En Çok İndirilen Makaleler
<< Geri
DERLEME
1.
Açlığın Fizyolojisi
The Physiology of Hunger
Zeynep Altın
doi: 10.5222/terh.2017.179  AJM 2017; 27 - 3 | Sayfalar 179 - 185
Açlık organik, psikolojik ve sosyal nedeni olan ve dünyada geniş kitleleri etkileyen bir durumdur. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), devam eden ekonomik ve mali krizin çok daha fazla insanı açlık ve yoksulluğa itebileceği uyarısında bulunulmuştur. Açlığın metabolik ve yapısal olarak birçok sistem üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Komplikasyonların anlaşılması, mortalitenin/morbiditenin değerlendirilmesi ve tedavi protokolünün hazırlanması açısından hastanın açlığın hangi evresinde olduğu bilinmelidir. Tedavide açlığın altta yatan nedeni, saptandığı evresi, ek hastalık varlığı ve bu süreçte alınabilmiş gıda özellikleri belirleyici olmaktadır. Mutlak enerji yoksunluğu ile yetersiz enerji alımında, tedavi ve yaklaşımlar farklı olmaktadır.
Hunger has organic, psychological, social causes and affects wide masses of people all around the world. Food and Agriculture Organization of the United Nations (FAO) warns that carrying on economical crisis can push much more people into the hunger and poverty. It is known that hunger has many effects on different organ systems as a result of which causes metabolic and anatomic disorders. For understanding the complications of hunger, evaluation of its mortality and morbidity and for preparing new treatment protocols, stage of disease should be understood carefully.
Underlying etiology of hunger, its stage, existing comorbidities and attainable food resources can lead hunger treatment. There are a variety of treatment strategies depend on the cause of hunger whether it is because of an absolute lack of energy intake or it is because of inadequate energy intake.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

2.
Covid 19 Pandemisinde Yaşlılar
Elderly People in Covid-19 Outbreak
Zeynep Altın
doi: 10.5222/terh.2020.93723  AJM 2020; 30 - 60 2 | Sayfalar 49 - 57
Tüm dünyaya yayılan Covid 19, 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından pandemi olarak kabul edilmiştir. Covid 19 salgını, tüm dünyada milyonlarca insanın enfekte olmasına ve çok sayıda kişinin hayatını kaybetmesine neden oldu. Covid-19'un yaşlı yetişkinler arasında gözlenen yüksek morbidite ve mortalite oranları, hem ana akım medyada hem de sosyal medyada yaygın olarak dillendirildi. Dünyada birçok hükümet, söylemlerinde yaş vurgusu yaptı ve böylelikle yaş(lı) ayrımcılığına zemin hazırlayan bir ortam oluştu.
Geriatri alanında çalışmalar artıyor olsa da yaş-temelli ayrımcılık yaygındır. Yaşlıları pandeminin olumsuz etkilerinden korurken onlara bu acil ve olağandışı durumda saygı duymak ve desteklemek gerekmektedir. Pandemi sağlık sistemi üzerinde yüksek baskı oluşturduğunda ve kaynakların mevcudiyeti tüm ihtiyaçlarla başa çıkmak için yeterli olmadığında, yaşın olumsuz bir faktör olabileceği yönündeki risk unutulmamalı ve tüm yaşlı insanların bu zamanlarda saygı ve onurla tedavi edilmesini savunmalıyız.
Bu yazı ile Covid 19 salgınının patlak vermesinin sonucu maruz kaldığımız pandemi günlerinde toplumun kırılgan, dezavantajlı gruplarından olan yaşlılar ile riskleri, pandemik triyajdaki yaş faktörü ve müdahale alanlarının tartışılması amaçlandı.
Covid-19 infection which affects the whole world was accepted as a pandemic by the World Health Organization (WHO) on March 11, 2020. The Covid-19 outbreak has caused millions of people to become infected and a large number of people to die across the world. The high morbidity and mortality rates of Covid-19 among older adults have been widely took place both in press and social media. Governments around the world have emphasized age in their declarations and therefore created an environment that lays the ground for elder discrimination. Although studies in the field of geriatrics are increasing, age-based discrimination is still common in societies. While protecting the elderly from the negative effects of the pandemic, it is necessary to respect and support them in this emergency and unusual situation. In some cases, it can be seen that the pandemic exerts pressure on the health system and the available resources are not sufficient to deal with all medical requirements. It should be remembered that older age may be a risk factor in these cases. But the more important thing is; to ensure that all elderly people are treated with respect and dignity even at these times. With this article, it is aimed to discuss the age factor and intervention areas in pandemic triage and other risky situations in the elderly people who are among the disadvantaged groups of society, during the Covid-19 pandemic period.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

KLINIK ARAŞTIRMA
3.
Parotis Bezi Warthin Tümörü: Cerrahi Sonrası Takip ve Tedavi Değerlendirilmesi
Warthin’s Tumour of Parotid Gland: Post-Surgical Evaluation of Follow-up and Treatment
Süreyya Hikmet Kozcu, İlker Burak Arslan, Sinan Uluyol, Erhan Demirhan, İbrahim Çukurova
doi: 10.5222/terh.2017.121  AJM 2017; 27 - 2 | Sayfalar 121 - 125
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı parotis bezi Warthin tümörü olan hastaları retrospektif olarak inceleyerek, hastaların demografik ve klinik özelliklerini, uygulanan cerrahi tedavi sonuçlarını ve nüks durumlarını tanımlamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temmuz 2008 ile Ağustos 2014 tarihleri arasında parotis bezi Warthin tümörü nedeniyle opere edilen kırk bir hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, operasyon şekli, takip süresi, çift taraflılık ve cerrahi tedavi sonrası nüks durumu kaydedildi. Takipte bütün hastalara kontrastlı manyetik rözenans görüntüleme uygulandı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastalar 40 ile 81 yaş arasındaydı (Ortalama yaş 57,9). Erkek kadın oranı 4,8: 1idi. Kırk bir hastanın yedisinde çift taraflı Warthin tümörü saptandı. Kırk üç yüzeyel parsiyel parotidektomi ve üç total parotidektomi uygulandı. Çift taraflı tümörü olan hastalardan ikisi tedaviyi reddetmesi üzerine diğer taraftan cerrahi yapılmadı. Cerrahi sonrası hastalar ortalama 21,7 ay takip edildi. İki hastada nüks saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Uzun dönem nüks riski göz önüne alındığında yüzeyel parsiyel parotidektominin yüzeyel lob yerleşimli Warthin tümörlerinde uygun tedavi yöntemi olduğu görüldü.
INTRODUCTION: The aim of this study is to describe patients’ demographic and clinical features, results of applied surgical treatment and recurrence status by investigating the patients with Whartin`s tumor of parotis gland retrospectively.
METHODS: Forty one patients who were operated because of Warthin’s tumour of parotid gland between July 2008 and August 2014 were included in the study. Patients’ demographic features, operation type, follow-up time, bilaterality and reccurence status after surgical treatment were noted. Magnetic rosenance imaging with contrast was implemented to all patients in follow-up.
RESULTS: The patients who were included in the study were ranges between 40 and 81 years(Median age 57,9). The male female ratio was 4,8: 1. Both sided Warthin tumour were established in seven of the forty one patients. Forty three superficial partial parotidectomies and three total parotidectomies were performed. After the two of patients who had both sided tumors refused the treatment, the contralateral surgeries were not performed. The patients were followed up median 21,7 months after surgery. The recurrences in two patients were found.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Superficial partial parotidectomy was established as suitable treatment modality with Warthin tumours in superficial lob when the long-term risk of recurrence was taken into consideration.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Covid-19 Salgını Sırasında Sağlık Çalışanlarında Spielberger Durumluk ve Sürekli Kaygı Düzeyi: Tepecik Hastanesi Örneği
Spielberger State and Trait Anxiety Level in Healthcare Professionals During the Covid-19 Outbreak: A Case of Tepecik Hospital
Hüseyin Hakan Sakaoğlu, Dilek Orbatu, Mustafa Emiroglu, Özlem Çakır
doi: 10.5222/terh.2020.56873  AJM 2020; 30 - 60 2 | Sayfalar 1 - 9
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, hayatı her boyutu ile derinden etkileyen güncel pandemi olan Covid-19 önceliklidir. Covid-19; Aralık 2019’da Çin’in Hubei bölgesi başkenti Wu-han’da başlamıştır. 11 Mart 2020’de salgın “pandemi” olarak ilan edilmiştir. Salgın, hepimizde ister istemez bir ölüm kaygısı yaratmış olabilir. Özellikle risk grubunda olan sağlık çalışanları için. Sağlık işkolu en riskli işlerden birisi olarak kabul edilir. Bu çalışmanın amacı Covid-19 ile mücadelede en ön safta yer alan Sağlık Çalışanlarının bu pandemi sırasında yaşadıkları kaygı düzeyini ve ona bağlı değişkenleri analiz ederek literatüre katkı sağlamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma 2020 yılında pandemi devam ederken Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ulaşılabilen sağlık personeline anket yoluyla yapılmıştır. Araştırmada kaygı düzeyini ölçmek için Spielberger tarafından geliştirilen State-Trait Anxiety Inventory-STAI kullanılmıştır.
BULGULAR: Tüm grupta durumluk ve sürekli kaygı puanları değerlendirildiğinde; Durumluk kaygı puanı ortalamasının 44,17 ± 4,97 (%95 GA: 43,12 - 45,21) Sürekli kaygı puanı ortalamasının 44,16 ± 5,88 (%95 GA: 43,14 - 45,18) olduğu görüldü. Araştırma da kaygı düzeyini etkileyen bağımsız değişkenler arasında cinsiyet, medeni durum, çocuklu olma durumu, Covid’li hastayla doğrudan teması olup olmaması, temas süresi, gruplarında anlamlı farklılıklar bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık personelinin dinlenme ihtiyacının planlanarak, sadece bulaşma riski değil uykusuzluk ve yorgunluğa bağlı oluşacak diğer risk faktörlerin kontrol altına alınmasını sağlayacak çalışma ve dinlenme ortamlarının oluşturularak çalışma saatlerinin yeniden planlanması, stres ve kaygı düzeylerinin azaltılmasına yönelik destekleyici idari çalışmaların yapılması önerilmektedir.
INTRODUCTION: This study takes priority over Covid-19, the current pandemic that affects life in every aspect. Covidien-19; It started in Wu 2019, the capital of China's Hubei region in December 2019. On 11 March 2020, the epidemic was declared as a “pandemic”. The outbreak may have inevitably created a death anxiety in all of us. Especially for healthcare workers in the risk group. The health sector is considered as one of the most risky jobs. The purpose of this study is to contribute to the literature by analyzing the level of anxiety experienced by Healthcare Professionals, who are at the forefront of the fight against Covid-19, and the variables associated with it.
METHODS: The research was carried out through a questionnaire to healthcare personnel who can be reached at Tepecik Training and Research Hospital in 2020 while the pandemic continues. State-Trait Anxiety Inventory-STAI developed by Spielberger was used to measure the level of anxiety in the research.
RESULTS: When state and trait anxiety scores are evaluated in the whole group; The mean state anxiety score was 44.17 ± 4.97 (95% CI: 43.12 - 45.21). The mean trait anxiety score was 44.16 ± 5.88 (95% CI: 43.14 - 45.18).. In the research, significant differences were found among the independent variables affecting the level of anxiety, gender, marital status, status of being with children, whether there was direct contact with the patient with Covid, duration of contact, and groups. Contributions were made to the literature by making comments on other variables.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is recommended that planning of the rest needs of healthcare personnel, creating working and resting environments that will ensure that not only the risk of contamination, but also other risk factors due to insomnia and fatigue are planned, and supportive administrative studies are carried out to reduce the stress and anxiety levels.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Sürrenal insidentalomalı hastaların değerlendirilmesi
Assessment of adrenal incidentaloma patients
Ferhat Ekinci, Utku Erdem Soyaltın, Hamiyet Yılmaz Yaşar, Harun Akar, Tuba Demirci Yıldırım, Mehmet Can Uğur, Ercan Ersoy
doi: 10.5222/terh.2016.010  AJM 2016; 26 - 1 | Sayfalar 10 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Adrenal insidentalomalar (Aİ); adrenal beze ilişkin herhangi bir hastalık kuşkusu olmadığı bir durumda görüntüleme yöntemleri ile tesadüfen saptanan kitlelerdir. Abdominal ultrasonografinin (USG) ve bilgisayarlı tomografinin (BT) kullanımının artması ile adrenal kitlelerin veya bir insidentalomanın tespit edilme sıklığı da artmıstır. Bu yüzden bu çalışmada Aİ tanısı alan hastaların radyolojik, biyokimyasal ve klinik olarak değerlendirilerek analiz etmek istedik
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya şubat 2014 ile şubat 2015 tarihleri arasında Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji ve Dahiliye Polikliniklerine başvuran AI tanısı konulan 64 hasta (53 kadın, 11 erkek) dahil edildi. Hastaların fizik muayene, ve var olan USG, BT ve magnetik rezonans görüntüleme (MRG) sonuçları biyokimyasal analizleri kaydedildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 56.02±11.698 olup 53’i kadın, 11’i erkek şeklindedir. Tüm hastalara 1 mg deksametazon testi yapılmış olup idrar metanefrin ve normetanefrin düzeyi bakılmıştır. HT ve/veya hipokalemisi olanlarda serum aldosteron ve renin düzeyi de bakıldı. Hastalarımızdan 9’u subklinik cushing sendromu (SCS), bir tanesi aldosteronoma ile uyumlu değerlendirilirken hiçbirinde feokromasitoma lehine bulgu saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adrenal bezde saptanan tesadüfi kitleler iyi araştırılmalı, tanı, tedavi yönetimi ve sonrasında takipleri dikkatli yapılmalıdır.


INTRODUCTION: Adrenal incidentaloma are bulks which are stated incidentally by imagining methods when there is no suspicion of any disease in adrenal gland. The increased use of abdominal ultrasound and abdominal tomography scanning has led to the frequent finding of an unexpected adrenal mass, or an incidentaloma.
METHODS: 64 (53 female–11 male) patients, who were followed due to Aİ at Tepecik Training and Research Hospital Department of Endocrinology and Internal Medicine between February 2014 and February 2015 period were included in the study. Results of physical examination, USG, MRG and BT were recorded.
RESULTS: The average of age was 56.02±11.698 years and 53 patients were female, 11 were men. All patients were underwent following analyses for excluding a functioning adrenal mass, overnight dexamethasone suppression test, 24 hour urinary metanephrine and normetanephrine, plasma aldosterone/ renin activity ratio.


DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of our study indicated that incidentally diagnosed adrenal masses can be hormonally active or even malignant. So, diagnosis, treatment and follow-up of these kinds of masses should be done carrefully.


Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
6.
Dramatik alkalen fosfataz yüksekliği ile seyreden zararsız bir klinik durum: çocukluk çağı selim geçici hiperfosfatazemisi
A harmless clinical condition presenting with dramatic elevation of alkaline phosphatase: bening transient hyperphosphatasemia of childhood
Cahit Barış Erdur, Cansu Kafes, Erhan Özbek, Ferah Genel
doi: 10.5222/terh.2017.061  AJM 2017; 27 - 1 | Sayfalar 61 - 64
Çocukluk çağı selim geçici hiperfosfatazemisi; genellikle 5 yaşın altındaki çocuklarda görülen, serum alkalen fosfataz (ALP) düzeyinin normalin 3-50 katı kadar yükseldiği, nedeni tam olarak bilinemeyen, zararsız bir klinik durumdur. Hastalarda kemik ve karaciğer hastalığı bulgusu yoktur. Ancak aşırı yükseklik klinisyenleri ve aileleri tedirgin edebilmektedir. Serum ALP düzeyleri olguların çoğunda 2-6 ay içerisinde kendiliğinden normale döner. Bu yazıda akut gastroenterit atağı sırasında rastlantısal olarak serum ALP düzeyinin 2679 UI/L’ye kadar yükseldiği 3,5 yaşında bir erkek olgu sunuyoruz. Olgumuzda, serum ALP düzeyi üç hafta içerisinde normale döndü.
Bening transient hyperphosphatasemia of childhood is a harmless clinical condition without exactly determined etiology, characterized by 3-50 fold increased serum alkaline phosphatase (ALP) levels, generally encountered under 5 years old. Patients have no evidence of bone or liver disease. However, this excessive increase may disturb clinicians and families. The high ALP levels turn normal in 2-6 months spontaneously in most of the cases. In this report we present a 3,5 years old boy with serum ALP elevation up to 2679 IU/L, determined incidentally during acute gastroenteritis. Serum ALP level returned normal within 3 weeks in our case.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

DERLEME
7.
Tarihte Bulaşıcı Hastalık Salgınları
Infectious Disease Outbreaks in History
Hülya Parıldar
doi: 10.5222/terh.2020.93764  AJM 2020; 30 - 60 2 | Sayfalar 19 - 26
Mikroorganizmaların öldürmeye başlaması için kuvvetli bir tahrik gerekir, ölümler başladığında ise onları durdurmak için çok daha güçlü bir çaba gerekecektir. Tıpkı bu günlerde içinde olduğumuz süreç gibi… Mikroorganizmalar, tarih boyunca kimliği belirsiz katiller olarak ‘’salgın’’ adı altında katliamlar gerçekleştirmiştir. Salgınların nedeni çoğunlukla, mikroorganizmaların doğadaki büyük çalkantılara gösterdikleri tepkiler olmuştur. Savaşlar, nüfus artışı, depremler, seller, fırtınalar, kıtlık, iklim anormallikleri, evsizlik ve çevre kirliliği, salgınlardan bir ya da ikisini harekete geçirebilir. Salgınlar, insanlık tarihindeki çalkantılara her zaman profesyonel birer yağmacı olarak eşlik etmişlerdir. “Salgınlar’’ ile başa çıkma stratejileri, geçmiş salgınların neden, kontrol ve sonuçlarının incelenmesi ile güçlendirilebilir.
A strong drive is required for microorganisms to begin killing, and when deaths begin, a much stronger effort will be required to stop them. Just like the process we are in these days… Microorganisms have carried out massacres under the name of “epidemic” as unidentified killers throughout history. The cause of the outbreaks was mostly the reactions of microorganisms to major turbulence in nature. Wars, population growth, earthquakes, floods, storms, famine, climate abnormalities, homelessness and environmental pollution can trigger one or both outbreaks. Outbreaks have always accompanied the turmoil in human history as professional looters. Coping strategies with "Outbreaks" can be strengthened by examining the causes, control and consequences of past outbreaks.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

KLINIK ARAŞTIRMA
8.
Optik Atak Geçirmemiş Olan Multipl Skleroz Hastalarında Görsel Uyarılmış Potansiyel Bulguları
Visual Evoked Potential Findings in Patients With Multiple Sclerosis That Have Not Experienced an Optic Attack
Alp Sarıteke, İrem Fatma Uludağ, Ufuk Şener, Figen Tokuçoğlu
doi: 10.5222/terh.2019.86570  AJM 2019; 29 - 2 | Sayfalar 167 - 169
GİRİŞ ve AMAÇ: Multipl skleroz (MS), genellikle genç erişkinleri etkileyen santral sinir sisteminin demiyelinizasyon ve aksonal dejenerasyonla giden inflamatuar kronik bir hastalığıdır. Görsel uyarılmış potansiyel (VEP) çalışmaları, MS hastalarında optik sinir hasarını gösteren, duyarlı ve maliyeti düşük bir tanısal test yöntemidir. VEP ile klinik olarak optik nörit atağı öyküsü olmayan MS hastalarında da ön görsel yol tutulumuna ait bulgular görülebilir. Bu çalışmada, optik nörit atağı geçirmemiş MS hastalarında VEP bulguları araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniği’ nde takip edilen, daha önce optik nörit atağı geçirmemiş 50 MS hastası alınmıştır. Hastaların VEP bulguları incelenmiştir.
BULGULAR: Hastaların 26’ sında her iki tarafta VEP tetkikinde uzamış P100 latansı olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, geçmiş çalışmalarla uyumlu olarak, MS hastalarında sık olarak asemptomatik optik nörit atakları görüldüğünü doğrulamıştır. MS hastalarında asemptomatik optik nörit ataklarının saptanmasında VEP’ in duyarlı ve uygulanması kolay bir yöntem olduğu düşünülmüştür.
INTRODUCTION: Multiple sclerosis (MS) is a chronic, inflammatory, degenerative disease of the central nervous system. Visual evoked potentials (VEP) are performed to assess conduction along the visual pathways. Involvement of visual pathways without visual complaints may be shown in VEP studies. In this study, VEP findings are investigated in MS patients without history of optic neuritis.
METHODS: The study was performed in Izmir Tepecik Educational and Research Hospital, Department of Neurology. VEP results are observed in 50 patients.
RESULTS: In 26 of 50 patient, P100 latencies were above the normal limits.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we showed that asymptomatic optic neuritis is frequently seen in MS patients. Our results are concordant with previous findings. We also observed that VEP is a sensitive diagnostic tool in tde assesment of asymptomatic optic neuritis in patients with MS.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Makrokalsifiye Tiroid Nodüllerinde İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi (İİAB) Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Evaluation of Fine Needle Aspiration Biopsy (FNAB) Results in Macrocalcified Thyroid Nodules
Ali Murat Koç, Zehra Hilal Adibelli, Zehra Erkul, Yasemin Sahin
doi: 10.5222/terh.2021.75317  AJM 2021; 31 - 1 | Sayfalar 103 - 109
Amaç: Tiroid nodülü, tiroid bezinin en sık görülen hastalığı olup tiroid kanseri ile yakın ilişkilidir. Tanıda altın standart yöntem İnce İğne Aspirasyon Biyopsisi (İİAB)’dir. Ultrasonografik (US) incelemede mikrokalsifikasyon içeren nodüllerin malignite ile olan ilişkisi iyi bilinse de makrokalsifikasyonu olan nodüllerin malignite olan ilişkisi ve İİAB yeterliliği konusunda bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bu çalışmada, US incelemede makrokalsifikasyon içeren ve içermeyen nodüllerin İİAB sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya, biyopsi istemiyle başvuran 450 hastaya ait İİAB yapılan 466 nodül çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, nodüllerin US özellikleri ve İİAB’ye ait Bethesda sınıflamasında sitopatoloji sonuçları kaydedildi. Nodüller, kalsifiye ve non-kalsifiye olarak iki ana gruba ayrıldı. Grupların US özellikleri ve sitopatoloji sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Kalsifiye nodüllerin transvers boyutlarının non-kalsifiye olanlardan daha büyük olduğu tespit edildi (p=0,003). Ayrıca, solid kompozisyon, hipoekoik ve belirgin hipoekoik ekojenite, düzensiz sınır özelliği de kalsifiye grupta daha yüksek oranda tespit edildi (p<0,001). Her iki grupta yetersiz numune/tanısal olmayan sitoloji (Bethesda-1) oranları arasında anlamlı fark saptanmadı (%19,2 ve %14,7). Sitopatolojik olarak malignite şüpheli ve malign nodüllerin (Bethesda 5 ve 6) ise kalsifiye grupta daha fazla olduğu tespit edildi (p=0,05).
Sonuç: Bu çalışmanın sonuçlarına göre, US incelemede tiroid nodüllerinde makrokalsifikasyon tespit edilmesi İİAB sonuç yetersizliğinde anlamlı artışa neden olmamaktadır. Bununla birlikte, makrokalsifikasyon varlığı tiroid nodülünün malignite riskini arttırmaktadır.
Objective: Thyroid nodule is the most common disease of the thyroid gland and is closely associated with thyroid cancer. The gold standard method in diagnosis is Fine Needle Aspiration Biopsy (FNAB). Although the relationship between nodules containing microcalcification and malignancy is well known, there is no consensus on the relation of nodules with macrocalcification to malignancy and the adequacy of FNAB. In this study, it was aimed to compare the results of FNAB of nodules with and without macrocalcification in US examination.
Methods: In this retrospective study, 466 nodules undergoing FNAB of 450 patients who applied for biopsy were included in the study. The demographic characteristics of the patients, US features of the nodules and cytopathology results of FNAB in the Bethesda classification were recorded. Nodules were divided into two main groups as calcified and non-calcified. US features and cytopathology results of the groups were compared.
Results: Transverse sizes of calcified nodules were found to be larger than non-calcified ones (p = 0.003). In addition, solid composition, hypoechoic and prominent hypoechoic echogenicity, and irregular border feature were found with a higher rate in the calcified group (p <0.001). No significant difference was found between insufficient sample/non-diagnostic cytology (Bethesda-1) ratios in both groups (19.2% and 14.7%). Cytopathologically, number of malignant and suspected malignant nodules (Bethesda 5 and 6) were found to be higher in the calcified group (p=0.05).
Conclusion: According to the results of this study, detection of macrocalcification in thyroid nodules in US examination does not cause a significant increase in insufficient FNAB results. However, the presence of macrocalcification increases the risk of malignancy of the thyroid nodule.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Transrektal Prostat Biyopsisi Yapılan Hastalarda Prostat Hacmi İle Prostat Kanseri Arasındaki İlişki
Association of prostate volume and prostate cancer diagnosis in patients underwent transrectal prostate biopsy
Rahmi Gökhan Ekin, Zübeyde Yıldırım, Gökhan Koç, Gülden Diniz, Zafer Kozacıoğlu
doi: 10.5222/terh.2018.057  AJM 2018; 28 - 1 | Sayfalar 57 - 61
GİRİŞ ve AMAÇ: Transrektal prostat biyopsisi yapılan hastalarda prostat hacmi ile prostat kanseri arasındaki bir ilişki olup olmadığının geriye dönük ve tek merkezli olarak araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014 ile Aralık 2016 arasında PSA yüksekliği veya şüpheli parmakla rektal inceleme bulgusu nedeni ilk defa prostat biyopsisi yapılan hastalar çalışmaya alındı. Çalışmada hastaların yaşı, PSA değeri, parmakla rektal inceleme bulgusu, transrektal ultrasondaki prostat hacmi, alınan biyopsi kor sayısı, biyopsi patoloji sonucu ve Gleason skoru değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 814 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama PSA değeri 9.67 ± 6.9 ng/ml idi ve hastaların 137’sinde (%15.6) anormal parmakla rektal inceleme bulgusu vardı. Çalışmadaki hastaların ortalama prostat hacmi 44.8 ± 26.5 cm3 idi. Prostat hacmi 60 cm3 altı olan hasta sayısı 533 (%65.4) iken prostat hacmi 60 cm3 üstü olan hasta sayısı 281 (%34.6) idi. Buna göre 60 cm3 altında prostat hacmi olan gruptaki hastalar istatistiksel anlamlı olarak daha gençti (61.1 ± 9.4 vs. 67.2 ± 8.7, p<0.05) ve daha düşük PSA değerine (7.9 ± 5.3 vs. 13.5 ± 9.1, p<0.05) sahip idi. Ayrıca 60 cm3 altı prostat hacmi olan hastaların 215’inde (%40.3) PK tespit edilirken, 60 cm3 üstü prostat hacmi olan hastaların 64’ünde (%22.7) PK tespit edilmişti (p<0.05). Prostat hacmi 60 cm3 altı ve 60 cm3 üstü olan hastalardaki Gleason skorları arasında istatistiksel anlamlı fark tespit edilmemiştir (p=0.792).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, PSA yüksekliği veya anormal parmakla rektal inceleme bulgusu nedeni ile transrektal prostat biyopsisi yapılan hastalarda, prostat hacmi 60 cm3 üzerinde ise daha az prostat kanseri tespit edildiği bulduk.
INTRODUCTION: We investigated the association between prostate volume and prostate cancer in patients who underwent transrectal prostate biopsy at a single tertiary-center.
METHODS: In this study, patients who underwent prostate biopsy due to increased serum PSA levels and suspicious findings on digital rectal examination between January 2014 and December 2016 were included. Patient's age, serum PSA level, findings on digital rectal examination, prostate volume, number of total prostate biopsy core, diagnosis of prostate biopsy (cancer/benign), Gleason score were evaluated.
RESULTS: Eight-hundred fourteen patients were included the study. Mean PSA level was 9.67 ± 6.9 ng/ml and 137 (15.6%) of 814 patients had abnormal digital rectal examination. Mean prostate volume was 44.8 ± 26.5 cm3. Patients divided into 2 groups: 533 (65.4%) of 814 patients had a prostate volume 60 cm3 and lower, 281 (34.6%) of 814 patients had a prostate volume higher than 60 cm3. Patients with a prostate volume 60 cm3 and lower were statistically younger (61.1 ± 9.4 vs. 67.2 ± 8.7, p<0.05) and had a lower serum PSA level (7.9 ± 5.3 vs. 13.5 ± 9.1, p<0.05). Diagnosis of prostate cancer was higher in patients a prostate volume 60 cm3 and lower (40.3% vs. 22.7%, p<0.05). There were no significant differences in Gleason score between two groups (p=0.792).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found an association between prostate volume and prostate cancer diagnosis. Patients with a prostate volume higher than 60 cm3 had a decreased rate of prostate cancer diagnosis.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Sinonazal bölge anatomik varyasyonları ve sinüs hastalıkları ile olan ilişkisi
The anatomical variations of the sinonasal region and its relationship with sinus diseases
Tuğçe Birkin, Türker Acar, Özgür Esen
doi: 10.5222/terh.2017.236  AJM 2017; 27 - 3 | Sayfalar 236 - 242
GİRİŞ ve AMAÇ: Bilgisayarlı tomografi (BT) paranazal sinüslerin anatomisi ve patolojisini en yüksek düzeyde gösteren inceleme yöntemidir. Bu çalışmada biz anatomik varyasyonların görülme sıklığının belirlenmesi ve paranasal sinüs mukozal patolojileri ile ilişkisinin değerlendirilmesini amaçladık.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi İzmir Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniğinde Ocak 2012 ve Ocak 2016 tarihleri arasında paranasal sinüs BT'si çekilen toplam 250 hastanın görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmadaki olguların tümü anatomik varyasyonlar açısından değerlendirildiğinde; en sık görülen anatomik varyasyon 193 (%77.2) olgu ile septum deviasyonudur. Bunu sırasıyla 142 (%56.8) konka bulloza, 98 (%39.2) paradoks orta konka takip ederken en az görülen anatomik varyasyon 7 (%2.8) posterior klinoid proces varyasyonu olmuştur. Mukozal patolojilerin en sık maksiller sinüste görüldüğü ve bunlardan da en sık mukozal kalınlık artışının (%54.8) n=137 tespit edilmiştir. Mukozal patolojisi olan olgularla anatomik varyasyonlar açısından karşılaştırılmasında septum deviasyonu orta konka pnömotizasyonu ve paradoks konumlanmasının mukozal patolojilere ise en çok yol açan varyasyonlar olduğu görülmüştür.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Paranazal sinüslerde görülen anatomik varyasyonların prevelansı hakkında literatürde kesin sonuçlar bulunmamaktadır. Bu retrospektif çalışmada elde edilen sonuçlardaki farklılıkların genetik, cinsiyet ve ırksal farklılıkların farklılıklardan ve yanı sıra metodolojik farklılıktan ( bazı olgularda sadece koronal BT imajarı kullanılırken, bazılarında ek olarak aksiyel ve koronal imajlar da kullanılmıştır) kaynaklandığı kanısındayız. Vaka sayısının geniş tutulması, BT değerlendirmelerinin koronal-aksiyal kesitlerden yapılması ve endoskopik değerlendirme ile desteklenmesi durumunda paranasal sinus varyasyonları prevalansına hakkında gelecekte daha duyarlı sonuçlar alınabileceği kanısındayız.

INTRODUCTION: Computerized tomography (CT) is a diagnostic method that shows the anatomy and pathology of the paranasal sinuses at the highest level. We aimed to determine the frequency of anatomical variations and relationship with the mucosal pathologies.

METHODS: CT examinations of 250 patients who were admitted to radiology department of Sağlık Bilimleri University Izmir Bozyaka Education and Research hospital between January 2012 and January 2016 dates were analysed retrospectively.

RESULTS: Mostly commonly seen anatomical variation was the septum deviation in 193 (77.2%) patients. This was followed by concha bullosa in 142 (56.8%) and paradoxical concha in 98 (39.2%), while the least common anatomic variation was posterior clinoid process in 7 (2.8%) patients. The most common mucosal pathology was 137 (54.8%) mucosal thickening seen in maxillary sinus. Septum deviation, concha bullosa, paradoxical middle turbinate were the most common variations that may cause mucosal pathologies.

DISCUSSION AND CONCLUSION: There are not definite results in the literature related with the anatomical variations in the paranasal sinus. We believe that the differences in the results of this retrospective study is a consequence of genetic, gender and racial differences as well as methodological difference (while in some of cases only coronal CTs were used, an additional axial and sagittal images were used in some of the subjects). We believe that more sensitive results may be obtained about the prevalence of paranasal sinus variability in the future provided that series widened with larger number of subjects, CT scans evaluated from coronal-axial sections and studies supported with endoscopic evaluation.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

12.
Pankreas kitlelerinin manyetik rezonans görüntüleme özellikleri ile histopatolojik korelasyonu: retrospektif bir değerlendirme
Imaging features of pancreatic mass lesions with histopathological correlation: A retrospective analysis
Roukie Chousein, Türker Acar, Zehra Hilal Adıbelli
doi: 10.5222/terh.2017.203  AJM 2017; 27 - 3 | Sayfalar 203 - 210
GİRİŞ ve AMAÇ: Pankreas kanseri kansere bağlı ölümlerin 4. en sık sebebidir. Pankreas adenokarsinomu (%85-95) ile kistik tümörleri (%10) klinik pratikte sık rastlanılan pankreatik neoplazi grubundandır. Manyetik rezonans görüntüleme (MRG) günümüzde sıklıkla istenilen güvenilir preoperatif hasta değerlendirilmesinde metodudur. Bu çalışmada amacımız pankreas adenokarsinom (aka) ve kistik tümörlü olguların MRG bulgularını, radyolojik kanı ile patolojik korelasyonu değerlendirmek ve ayrıca bu iki tanıyı alan gruplar arasında demografik karşılaştırmayı yapmaktır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Ağustos 2010- Aralık 2015 tarihleri arasında başvuran 45 olgunun preoperatif MRG ve histopatoloji verileri retrospektif olarak elde olunmuştur. Hastalar aka (32 olgu) ve kistik neoplazi (13 olgu) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır.

BULGULAR: Aka olguları kistik neoplaziye kıyasla anlamlı olarak daha ileri yaştaydı (p<0.001). Aka grubundakilerin %54.8’inde düzensiz sınır gözlemlenirken kistik tümörlerin çoğunda (%69.2) lobüle sınır gözlendi. Histopatolojik sonuç ile kitlesel lezyonun konturu arasında anlamlı ilişki saptandı (p=0.009). Aka grubunda kitlenin T1A sinyali çoğu olguda (%64.3) hipointens izlenirken kistik tümörlerinde ise olguların tamamı hipointens karakterdeydi. Histopatolojik sonuç ile kitlesel lezyonun T1A sinyal intensitesi arasında anlamlı ilişki saptandı (p=0.038). Histopatolojik bulgular ile cinsiyet, tümörün yeri, boyutu-iç yapısı, pankreatik kanal-safra yolu dilatasyonu, vasküler invazyon, bölgesel lenf nodu ve uzak organ metastazı arasında anlamlı ilişki saptanmadı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda MRG ile yapılan incelemelerde pankreasın adenokarsinom grubu ile pankreasın kistik tümörlerinin yaş ortalamaları, kitlenin sınırı ve kitlenin T1AG sinyal intensitesi arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptandı. Ancak, bu iki grupta diğer MRG bulguları ve diğer demografik açılardan anlamlı fark saptanamadı.
Histopatolojik tanı ile radyolojik bulgular arasında orta düzeyli ancak anlamlı uyum saptandı (Kappa=0.643, p<0.001).

INTRODUCTION: Pancreatic cancer is the fourth most common cause of cancer-related deaths. Pancreatic adenocarcinoma (85-95%) and cystic tumors (10%) are a common group of pancreatic neoplasms in clinical practice. Magnetic resonance imaging (MRI) is currently the reliable method of choice for preoperative evaluation of these patients. In this study, we aimed to evaluate MRI features, MRI-pathologic correlations of pancreatic adenocarcinoma (aca) and cystic tumors, and also to make a demographic comparison between these two groups.

METHODS: Preoperative MRI and histopathology data of 45 patients, admitted between August 2010 and December 2015, were obtained retrospectively. Patients were divided into two groups: aca (32 cases) and cystic neoplasia (13 cases).

RESULTS: Aca group was significantly older than cystic neoplasia (p <0.001). An irregular tumor border was observed in 54.8% of the patients in the aka group, whereas the majority (69.2%) of the cystic tumors were found to be lobulated. There was a significant correlation between the histopathological result and the contour of the mass lesion (p = 0.009). T1W signal in the most cases (64.3%) of aca group was low, whereas all of the cases in cystic tumor were hypointense. There was a significant correlation between histopathologic result and T1W signal intensity (p=0.038). However, there were no significant relationship between histopathological findings and gender, tumor location, size-internal structure, pancreatic duct-biliary dilatation, vascular invasion, regional lymph node and distant organ metastasis.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In the current study, there was a significant difference for mean age, tumor contour and T1W signal intensity between pancreatic adenocarcinoma group and pancreatic cystic tumors. However, there was no significant difference between these two groups in terms of other MRI findings and other demographic features.
There was a moderate but significant agreement between histopathologic diagnosis and radiological findings (Kappa = 0.643, p <0.001).


Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
13.
Yenidoğan Döneminde Nonketotik Hiperglisinemi: Klinik Özellikler, Tanı ve Tedavi
Nonketotic Hyperglycinemia in the Neonatal Period: Clinical Features, Diagnosis and Treatment
Özgür Olukman, Kıymet Çelik, Nagehan Katipoğlu, Demet Terek, Mehtap Kağnıcı, Orkide Güzel, Şebnem Çalkavur, Sertaç Arslanoğlu
doi: 10.5222/terh.2017.143  AJM 2017; 27 - 2 | Sayfalar 143 - 149
Nonketotik hiperglisinemi, mitokondriyal glisin parçalayıcı enzim kompleksinin aktivite eksikliğine bağlı glisin yıkımında bozukluk sonucu ortaya çıkan otozomal resesif geçişli doğumsal bir aminoasit metabolizma hastalığıdır. En sık görülen neonatal tipi olup, doğumda tamamen sağlıklı olan yenidoğanlarda ağır hipotoni, beslenme güçlüğü, nöbet ve komaya ilerleyen letarji görülür. Olguların çoğu ilk haftalarda kaybedilirken, yaşayanlarda ciddi nörolojik sekeller gelişir. Bu vaka serisinin amacı kliniğimizde son 5 yıl içerisinde tanı almış neonatal nonketotik hiperglisinemi hastalarının klinik özelliklerinin, tedavi yaklaşımlarının ve kısa dönem sonuçlarının ele alınmasıdır. Tanıda postnatal yaşları 2 ile 14 gün arasında değişen 5 olgunun bilgilerine geriye dönük dosya incelemesiyle ulaşılmıştır. Hastaların tamamı emmeme ve letarji nedeniyle başvurmuş, hepsinin de fizik muayenesinde ağır hipotoni ve azalmış yenidoğan refleksleri saptanmıştır. Dört olgunun yardımcı ventilasyon desteği gerektiren derin apne atakları ve dirençli miyoklonik konvülziyonları gözlenmiştir. Olguların tamamına plazma ve beyin omurilik sıvısındaki yüksek glisin düzeyleri ile tanı konmuş, yalnızca bir hastada genetik çalışma yapılabilmiş, hiçbir hastaya enzimatik analiz yapılamamıştır. Hastaların tümünde patolojik nöroradyolojik görüntüleme sonuçları elde edilmiş, dördünün elektroensefalografisinde multifokal epileptiform anormallikler ve “burst supresyon” paterni saptanmıştır. Tüm hastalarda plazma glisin düzeylerini azaltıcı ajanlar ve düşük proteinli diyet kullanılmış, dört olgudaki dirençli nöbetler ancak levetirasetam ile kontrol altına alınabilmiştir. İzlemde olguların ikisi kaybedilmiş, üçünde ise çeşitli nörolojik sekellerle sağ kalım sağlanmıştır. Akraba evliliklerinin sık olduğu ülkemizde, doğum sonrası belli bir süre iyilik halini takiben ağır hipotoni, dirençli konvülziyonlar ve ensefalopati tablosuyla gelen, rutin laboratuvar bulguları normal olan infantlarda nonketotik hiperglisinemi düşünülmelidir.
Nonketotic hyperglycinemia, is an autosomal recessively inherited disorder of the aminoacid metabolism caused by a deficiency in the mitochondrial glycine cleavage system. Neonatal type is the most common form. Infants are usually normal at birth and clinical manifestations such as severe hypotonia, poor feding, seizures, and lethargy progressing rapidly to a deep coma develop during the first few days of life. Most affected infants die during the first weeks of life. Those who survive develop severe neurological complications. The aim of this case series is to evaluate the clinical features, treatment approaches and short term prognosis of the infants diagnosed with neonatal nonketotic hyperglycinemia during the last 5 years in our department. Data were collected retrospectively from patients’ files whose postnatal age at diagnosis varied between 2 to 14 days. All patients were admitted with failure to suck and lethargy, and all had severe hypotonia and decreased newborn reflexes on physical examination. Four patients developed resistant myoclonic seizures and deep apnea requiring mechanical ventilation. In all patients diagnosis was made by high plasma and cerebrospinal fluid glycine levels. Genetic study could be performed in only one patient. However enzymatic analysis could not be performed in any patient. All patients had pathological neuroimaging studies and electroencephalography including multifocal epileptiform abnormalities and “burst supression” pattern. All patients received low protein diet and drugs reducing plasma glycine levels. Resistant seizures could only be controlled by levetiracetam in four patients. While two patients died in follow up, remaining three survived with severe neurological sequels. Physicians should consider nonketotic hyperglycinemia in differential diagnosis in our country where consanguineous marriages are frequent, especially when a newborn is initially stable but develops severe hypotonia, resistant seizures and encephalopathy with normal routine laboratory tests on follow-up.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

KLINIK ARAŞTIRMA
14.
Böbrek Taşlarının Görüntüleme Yöntemleri İle Karakterizasyonu: Renkli Doppler Ultrasonda Twinkling Artefaktı ve Kontrastsız BT’de Dansite Ölçümü
Characterization Of Kidney Stones With Imaging Modalities: Twinkling Artifact In Color Doppler Ultrasound And Density In Non-Contrast-Enhanced CT
Çetin İmamoğlu, Fatma Gül Büyükbayraktar İmamoğlu, Alper Gök, İbrahim Halil Bozkurt, Cihan Düzgöl, Muharrem Tola, Zehra Hilal Adıbelli, Sarper Ökten, Erhan Tatar
doi: 10.5222/terh.2016.120  AJM 2016; 26 - 2 | Sayfalar 120 - 126
GİRİŞ ve AMAÇ: Üriner taşların doğru karakterizasyonu tedavi seçim ve sonucunu etkilediği için çok önemlidir. Görüntüleme yöntemleri ile üriner taşların boyutu, şekli, yeri gibi çeşitli özellikleri belirlenebilir. Üriner taşların kompozisyonunun da görüntüleme yöntemleri ile saptanabileceğini bildiren bazı çalışmalar vardır. Bu çalışmada, böbrek taşlarının renkli doppler ultrasonda twinkling artefaktı, kontrastsız bilgisayarlı tomografide ortalama dansitesi ve kompozisyonu arasındaki ilişki araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif olarak planlanmış bu çalışmaya sadece böbreğinde taş olan ve ameliyat endikasyonu konulan 49 hasta alındı. Tüm taşların ameliyat öncesi kontrastsız bilgisayarlı tomografide ortalama dansitesi Hounsfield Unit olarak ölçüldü ve renkli doppler ultrasonda twinkling artefaktı derecelendirmesi yapıldı. Ameliyat sonrası çıkarılan taşlar X-ışını toz kırınım cihazı ile analiz edildi.
BULGULAR: Böbrek taşlarından 41(%83,68) tanesinde tek kompozisyondan oluşan saf yapı, 8(%16,32) tanesinde ise iki kompozisyondan oluşan miks yapı tespit edildi. Tek kompozisyonlu kalsiyum içermeyen taşlar ile kalsiyum içeren taşların ortalama dansiteleri arasında anlamlı fark bulduk ve cut-off değeri 644,5 Hounsfield unit olarak hesapladık(P=0,001). Tek kompozisyonlu taşları bu cut-off değerine göre incelediğimizde; cut-off değer altında twinkling artefaktı ile kompozisyon arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki saptadık(p=0,014). Bu değerin altındaki taşlardan grade 0-1 olanların ürik asit taşı olduğu, grade 2 olanların sistin taşı olduğunu gördük. Cut-off değerinin üzerindeki taşlarda ise twinkling artefaktı ile kompozisyon arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki saptamamakla birlikte(p=0,203) grade 1 olan böbrek taşlarının hepsinin kalsiyum oksalat monohidrat taşı olduğu görülmektedir. Cut-off değer üzerindeki grade 2 taşları ise % 83,3 oranında kalsiyum oksalat monohidrat ve % 16,7 oranında kalsiyum oksalat dihidrat taşları oluşturmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Böbrek taşlarının RDUS’de izlenen twinkling artefaktı ve kontrastsız BT’de ölçülen ortalama dansitesi birlikte kullanılarak karakterizasyonu ve uygun tedavi yönteminin seçimi mümkündür.
INTRODUCTION: There are several studies reporting of urinary stones composition that can be detected by imaging techniques. In this study we aimed to determine the association between the composition of the kidney stones with the twinkling artifact in Color Doppler Ultrasound, and the mean density in the non-contrast-enhanced computed tomography (NCECT).
METHODS: 49 patients are included in this prospective study who have kidney stones with an indication for surgery. All patients were examined with the NCECT for the mean density measurement in Hounsfield unit, and with Color Doppler ultrasound for the twinkling artifact before the surgery.
RESULTS: The kidney stones that have single composition calcium and non-calcium are found to have different mean densities in NCECT, and the cut-off value was calculated 644.5 Hounsfield Unit (p < 0.001). After analyzing kidney stones according to this cut-off value, there was a statistically significant association between the composition and the twinkling artifact with the stones which have a lower mean density than the cut-off value (p = 0.014). The kidney stones with a mean density below this cut off value with grade 0-1 twinkling artifact were uric acid stones, and those with grade 2 twinkling artifact were cystine stones. The kidney stones that have a mean density above the cut off value, there was no significant association between the twinkling artifact and composition of the stones (p = 0.203), but all kidney stones with grade 1 twinkling artifact are found to be calcium oxalate monohydrate, as well as the 83.3% of the grade 2 twinkling artifact are found to be calcium oxalate monohydrate stones.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The twinkling artifact of the kidney stones in Color Doppler Ultrasound and the mean density in NCECT, can be used for the characterization of the kidney stones and it is helpful for the right treatment of choice.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

15.
Sezaryen İle Doğum Yapan Kadınların Postpartum Erken Dönemde Öz Bakım ve Bebek Bakımı Konularında Yaşadıkları Sorunların Belirlenmesi
Determination of The Problems of Living In The Early Period Of Self Care and Baby Care
Keziban Amanak, Zekiye Karaçam
doi: 10.5222/terh.2018.017  AJM 2018; 28 - 1 | Sayfalar 17 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Araştırmanın amacı sezaryen ile doğum yapan kadınların postpartum erken dönemde öz bakım ve bebek bakımı konularında yaşadıkları sorunların belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma Ekim 2010- Nisan 2011 tarihleri arasında, Aydın il merkezindeki bir devlet hastanesinde kesitsel olarak yapılmıştır. Çalışmanın örneklemine, olasılıksız örnekleme yöntemi ile seçilen 235 kadın alınmıştır. Araştırma verilerinin toplanması için yasal izin ve araştırmaya katılan kadınların sözel olurları alınmıştır. Araştırma verileri araştırmacılar tarafından geliştirilen soru formu ile toplanmıştır. Verileri tanımlayıcı istatistikler ve ki-kare ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya katılan kadınların yaş ortalamaları 28.23 ( Sd=5,87, Aralık: 18-48) dir. Kadınların %37.4’ünün ilkokul mezunu olduğu, %72.8’inin ev hanımı olduğu, %83.0’ının sosyal güvencesinin bulunduğu, %64.7’sinin gelir düzeyini orta olarak algıladıkları belirlenmiştir. Kadınların %32.3’ünün iki gebeliğe, %38.3’ünün iki yaşayan çocuğa sahip oldukları, %70.2’sinin bu gebeliği planladıkları ve % 61.3’ünün gebelikten önce geri çekme yöntemi ile korundukları belirlenmiştir. Kadınların % 47.7’si gebelikte anemi şikâyeti yaşadıklarını bildirmişlerdir.
Anneler doğum sonu erken dönemde kendi öz bakımlarıyla ilgili olarak en sık ameliyat yerinde ağrıya (%54.9), hareket etmede zorlanmaya (%52.3), memelere, beslenmeye ve gaz çıkışına (%42.1), dışkılamaya (%37.0) yönelik sorunlar yaşadıklarını bildirmişlerdir. Kadınların büyük bir çoğunluğu sezaryen sonrasında hareket etme güçlüğü nedeni ile bebeğini beslemede (%89.4), alt (%44.3) ve vücut (%41.3) temizliği yapmada, giydirmede (%40.9), gazını çıkarma ve uygun pozisyonda tutmada (%29.4), göbek bakımı yapmada (%31.9) ve uyutmada (%25.1) sorun yaşadıklarını belirtmişlerdir.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada kadınların sezaryen ile doğum yaptıktan sonra ağrı ve hareket etmede güçlük nedeni ile kendileri ve bebeklerinin bakımına yönelik sorun yaşadıkları belirlenmiştir. Sezaryen ile doğum yapan kadınların sorunlarına yönelik özel bakımın planlanması ve sunumu ile doğum sonrası erken dönemde anne ve bebek bakımı geliştirilebilir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine the problems experienced by postpartum women during the early postpartum period in their self care and infant care.
METHODS: The study was conducted cross-sectionally between October 2010 and April 2011 in a state hospital in Aydın city center. A total of 235 women were selected for the sample of the study by means of unsampled sampling method. Legal permission for collection of research data and verbal statements of women participating in the study were taken. The research data were collected by the questionnaire developed by the researchers. The data were evaluated by descriptive statistics and chi-square.
RESULTS: The average age of the women participating in the study is 28.23 (Sd = 5.87, December: 18-48). It was determined that 37.4% of the women were primary school graduates, 72.8% were housewives, 83.0% had social security, and 64.7% perceived income level as moderate. It was determined that 32.3% of the women had two pregnancies, 38.3% had two living children, 70.2% planned this pregnancy and 61.3% protected them by withdrawal before pregnancy. 47.7% of the women reported complaints of anemia during pregnancy.
Anneler reported that they experienced problems related to their self-care in the early postpartum period, namely pain (54.9%), difficulty in moving (52.3%), breast, nourishment and gas outflow (42.1%) and stool removal (37.0%). The majority of the women were in the cleaning (89.1%), lower (44.3%) and body (41.3%) cleaning, dressing (40.9%), taking out the wine and keeping it in the proper position (29.4%) with the baby being unable to move after the cesarean section (31.9%) and sleepless (25.1%).

DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it was determined that women experienced difficulties in care for themselves and their babies due to pain and difficulty in moving after having delivered by cesarean section. Mother and baby care can be improved in the early postpartum period by planning and presentation of special care for the problems of women who deliver with cesarean section.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
16.
Kanama bulgusu olmayan çocuk hastada anormal koagülasyon test sonuçları: Olgu sunumu
Anormal coagulation test results in the pediatric patient without the bleeding: A case report
Fatma Demet İnce, Pınar Bilgi, Neşe Doğan, Elif Merve Arı, Lale Aldemir
doi: 10.5222/terh.2016.156  AJM 2016; 26 - 2 | Sayfalar 156 - 160
Trunkus Arteriozus ve Ventriküler Septal Defekt tanısı ile takip edilen 14 yaşında kız çocuk, siyanoz ve egzersiz sırasında erken yorulma şikayetleri ile hastanemiz Çocuk Kardiyoloji Kliniği’ne başvurmuştur. Hastanın hematokrit değerinin %77 olması üzerine flebotomi için yatışı yapılmıştır. Antikoagülan tedavi kullanmayan hastanın protrombin zamanı: 49.0 sn, uluslararası normalleştirilmiş oran: 5.3 ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı: 52.6 sn olması ve kanama öyküsü bulunmaması üzerine hematoloji onkoloji bilim dalından konsültasyon istenmiştir. Hastanın kliniği ile uyumsuz olan test sonuçları nedeni ile laboratuvara danışılmıştır. Hematokrit değeri >%55 olduğu için laboratuvar tarafından kan toplama tüpü içindeki sitrat konsantrasyonu ayarlanarak protrombin zamanı: 14 sn, uluslararası normalleştirilmiş oran: 1.2 ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı: 28 sn değerlerine düşmüştür. Hastanın ek yakınmalarının olmaması üzerine taburcu edildi.
Rutin koagülasyon testlerini etkileyen birçok preanalitik değişken vardır. Bunlardan biri de hastaya ait yüksek hematokrit değerleridir. Yüksek hematokritli kan örneklerinde, koagülasyon testleri için kullanılan sitrat miktarının ayarlanması tavsiye edilmektedir. Çalışmamızda yüksek hematokritli çocuk hastada koagülasyon testlerindeki değişikliklerin tartışılması amaçlanmıştır.
Olgumuzun koagülasyon test sonuçlarında, laboratuvar konsültasyonu ile gerekli düzeltmeler yapılmış ve klinik olarak istenmeyen sonuçlar önlenmiştir. Hasta kliniği ile uyumsuz test sonuçlarında laboratuvar uzmanlarından konsültasyon istemi ve hasta değerlendirmesinin multidisipliner olarak yapılması, daha doğru ve güvenilir sonuçlar elde edilmesini sağlayabilir.
A 14 year-old girl having truncus arteriosus and ventricular septal defect diagnosis admitted at Pediatric Cardiology Clinic had complaints of cyanosis and early fatigue during exercise. Her hematocrit value was over 77% that is why she got hospitalized in order to appling phlebotomy. Since the patient hadn’t gone through anticoagulant therapy and didn’t have history of bleeding and had prothrombin time of 49.0 sec, international normalized ratio of 5.3 and activated partial thromboplastin time of 52.6 sec, the hematology oncology consultation was requested. Because of the test results were incompatible with the patient's clinical outcome, the case was consulted with laboratory. Because of the patient hematocrit value was >55%, prothrombin time, international normalized ratio and activated partial thromboplastin time values decreased until 14 sec, 1.2 and 28 sec, respectively, by adjusting the citrate concentration within blood collection tube by laboratory. There was no more complaint so the patient was discharged.
There are many preanalytical changes that affect routine coagulation tests. One of them is also high hematocrit value of the patient. In blood samples with high hematocrit values, adjusting the amount of citrate used for coagulation tests is recommended. Our goal in our study is to achieve the changes of coagulation tests in this patient (children) with high hematocrit.
In this case, the coagulation test results are adjusted by the help of consalt laboratory and the clinically unintended consequences are prevented. In order to provide accurate and reliable results consulting with laboratory specialist and evaluating patient as multidisipliner in the discordant test results with clinical state of patient both at the same time are applied.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

KLINIK ARAŞTIRMA
17.
Türk Toplumunda Patellar Kondromalazi: Prevalansı ve Patella Tipleri ile Olan İlişkisi
Patellar Chondromalacia in Turkish Population: Prevalence and Relationship with Patella Types
Erdem Arslan, Türker Acar, Zehra Hilal Adıbelli
doi: 10.5222/terh.2018.083  AJM 2018; 28 - 2 | Sayfalar 83 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Ön diz ağrısının en önemli nedeni patellar kıkırdaktaki değişikliklerdir. Patellar kondromalazi terim olarak patellar kıkırdaktaki yumuşamayı tanımlamaktadır ve tanıda Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) invazif metodlar ve diğer kesitsel görüntüleme yöntemlerine göre daha çok kullanılmaktadır. Bu çalışmada amacımız travma dışı nedenler ile diz MRG'ye refere edilen olgularda patellar kondromalazinin sıklığı, evreleri ve patella tipleri ile ilişkisini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olarak dizayn edilen bu çalışmada 1 Haziran 2014 - 31 Mayıs 2015 tarihleri arasında kliniğimize diz travması ve patellar fraktür dışı sebepler nedeniyle diz MRG tetkiki istenen olgular dahil edilmiştir. Her bir olgu için kondromalazi ve patella tipi değerlendirilmesinde yağ baskılı proton dansite aksiyel MRG sekansları kullanıldı. Kondromalazi patella evrelendirmesinde Outerbridge'in artroskopi evreleme sistemini temel alan "Modifiye MRG Evreleme Sistemi" kullanıldı. Patella tiplendirmesinde ise Baumgartl Sınıflaması kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmamıza median yaş değeri 39,8 (min: 8, mak: 96) olan 998 kadın ve 806 erkek olmak üzere toplam 1804 hasta dahil edilmiştir. MRG incelemeye göre kondromalazi patella sıklığı kadınlarda %46,5 olarak gözlenirken erkeklerde %24 oranında gözlemlendi. 358 patella tip 1 (%19,8), 762 patella tip 2 (%42,2), 663 patella tip 3 (%36,8), 21 patella tip 4 (%1,2) olarak kategorize edildi. Erkeklerde tip 2, kadınlarda tip 3 patella istatistiksel olarak daha sık rastlandı. Tip 3 patella ile kondromalazi patella arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Daha önceki yapılmış çalışmalara kıyasla güncel çalışmamızda kadınlarda tip 3 patella sıklığının ve kondromalazi görülme sıklığının daha yüksek olduğu saptanmıştır.
INTRODUCTION: The most important cause of anterior knee pain is changes in patellar cartilage. Patellar chondromalacia is defined as softening of patellar cartilage and Magnetic Resonance Imaging (MRI) is used more frequently compared to invasive and other cross-sectional imaging methods. In this study, we aimed to determine the relationship between patellar chondromalacia frequency, staging and patellar types in patients who were referred to knee MRI due to non-traumatic causes.
METHODS: In this retrospectively designed study, patients who were referred to knee MRI examination between June 1, 2014 and May 31, 2015 without a history of trauma or patellar fracture were included. Fat-saturated proton density axial MRI sequences were used for chondromalacia and patella type evaluation for each case. "Modified MRI Staging System" was used, which was based on Outerbridge's arthroscopy staging system, in the staging of chondromalacia patella. Baumgartl Classification was used in patella typing.
RESULTS: A total of 1804 patients (998 women and 806 men) with median age of 39.8 (min: 8, max: 96) were included. According to MRI study, chondromalacia patella frequency was 46.5% in females and 24% in males. Three hundred fifty-eight patellas were categorized as type 1 (19,8%), 762 patellas type 2 (42,2%), 663 patellas type 3 (36,8%) and 21 patellas type 4 (1,2%), respectively. Type 2 in males and type 3 patella in females were statistically more prevalent (p<0,001). There was a statistically significant relationship between type 3 patella and chondromalacia patella (p< 0,005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Compared to previous studies, in the current study, the frequency of type 3 patella and chondromalacia were higher in women.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU
18.
Pseudo-Bartter sendromu ile başvuran kistik fibrozis olgusu
The case of cystic fibrosis presenting with Pseudo-Bartter sydnrome
Özlem Yılmaz, Semih Bolu, Hakan Uzun, İlknur Arslanoğlu
doi: 10.5222/terh.2016.090  AJM 2016; 26 - 1 | Sayfalar 90 - 92
Psödo-Bartter sendromu (PBS), hipokalemik, hipokloremik metabolik alkaloz ile karakterize klinik bir tablodur. PBS, Bartter sendromundan PBS’nin aksine idrar elektrolit düzeylerinin normal olması ile ayrılır. Huzursuzluk, kilo alamama yakınması ile getirilen iki buçuk aylık kız hastada inatçı hiponatremi, hipokalemi, hipokloremi ve metabolik alkaloz tespit edildi. Yapılan araştırma sonunda hastadaki bulgular Pseudo-bartter sendromuyla uyumlu olarak değerlendirildi. Bu tablonun sık nedenlerinden biri olan kistik fibrozis (KF) düşünülerek iki kez yapılan ter testinin sonucu pozitif olarak saptandı. Gen analizinde G85E/G542X bileşik heterozigot mutasyonlarının gösterilmesi üzerine hasta KF tanısıyla takibe alındı. KF’e bağlı Pseudo-Bartter sendromu, erken sütçocukluğu döneminde hastalığın ilk bulgusu olarak ortaya çıkabilmektedir.
Pseudo-Bartter syndrome (PBS) is a clinical condition characterized by hypokalemic, hypochloremic metabolic alkalosis. PBS is discriminated from the Bartter syndrome with normal urine electrolyte levels. Persistent hyponatremia, hypokalemia, metabolic alkalosis and hypocalcemia was detected in a two and a half month-old girl patient brought with complaints of weight loss.and restlessness. At the end of the researches the findings were evaluated to be consistent with Pseudo-Bartter syndrome. In consideration of cystic fibrosis (CF) which is one of the common causes of this condition, two times sweat test was performed which yielded positive results. After the demonstration of G542X/G85E combined heterozygous mutations in the gene analysis the patient were followed with the diagnosis of CF. Pseudo-Bartter’s syndrome related CF, may occur as the first sign of the disease in early infancy.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

DERLEME
19.
COVID-19 Bulaş Yolları ve Önleme
COVID-19 Transmission and Prevention
Melda Türken, Şükran Köse
doi: 10.5222/terh.2020.02693  AJM 2020; 30 - 60 2 | Sayfalar 36 - 42
Çin'de 2019 aralık ayında başlayan SARS-CoV-2 virüsünün ve COVID-19 olarak tanımlanan hastalığın sebep olduğu salgın, Dünya Sağlık Örgütü tarafından 2020 mart ayında küresel pandemi olarak ilan edilmiştir. Salgının kaynağı net olarak açıklanamamıştır. Virüsün hayvanlar üzerinde mutasyona uğrayarak insandan insana bulaşma özelliği kazandığı tahmin edilmektedir. Salgının farklı bölgelerde dağılımı ve sonuçları, iklim, hijyen, nüfus, demografik özellikler, bulaş özellikleri gibi birçok faktöre göre farklılık göstermektedir. Hastalık esas olarak damlacık ve temas yoluyla bulaşmaktadır. Ayrıca aerosolların solunması gibi başka yollar da gösterilmiştir. Enfeksiyonun bulaşma riski, maruziyet türü ve süresine, önleyici tedbirlerin kullanımına ve olası bireysel faktörlere göre değişir. Henüz COVID-19’a tamamen etkili olan bir tedavi ya da koruyucu bir aşı yoktur. Ancak tedavi ve aşılarla ilgili çalışmalar devam etmektedir. Virüsün toplum içinde yayılmasını engelleyecek en önemli önlemler el hijyeni, sosyal mesafe ve karantinadır. Daha fazla yayılmayı engellemek için erken tarama, tanı, izolasyon ve tedavi gereklidir. Önleyici stratejiler, hastaların izolasyonu ve enfekte bir hastaya teşhis ve klinik bakım sağlanması sırasında alınması gereken uygun önlemler dahil olmak üzere dikkatli enfeksiyon kontrolüne odaklanır.
The epidemic caused by the SARS-CoV-2 virus and the disease identified as COVID-19, which started in December 2019 in China, was declared as a global pandemic by the World Health Organization in March 2020. The source of the outbreak has not been clearly explained. It is estimated that the virus mutated on animals and acquired human-to-human transmission. The distribution and outcomes of the epidemic in different regions change according to many factors such as climate, hygiene, population, demographic characteristics, health facilities, and transmission characteristics. The disease is transmitted mainly through droplets and contact. Other ways, such as inhalation of aerosols, are also shown. The risk of transmission of infection varies depending on the type and duration of exposure, the use of preventive measures and possible individual factors. There is currently no cure that is fully effective on COVID-19 or protective vaccine. However, studies on treatment and vaccines are ongoing. The most important measures to prevent the spread of the virus in society are hand hygiene, social distance and quarantine. Early screening, diagnosis, isolation and treatment are necessary to prevent further spread. Preventive strategies focus on careful infection control, including patient isolation and appropriate measures to be taken during diagnosis and clinical care for an infected patient.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

KLINIK ARAŞTIRMA
20.
Kliniğimizdeki Ovaryan Matür Kistik Teratomların Değerlendirilmesi: 110 olgu
Evaluation of ovarian mature cystic teratomas in our clinic: 110 cases
Fatma Eskicioğlu, Tülay Gökmen
doi: 10.5222/terh.2016.023  AJM 2016; 26 - 1 | Sayfalar 23 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Ovaryan matür kistik teratoma olgularının klinik, patolojik özelliklerini ve operatif yaklaşım şekillerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2006-2015 yılları arasında matür kistik teratom tanılı 110 olgu retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 34,7 idi. Tümör hacim ortalaması 128,2 cm3 idi. Olguların 2 tanesi bilateral yerleşimli (%1,8) idi. Sadece % 9,09’u postmenopoz kadınlardan oluşmaktaydı. Olguların %56,4’si laparotomi, % 19,1’i laparoskopi ile opere edilmişti. Matür kistik teratomların % 24,5’u ise sezaryen sırasında saptanmıştı. Salpingo-ooferektomi olguların % 39,1’ünde, kist eksizyonu % 33,6’ünde tercih edilen operasyon tipiydi. % 6,36 intraoperatif torsiyon tespit edildi. 1 postmenopoz olguda (% 0,9) malign transformasyon belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Matür kistik teratom reprodüktif çağ kadınlarda görülmektedir ve en sık komplikasyonu torsiyondur. Unilateral yerleşim ve nadir malign transformasyon eğilimi karekteristik özelliklerdir.
INTRODUCTION: To evaluate clinical, pathological features and operative approaches for patients with mature cystic teratoma diagnosis.
METHODS: A total 110 women with mature cystic teratoma diagnosis between 2006-2015 were evaluated retrospectively.
RESULTS: The mean age was 34.7. The mean volume of tumors were 128.2 cm3. Two cases showed bilateral localization (1.8%). Only, 9.09% of patients were postmenopausal. Operation method was laparotomy for 56.4% of cases and laparoscopy for 19.1% of them. Mature cystic teratoma was detected in 24.5% of cases during cesarean. The most common preferred types of surgery were salpingo-oophorectomy (39.1%) and cyst excision (33.6 %). Torsion was detected intraoperatively in 6.36 % of cases. Malignant transformation was seen in a postmenopausal cases (0.9 %).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Mature cystic teratoma is seen in women of reproductive age and torsion is its most common complication. Unilateral localization and rare malignant transformation tendency are its characteristic features.
Makale Özeti | Tam Metin PDF