprasellar cisterna. Serum levels of cortisole =14mcg/dl (<20 mcg/dl), growth hormone =2.86mIU/ml (0-20 mIU/ml), Adrenocorticotropic Hormone (ACTH) =24.7 pg/ml (0-100pg/ml). There was no bitemporal defect in visual area examination. On neurosurgical consultation,there were no neccesity for surgical intervention and cabergoline treatment was initiated. Galactorrhea was resolved on the second day of treatment,and prolactin level decreased to 14.84 ng/ml on 7th day. Pituitary magnetic resonance imaging showed shrinkage in size of adenoma on 20th day. At a conclusion,medical treatment of prolactinoma in childhood may have satisfying response; so that medical treatment should be tried before surgical intervention.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
14.Chemotherapy Induced Toxic Polyneuropathy in Cancer Patients
Ülkü Türk Börü, Çiğdem Çemberci, Nilay Padir, Adnan Bilgiç, Mustafa Taşdemir
doi: 10.5222/otd.2016.1041  EAMR 2016; 32 - 2 | Pages 69 - 74
GİRİŞ ve AMAÇ: Kanser ilaçlarının toksik etkilerine bağlı polinöropatiler gelişme oranı ilaçlara göre değişkenlik göstermektedir. Bu çalışmada taksan ve platin grubu kemoterapi alan hastalarda, ilaca bağlı toksik polinöropati gelişimi oranını belirleme amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya taksan (doketaksel ve paklitaksel) ve platin (karboplatin ve sisplatin) alan hastalar alındı. Tüm hastalar klinik ve elektrofizyolojik olarak tedavi öncesi ve sonrası ilaca bağlı polinöropati açısından değerlendirildi. Polinöropati tespit edilen hastalarda anti-Yo, anti-Hu, anti-Ma2/Ta antikorlarına bakıldı.
BULGULAR: Toplam 123 hasta çalışmaya dâhil edildi. 22 tane (%17,8) hasta çalışmayı tamamlayamadan öldü. Tedavi almadan önce 12 hastada (%9,8) kansere bağlı polinöropati tespit edildi. Ölen ve tedavi öncesi kansere bağlı polinöropati gelişen toplam 34 hasta çalışmadan çıkarıldı. Kalan 89 hasta tedaviye alındı. Tedavi sonrası 50 hastada (%56,2) klinik ve elektrofizyolojik olarak kemoterapiye bağlı polinöropati tespit edildi. Paklitaksel+karboplatin alan 56 hastanın 33’ünde (%58,9) toksik polinöropati gelişti. Doketaksel +sisplatin alan 20 hastanın 10’unda (%50) toksik polinöropati gelişti. Her iki grup arasında polinöropati oluşturma açısından istatiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi. Her iki grupta da polinöropati gelişimi kümülatif doz ile ilişkili olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İlaca bağlı gelişen toksik polinöropati paklitaksel ve doketaksel grubunda oldukça yüksek oranda gözlenmektedir. Bu sonuçlar bize doz yükseldikçe polinöropati gelişme oranı arttığını göstermektedir.
INTRODUCTION: It was shown that toxic polyneuropathy rate can vary with toxic effects of cancer treatment. We aimed to evaluate chemotherapy induced toxic polyneuropathy in cancer patients who received taxane and platine.
METHODS: We enrolled all patients who received taxane (docetaxel and paclitaxel) and platine (carboplatine and cisplatin). Each patient was clinacally and electrophysiologically evaluated before and after the treatment. In the patients with toxic polyneuropathy were studied anti-Yo, anti-Hu, anti-Ma2/Ta.
RESULTS: Totally 123 patients were included in the study. 22 of the patients (%17,8) died during the treatment. In 12 of the patients (%9,8), clinically and electrophysiologically was diagnosed with polyneuropathy before the treatment. In 50 of 89 patients was developed toxic polyneuropathy due to chemotherapy. 33 of 56 patients (%58,9) who were treated with paclitaxel +carboplatine had toxic polyneuropathy. 10 of 20 patients(%50) who received docetaxel+cisplatin had toxic polyneuropathy. The relation between cumulative dose of paclitaxel and polyneuropathy was statistically significant. The relation between cumulative dose of docetaxel and polyneuropathy was statistically insignificant. The relation between cumulative dose of cisplatin and polyneuropathy was statistically insignificant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Drug induced toxic polyneuropathy was found fairly high in patients who were treated with taxane and platine. The study pointed out that the toxic polyneuropathy rate is related to cumulative dose.
Abstract | Full Text PDF

OTHER
15.Crimean-Congo Hemorrhagic Fever
Şebnem Eren Gök
doi: 10.5222/otd.2016.013  EAMR 2016; 32 - 0 1 | Pages 13 - 19
Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) kene kaynaklı, Bunyaviridae
ailesine ait bir virüs (KKKAV) tarafından oluşturulan
zoonotik bir hastalıktır. Asıl vektörleri, hyalomma
cinsi kenelerdir. Hastalık, Asya, Afrika, Doğu Avrupa ve
Ortadoğu bölgelerinde, 30’dan fazla ülkeden bildirilmiştir.
Türkiye’den ilk olgular 2002 yılında bildirilmiştir. KKKA
virüsü, infekte kenelerin ısırması veya ezilmesi, KKKA’lı
hastanın veya viremik hayvanların kanı veya vücut sıvıları
ile temas yoluyla bulaşmaktadır. KKKA’in oluşturduğu
klinik tabloda dört dönem tanımlanmıştır: inkübasyon, prehemorajik,
hemorajik ve konvelesan dönem. KKKA’i, kısa
bir inkübasyon dönemini takiben ani başlayan yüksek ateş,
titreme, şiddetli baş ağrısı, baş dönmesi, sırt ve karın kaslarında
ağrı ile karakterize bir klinik tablo oluşturur. Ciddi olgularda,
peteşiden yaygın ekimozlara kadar değişen kanamalar
olabilir. Hastalığın erken döneminde tanı için şüphe
etmek gereklidir. Klinik semptomlar ve epidemiyolojik öykü
yanında, kan sayımı ve biyokimyasal test sonuçları KKKA
enfeksiyonu için ilk ipuçlarını oluşturur. KKKA’in ayırıcı
tanısında, bakteriyel, viral ve enfeksiyon dışı nedenler de
düşünülmelidir. KKKA’nin kesin tanısı, spesifik laboratuvar
testleri ile konulur. Destek tedavisi, hasta tedavisinde
en önemli bölümü oluşturur. Plasebo kontrollü çalışmalar
olmamasına rağmen ribavirin, tedavide kullanılan tek antiviral
ilaçtır. Korunmada, akarisidler ve koruyucu giysi
kullanımı gibi kişisel koruyucu önlemler, sağlık çalışanları
içinde basit bariyer önlemleri önemlidir.
Crimean-Congo Hemorrhagic Fever (CCHF) is a tickborne,
zoonotic infection caused by a virus (CCHFV) from
the Bunyaviridae family. Hyalomma ticks are the main vectors
of the infections. The disease has been reported from
more then 30 countries in Asia, Africa, Eastern Europe, and
the Middle East. The first cases of CCHF have been reported
from Turkey in 2002. The CCHF virus is transmitted to
humans by the bites or crushing of infected ticks, contact
with blood or body fluids of CCHF patients or viremic livestock.
The typical clinical course of CCHF was described
through four distinct phases: incubation, prehemorrhagic,
hemorrhagic, and convalescence periods. After a short incubation
period, CCHF is characterized by a sudden onset
of high fever,chills, severe headache, dizziness, back, and
abdominal pains. In severe cases, hemorrhagic manifestations,
ranging from petechiae to large areas of ecchymosis,
develop. A high index of suspicion is necessary in the early
phase of the disease for diagnosis. Epidemiological history
along with clinical symptoms, blood count, and biochemical
test results are the first indicators of CCHF infection.
The differential diagnosis for CCHF infection should include
bacterial, viral, and non-infectious causes. The definitive
diagnosis of CCHF depends on the specific diagnostic
laboratory methods. Supportive therapy is the most essential
part of case management. Ribavirin is the only antiviral
drug used in the treatment although definitive studies are
not available. Personal protective measures such as the use
of acaricides and wearing protective clothing and simple
barrier precautions for healthcare workers are important
for protection.
Abstract | Full Text PDF

16.Toxoplasmosis
Ceyhun Varlı, İsmail Türköz, Serkan Aydemir, Salih Emre, Funda Şimşek, M. Taner Yıldırmak
doi: 10.5222/otd.2016.024  EAMR 2016; 32 - 0 1 | Pages 24 - 28
Toksoplazmoz, toksoplasma gondiinin etken olduğu infeksiyonun
adı olup, bu parazit 1908 yılında keşfedilmiştir. Tüm
dünyada yaygın olarak görülmekle birlikte, sağlıklı bireylerde
genellikle asemptomatik seyreder. Türkiye’ de seropozitiflik
oranları % 30-79 arasındadır. Parazit seksüel yaşam
döngüsünü kedilerde tamamlayıp, aseksüel evrede insanlar
dahil birçok memeliyi enfekte edebilir. İnsanlar enfekte yiyeceklerin
tüketimi dışında transfüzyon yolu ve anneden bebeğe
geçiş şeklinde de hastalığı edinebilir. Toksoplazmoz;
semptomatik olduğunda lenfadenopati, döküntü, hepatosplenomegali,
ateş ile prezente olup, özellikle immunsupresif
bireylerde yaşamı tehdit eden ensefalit, pnömoni, perikardit
gibi ağır formlarda da görülebilir. Annede aktif enfeksiyon
varlığında transplasental yolla bebeğe geçerek ölüdoğuma
veya doğum sonrası koryoretinit, hidrosefali, mental retardasyon
gibi tablolara yol açabilir.
Tanıda en sık kullanılan yöntem ELISA ile IgM – IgG bakılması
olup, tanının desteklenmesi veya kesinleştirilmesi için
avidite testi, Sabin-Feldman boya testi, PCR, lateks aglutinasyon,
histopatoloji yöntemleri de kullanılabilir. Tedavide
primer ajanlar primetamin ve sulfadiazindir. Alternatif olarak
klindamisin, TMP-SXT, azitromisin, atovaquon kullanılan
diğer ajanlardır. Gebelerde primer olarak bebeği maternal
enfeksiyondan korumak için spiramisin kullanılır
Toxoplasmosis is the name of an infectious disease and the
causative agent is toxoplasma gondii parasite. This parasite
had been discovered in 1908. It’s seen worldwide and course
of disease in immunocompetent individuals is generally
asymptomatic. The seropositivity rates in Turkey are between
30 and 79 percent. Parasite completes its sexual life
cycle in the feline’s gastrointestinal system and can infect
many mammals including humans in its asexual life cycle.
Humans can acquire the disease via digestion of infected
meals. Other possible ways of transmission are transfusions
from infected blood products and transplacental way
from infected mother to fetus. When the disease becomes
symptomatic; lymphadenopathy, rashes, hepatosplenomegaly,
fever may be seen and especially the immunosupressive
individuals can experience the mortal complications
such as encephalopathy, pneumoniae, pericarditis. If the
mother has active disease during her pregnancy period, the
parasite can be transmitted to the fetus via plasental way
and stillbirth can be seen, or it can cause conditions like
chorioretinitis, hydrocephalus, mental retardation.
Testing for IgM and IgG via the ELISA is the most common
method for diagnosis. The Avidity test, Sabin-Feldman
dye test, PCR, latex aglutination and histopathology methods
may be useful for supporting the diagnosis or making
definitive diagnosis. The primer agents for treatment are
pyrimethamine and sulfadiazine. Clindamycin, TMP-SXT,
azithromycin and the atovaquone are the alternative agents
for the therapy. Spiramycin is used in pregnant women for
the protection of fetus from infection.
Abstract | Full Text PDF

CASE REPORT
17.A case of glutaric aciduria type 1 diagnosed at an early age
Ensar Duras, Yelda Türkmenoğlu, Bekir Yiğit Develi, Attila Alp Gözübüyük, Özlem Evrim Göksoy Topal, Ozan Özkaya
doi: 10.5222/otd.2018.48278  EAMR 2018; 34 - 1 | Pages 46 - 49
Glutarik asidüri tip 1, L-lizin, L-hidroksilizin ve L-triptofan metabolizmasında rol alan glutaril koenzim A dehidrogenaz enzim eksikliğine bağlı olarak otozomal resesif kalıtılan ender görülen nörometabolik bir hastalıktır. Hastalık geçirilen bir enfeksiyonu, rutin aşılamayı ya da cerrahi müdahaleyi takiben başlayan konvülziyon, distoni ve diskinetik hareketlerle veya nöromotor gelişim basamaklarının kaybı gibi kronik seyirli bir tablo ile ortaya çıkabilir. Makrosefali hastaların büyük bir kısmında bulunmaktadır. Tandem-mass spektrometre, idrar organik asit analizi ve beyin manyetik rezonans görüntülemesi ile glutarik asidüri tip 1 tanısı konulabilir. Tedavide lizinden kısıtlı diyet ile L-karnitin başlanarak hastalığın ilerlemesi büyük ölçüde önlenebilir. Bu yazıda, kliniğimize ateş ve öküsürük yakınması nedeniyle başvuran, fizik muayenesinde makrosefali saptanan ve izleminde diskinetik hareketleri ve konvülziyonu gözlenen altı aylık erkek hasta sunularak glutarik asidüri tip 1’de erken tanı ve tedavinin öneminin vurgulanması amaçlanmıştır.
Glutaric aciduria type 1 is an autosomal recessive rare neurometabolic disease caused by the deficiency of glutaryl-coenzyme A dehydrogenase which has a part in L-lysine, L-hydroxylysine and L-tryptophan metabolism. It may be manifested by convulsion, dystonia and dyskinetic movements or by chronic course such as the loss of the neuromotor development stages following an infection, a routine vaccination or surgery. Majority of the patients has macrocephaly. Tandem-mass spectrometry, urine organic acid analysis and brain magnetic resonance imaging can be used to diagnose glutaric aciduria type 1. The progression of the disease may be limited considerably with lysine restricted diet and L-carnitine supplementation. In this article, we aimed to emphasize the importance of early diagnosis and treatment in glutaric aciduria type 1 by presenting a six-month-old male patient who was admitted to our clinic with the complaints of fever and cough and identified with macrocephaly on the physical examination and developed dyskinetic movements and convulsions on his follow-up.
Abstract | Full Text PDF

18.Benign Epidermal Perianal Inclusion Cysts
Özlem Öndeş Bayar, Refik Bademci, İsmail Ege Subaşı
doi: 10.5222/otd.2016.1033  EAMR 2016; 32 - 1 | Pages 49 - 51
Epidermal kistler çok yaygın lezyonlardır. Bu makalede perianal yerleşimli epidermal inklüzyon kist olgusu sunmaktayız. Yüzeyel ultrason ile perianal bölgede yerleşmiş olan kistik kitlenin olduğu görüldü. Histopatolojik değerlendirme için kitleye total eksizyon uyguladık. Patoloji sonucu epidermal inklüzyon kisti geldi. Perianal yerleşimli epidermal inklüzyon kistleri nadir görülen lezyonlardır. Anal ve perianal bölge benign ve malign hastalıklarının ayırıcı tanısında bu bölgenin epidermoid kistleride akılda tutulmalıdır.
Epidermal cysts are very common lesions.We offer a perianal epidermal inclusion cysts located in the article. Cystic in the perianal region with superficial ultrasound showed that the mass. We performed total excision of the mass for histopathological evaluation. Pathology results came epidermal inclusion cyst. Perianal localization of epidermal inclusion cysts are rare lesions.In the differential diagnosis of benign and malignant diseases of the anal and perianal epidermoid cyst should be considered in this area.
Abstract | Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
19.Preferences for Contraception Methods in Turkish Women
Güler Bağbozan Ateşer, Esra Güzel, Serdar Kaya, Derya Sivri Aydın, Nazife Şahbaz, Meral Kurt Durmuş
doi: 10.5222/otd.2017.1094  EAMR 2017; 33 - 4 | Pages 241 - 246
GİRİŞ ve AMAÇ: Türk kadınlarının gebelikten korunma yöntemleriyle ilgili tercihlerini öğrenmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gebe polikliniğimizde takip olan 349 kadın çalışmaya katılmıştır. 26 sorudan oluşan bir anketi çalışmasıdır.
İstatistiksel analiz: SPSS 15.0 for windows kullanıldı. Mann Whitney U ve Chi square testleri ile değerlendirmeler yapıldı. alfa değeri p<0,05 alındı
BULGULAR: Gebelerin yaş ortalamaları 28,4±5,7, ortalama evlilik süresi 5,80+4.98 yıldı. Yöntem kullanma oranı %70,5 di. Kullanılan yöntemler %26,1 geri çekme, %16,3 prezervatif, %14,6 spiral, %11,2 OK ve %2,4 diğer yöntemlerdi. Ortalama kullanım süresi 29,4±36,2 aydı. Gebelikten korunma eylemini % 50.7 oranında eş yükleniyordu.
%75,1’i çocuk istediği, %3,4’ü korunurken gebe kaldığı, %0,9’uı yan etki nedeniyle kontrasepsiyonu bırakmıştı. %20,6sı bir nedeni olmadan kontrasepsiyondan vazgeçmişti.
Kullanılan yöntemden memnun olma oranı %11.5.
İstenilen çocuk sayısı ortalama 2.44+0.87di. % 60.5 inin bu gebeliğini planlamıştı. %90.5i doğum sonrası bir koruyucu yöntem kullanmaya başlıyacaktı. Yeterli çocuk sayısına ulaşıldığında kadınların %24.1 kalıcı sterilizasyon yöntemi tercih edebileceğini, %10.9 da eşinin bunu gerçekleştirebileceğini ifade etti.
Modern yöntem kullanan kadınların %53.02 harcama yaparak yönteme ulaşıyordu. Fakat tüm kadınların %88.8 bu hizmete ücretsiz ulaşabilmeyi istiyordu.
Gençler doğum kontrol hapları ve kondomu tercih ederken yaş ilerledikçe RİA daha çok tercih ediliyordu. 20 yaş altındakiler hariç, geri çekme yöntemi tüm yaş gruplarınca başlıca kullanılan yöntemdi. 30-35 yaş arası grupta korunma yöntemi kullanmama oranı %5 düşüyordu.
Yöntem kullanmayan ve geri çekme yöntemi kullanan hastaların sağlık tesislerine başvurma alışkanlıkları düşük oranda, RİA ve doğum kontrol hapı kulanan kadınlarda ise bu oran daha yüksekti (p<0.001).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Korunma yöntemlerine kolay ve ücretsiz ulaşmayı sağlayacak bir nüfus planlama hizmeti, modern yöntemlerin daha yüksek oranda kullanılmasını sağlıyabilir

INTRODUCTION: The aim of the study is to learn the preferences of Turkish women about the methods of protection from pregnancy.
METHODS: 349 women participated in our study. It is a questionnaire study consisting of 26 questions.
SPSS 15.0 for windows was used. Mann Whitney U and Chi square tests were used to evaluate the patient’s data. p <0,05 was taken.

RESULTS: The average age of pregnancies is 28.4 ± 5.7, the average marriage duration is 5.80 + 4.98 year. Method use rate is 70.5%.- 26.1% withdrawal, 16.3% condom, 14.6% IUD, 11.2% oral contraceptives and 2.4% other methods. The average duration of use is 29.4 ± 36.2 months. 50.7% of contraception were co-loaded.
The rate of satisfaction with the method was 11.5%.
The average number of children desired was 2.44 + 0.87. 60.5% of them planned this pregnancy. 90.5% of them will start contraception after birth. When a sufficient number of children reached, 24.1% of women would prefer permanent sterilization and 10.9% of their husband could do it.
53.02% of the women using the modern method had reached the method by spending.However, 88.8% of all women wanted to be able to access this service free of charge.
Young couples prefer oral contraceptives and condoms, and as age progressed, IUD was preferred. Except for those under 20, withdrawal was the principal method used in all age groups. In the group of 30-35 year-olds, the rate of non-use of protection decreased by 5%
Patients who did not use any of this methods and use withdrawal method have a low habit of applying to health facilities. This rate was higher in women who were using IUD and contraceptive pill (p <0.001).


DISCUSSION AND CONCLUSION: A population planning service which provides easy and free access can lead to higher use of modern methods

Abstract | Full Text PDF

20.A New Treatment Modality for Mallet Finger Deformity: 4-2-2 Protocol
Yüksel Kankaya, Nezih Sungur, Kadri Özer, Melike Oruç, Koray Gürsoy, Özlem Çolak, Gürhan Mustafa Ulusoy, Uğur Koçer
doi: 10.5222/otd.2017.1076  EAMR 2017; 33 - 2 | Pages 93 - 98
GİRİŞ ve AMAÇ: Çekiç parmak deformitesinin tedavisinde distal interfalangeal eklemi ekstansiyonda immobilize eden splintler başarıyla kullanılmaktadır. Splintlemenin başarısız olduğu durumlarda cerrahi teknikler kullanılabilmektedir. Bu çalışmada erken aktif kontrollü harekete izin veren bir splintleme ve rehabilitasyon programı ile kombine olarak uygulanan alternatif bir cerrahi tekniği sunmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya splintleme süreci başarısızlıkla sonuçlanan 27 hasta dahil edildi. Bu hastaların ameliyat sonrası 1. yıl sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Cerrahi teknik olarak, distal interfalangeal eklemin açık redüksiyonu ve kirschner teli ile fiksasyonu uygulandı. Tırnağın ulnar ve radyal taraf eponişyumu ve ekstansör tendondan prolen dikiş geçildi ve sonrasında kirschner teli üzerinde bağlandı. Postoperatif 4. haftada tel çıkarıldı ve tendonu tutan dikiş tırnak yatağı üzerine sabitlenen bir metal kopçaya bağlandı. Standart Stack splint immobilizasyon amacıyla 2 hafta kullanıldı. Bu periyotta, ek olarak, 15 ve 25 derece fleksiyonda bir termoplastik splint ile egzersiz programı verildi. Postoperatif 6. haftada, gece splintlemesine başlandı ve 2 hafta süreyle kullanıldı.
BULGULAR: Postoperatif 1. yılda distal interfalangeal eklemin ortalama ekstansiyon kaybı 1.70 idi. 19 hastada tam ekstansiyon mevcutken 8 hastada ortalama 5.80 ekstansiyon kaybı tespit edildi (2-100). Crawford değerlendirme kriterlerine göre 19 hasta mükemmel, geri kalan 8 hasta da iyi olarak kabul edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, 4-2-2 protokolü ile birlikte uygulanan cerrahi teknik düşük komplikasyon oranları ve iyi fonksiyonel sonuçları ile daha önce tanımlanmış cerrahi tekniklere etkili bir alternatif olarak görülmektedir.
INTRODUCTION: Splints that immobilize distal interphalangeal joint (DIP) in extension are used successfully for the treatment of mallet finger deformity. In case of unsuccessful splinting, surgical techniques can be used. In this study, it was aimed to present an alternative surgical technique in combination with splinting and rehabilitation program allowing early active controlled movement.
METHODS: In the study, postoperative 1 year results of 27 patients with an unsuccessful splinting program were evaluated retrospectively. As surgical technique, open reduction and fixation of DIP with kirschner wire was performed. Prolene suture was passed through eponychium of ulnar and radial sides of the nail and extensor tendon. Then, suture was secured on kirschner wire. At postoperative 4th week, wire was removed and suture holding the tendon was tied on a metal hook adhered to nail plate. Standard Stack splint was used for 2 weeks for immobilization. During this period, additionally, a progressive exercise program was given with a thermoplastic splint at 15 and 25 degrees of flexion. At postoperative 6th week, night splinting was begun for additional two weeks.
RESULTS: Average extension lag of DIP joint was 1.70 at postoperative 1 year. Full extension was present in 19 patients and average extension lag of 5.80 was present in 8 patients (2-100). According to the Crawford’s evaluation criteria, 19 patients were accepted as perfect and remaining 8 patients were accepted as good.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, surgical technique with 4-2-2 protocol seems to be an effective alternative to previously defined surgical procedures with low complication rates and good functional outcome.
Abstract | Full Text PDF