Cilt: 13  Sayı: 3 - Aralık 2023
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II
DOWNLOAD

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Seboreik Dermatitli Hastalarda Dış Kulak Yolu Florası ve pH Değişiminin İncelenmesi
An Examination of the Flora and pH Changes in the External Auditory Canal in Patients with Seborrheic Dermatitis
Olgun Topal, Ayhan Kars, Kübra Topal, Fatma Atalay, Harun Üçüncü
doi: 10.5505/kjms.2023.19971  Sayfalar 215 - 218
Amaç: Bu çalışmada seboreik dermatit (SD)’li hastalarda dış kulak yolu (DKY) florası ve pH değişiminin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Prospektif olarak planlanan çalışmaya Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz ve Dermatoloji Anabilim Dalı polikliniğine başvuran 25 SD’li hasta ve 20 sağlıklı kontrol grubu dâhil edildi. Tüm bireylerin DKY florası kültür çubukları yardımıyla ve DKY pH’ı ise yüzey pH metre ile ölçülerek değerlendirildi.
Bulgular: SD’li hasta grubundaki 15 hastada ve sağlıklı kontrol grubundaki 10 hastada koagülaz negatif stafilokoklar ve difteroid basiller yani normal flora elemanları üredi. SD’li hasta grubunun pH değerleri 4,17 ve 4,89 arasında değişmekte olup pH değerleri ortalaması 4,47±0,2 olarak bulundu. Sağlıklı kontrol grubundaki bireylerin pH değerleri 4,33 ve 4,94 arasında değişmekte olup pH değerleri ortalaması 4,63±0,2 olarak bulundu.
Sonuç: Bu çalışmaya göre SD hastalığının DKY florası ve pH değeri üzerine etkisinin olmadığı tespit edilmiştir.
Aim: To investigate flora and pH changes in the external auditory canal (EAC) in patients with seborrheic dermatitis (SD).
Material and Method: Twenty-five patients with SD presenting to the Ataturk University Faculty of Medicine Ear, Nose and Throat and Dermatology Departments and 20 healthy controls were included in this prospective study. All individuals’ EAC floras were collected using culture swabs, and EAC pH was measured using a surface pH meter.
Results: Coagulase-negative staphylococci and diphtheroid bacilli, representing normal flora elements, grew in 15 patients in the SD group and 10 in the healthy control group. pH values in the SD patient group ranged between 4.17 and 4.89, with a mean value of 4.47±0.2. pH values among the healthy controls ranged between 4.33 and 4.94, with a mean value of 4.63±0.2.
Conclusion: SD did not affect EAC flora or EAC pH values
Makale Özeti | Tam Metin PDF

3.
COVİD-19’da Pnömotoraksın Seyri Değişti mi?
Has the Pneumothorax’s Course Changed in COVID-19?
Kubilay İnan, Merve Şengül İnan, Tamer Direk, Özgür Ömer Yıldız, Nurettin Karaoğlanoğlu
doi: 10.5505/kjms.2023.32548  Sayfalar 219 - 223
Amaç: SARS-CoV-2 enfeksiyonu nedeniyle pnömotoraks tipik bir komplikasyon olarak ortaya çıkar. Bu çalışmada, yoğun bakımda üç ay izlenen 27 pnömotorakslı hastanın tedavi yöntemleri ve klinik seyri araştırıldı.
Materyal ve Metot: Dâhil edilme kriterleri, hastanemizin yoğun bakım ünitesine kabul edilen ve invaziv mekanik ventilasyon tedavisi alırken pnömotoraks gelişmesi nedeniyle tüp torakostomi uygulanan COVID-19 hastalarını içeriyordu. Üç aylık bir süre boyunca bu hastalar yaşlarına, cinsiyetlerine, tüp torakostomi sürelerine ve mekanik ventilasyon parametrelerine göre değerlendirildi.
Bulgular: 27 hastanın 17’si (%62,9) erkek, 10’u (%37,1) kadındı. Hastaların ortalama yaşı 68 (39–92) yıldı. Tüp torakostomi uygulanan 27 hastanın sadece dördü bir hafta içinde göğüs tüpünü çıkarabildi.
Sonuç: Tüpün çıkarılması, COVID-19 olmayan pnömotoraks hastalarında olduğundan daha uzun sürer. Tüp torakostomi sonrası pnömotoraksın tekrarını önlemek için tam genişlemenin sağlanmasına özen gösterilmelidir
Aim: During severe acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS‑CoV‑2) infection, pneumothorax is a frequent consequence. This study investigated the treatment methods and clinical course of 27 patients with a pneumothorax who were followed up in the intensive care unit for 3 months.
Material and Method: The inclusion criteria included patients with Coronavirus disease 2019 (COVID-19) who were admitted to our hospital’s intensive care unit and underwent a tube thoracostomy because of the development of a pneumothorax while receiving invasive mechanical ventilation therapy. Over three months, these patients were evaluated based on age, sex, tube thoracostomy duration, and mechanical ventilation parameters.
Results: Among the 27 patients, 17 (62.9%) were men and 10 (37.1%) were women. The mean age of the patients was 68 (39–92) years. Chest tubes were removed in 4 of 27 patients within a week.
Conclusion: Tube removal takes longer than that in patients with non-COVID-19-related pneumothorax. Care should be taken to ensure full expansion to prevent pneumothorax recurrence after tube thoracostomy.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

4.
Diyabetik Hastalarda Son İki Yılda Değişen Pnömokok ve İnfluenza Aşı Farkındalığı
Change in Pneumococcal and Influenza Vaccine Awareness in Diabetic Patients in the Last 2 Years
Esra Bayar, Zeynep Koç, Seydahmet Akın
doi: 10.5505/kjms.2023.10438  Sayfalar 224 - 230
Amaç: Çalışmamızda Tip 1 Diabetes Mellitus (T1DM) ve Tip 2 Diabetes Mellitus (T2DM) hastalarında influenza ve pnömokok aşılanma durumu ve COVID-19 pandemisi sonrasında bu hastaların aşı konusundaki farkındalıklarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Nisan-Mayıs 2022 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Üniversitesi Kartal Dr. Lütfi Kırdar Şehir Hastanesi Diyabet Polikliniği’ne başvuran diyabetik hastalara yönelik influenza ve pnömokok aşıları hakkındaki bilgi düzeyleri ile COVID-19 pandemisi öncesi ve sonrası aşılanma durumlarını sorgulayan anket uygulanmış olup sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 58,53±10,73 yıl olan, %43,6’sı kadın, %56,4’ü erkek toplam 195 olgu alındı. Olguların %7,2’sinin T1DM ve %92,8’inin T2DM olduğu, diyabet sürelerinin ise ortalama 15,11±7,64 yıl olduğu görüldü. Olguların %48,2’sinin pandemi öncesi en az bir tip aşı (%83 influenza veya %47,9 pnömokok aşısı) yaptırdığı, ancak %51,8’sinin ise influenza ve pnömokok aşılarını yaptırmadığı saptandı. Aşı olmama nedenleri arasında ilk sırada doktorun aşıları tavsiye etmemesi (%44,6) olduğu görüldü. Daha önce aşı yaptırmayan olguların %70,3’ünün COVID-19 pandemisi sonrası her iki aşıyı da yaptırmaya karar verdiği çalışmamızda saptandı.
Sonuç: COVID-19 pandemisi öncesinde diyabetik hastaların pnömokok ve infuenza aşılarını yeterli oranda yaptırmadıkları ve buna neden olan en önemli faktörün hekim bilgilendirmesinin yetersizliği olduğu saptandı. Hasta yaşı, T2DM tanısı, diyabet süresi ve ek hastalık varlığı aşı yaptırma ile pozitif yönde ilişkili bulundu. Covid 19 daha önce aşı yaptırmayan diyabetik hastaların aşı konusundaki yaklaşımını olumlu yönde etkilemiştir.
Aim: Our study aimed to evaluate the influenza and pneumococcal vaccination rates in patients diagnosed with Type 1 Diabetes Mellitus (T1DM) and Type 2 Diabetes Mellitus (T2DM) and the awareness of these patients about vaccination after the coronavirus disease 2019 (COVID-19) pandemic.
Material and Method: Between April and May 2022, a questionnaire was applied to diabetic patients who met the criteria and applied to the internal medicine outpatient clinic at the University of Health Sciences, Kartal Dr. Lütfi Kirdar City Hospital, questioning the status of influenza and pneumococcal vaccination, and their awareness of vaccination before and after the COVID-19 pandemic; and the results were evaluated.
Results: A total of 195 cases, 43.6% female and 56.4% male, with a mean age of 58.53±10.73 years, were included in the study. 92.8% of the cases were T2DM; and the mean duration of diabetes mellitus was 15.11±7.64 years. 48.2% of the cases had at least one type of vaccine (83% influenza, 47.9% pneumococcal vaccine) before the pandemic. It was observed that 51.8% of the cases were not vaccinated with influenza and pneumococcal vaccines. Among the reasons why these patients were not vaccinated, the most common reason was that the doctor did not give information about vaccination (44.6%). 70.3% of the cases who had not been vaccinated before decided to have both vaccinations after the COVID-19 pandemic.
Conclusion: In our study, it was determined that the pneumococcal and influenza vaccination rates of diabetic patients were low before the COVID-19 pandemic, and the most important factor causing this was the inadequacy of the physician to inform the patients. Patient age, diagnosis of T2DM, duration of diabetes mellitus, and presence of additional disease were positively associated with vaccination. According to the data, the COVID-19 pandemic has positively affected the approach to vaccination of diabetic patients who have not been vaccinated before.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

5.
Laboratuvar Temelli Polisomnografi Öncesi Kardiyak Bulguların Değerlendirilmesi
Evaluation of Cardiac Findings Before Laboratory-Based Polysomnography
Gülay Aydın
doi: 10.5505/kjms.2023.97957  Sayfalar 231 - 236
Amaç: Bu çalışmanın amacı, laboratuvar temelli polisomnografi yapılmadan önce Kardiyoloji Polikliniğine başvuran hastaların demografik özelliklerini belirlemekti.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmaya laboratuvar temelli polisomnografi yapılan 123 yetişkin hasta dâhil edildi. Hastaların demografik özellikleri kaydedildi. Rutin laboratuvar testleri, elektrokardiyografi (EKG), transtorasik ekokardiyografi (TTE), 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı monitörizasyonu (AKBM), kardiyovasküler stres testi ve laboratuvar bazlı polisomnografi aynı hastanede yapıldı. Apne-hipopne endeksi (AHİ), obstrüktif uyku apne sendromunu (OUAS) teşhis etmek için kullanıldı.
Bulgular: Bu çalışmada hastalarda aşağıdaki bulguları bulduk. Hastaların yaş ortalaması 49±1,61 yıl idi. Hastaların 42’si (%34,1) kadın, 81’i (%65,9) erkekti. Hastaların beşinde (%4,2) normal AHİ saptandı. Hastaların 30’unda (%24,2) hafif OUAS, 24’ünde (%18,9) orta OUAS ve 64’ünde (%51,6) ağır OUAS saptandı. Hastaların 67’sine (%54,7) sürekli pozitif hava yolu basıncı (CPAP) cihazı raporu verildi. Hastalara en fazla eşlik eden komorbidite hipertansiyon idi. Apne-hipopne endeksi ile HT arasında zayıf pozitif korelasyon vardı; r=0,280, N=95, bu ilişki istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,006). Dokuz (%7,3) hastaya ambulatuvar kan basıncı takibi (AKBM) yapıldı ve yeni hipertansiyon tanısı konuldu. Test sonucu pozitif olan iki (%1,6) hastaya invaziv koroner anjiyografi, dört (%3,2) hastaya koroner bilgisayarlı tomografik anjiyografi önerildi. Kardiyovasküler stres testi yapamayan dokuz (%7,3) hastaya miyokardiyal perfüzyon sintigrafisi önerildi.
Sonuç: Laboratuvar tabanlı polisomnografi yapılmadan önce kardiyak değerlendirme yapılmalıdır. Hastalara EKG, TTE ve 24 saatlik AKBM yapılmalıdır. Miyokardiyal iskemi bulguları olan hastalarda iskemiyi araştırmak için ek testler yapılmalıdır.
Aim: This study aimed to determine the demographic characteristics of the patients who applied to the Cardiology Out-patient Clinic before laboratory-based polysomnography was performed.
Material and Method: 123 adult patients undergoing laboratory-based polysomnography were included in this retrospective study. The demographic features of the patients were recorded. Routine laboratory tests, electrocardiography (ECG), transthoracic echocardiography (TTE), 24-hour ambulatory blood pressure monitoring, cardiovascular stress test, and laboratory-based polysomnography were performed in the same hospital. The apnea-hypopnea index (AHI) was used to diagnose obstructive sleep apnea syndrome (OSAS).
Results: In this study, we found the following patient findings. The mean age of the patients was 49±1.61 years. The majority of the patients were in the middle age group. Forty-two (34.10%) patients were female and 81 (65.90%) were male. Normal AHI value was detected in 5 (4.2%) patients. Mild OSAS was detected in 30 (24.2%) of the patients, moderate OSAS in 24 (18.9%), and severe OSAS in 64 (51.6%). Continuous positive airway pressure (CPAP) device report was given to 67 (54.7%) of the patients. The most accompanying comorbidity of the patients was hypertension (HT). There was a weak positive correlation between AHI and HT; r=0.280, N=95, and the relationship was statistically significant (p=0.006). Nine (7.30%) of the patients were newly diagnosed with hypertension. Invasive coronary angiography was recommended for two (1.6%) patients with positive test results, and coronary computed tomographic angiography was recommended for four (3.2%) patients. Myocardial perfusion scintigraphy was recommended to nine (7.3%) patients who could not perform cardiovascular stress tests.
Conclusion: Cardiac evaluation should be performed before laboratory-based polysomnography is performed. Electrocardiography and TTE recording should be performed on the patients, and 24-hour ABPM should be inserted. Additional tests should be performed to investigate ischemia in patients with myocardial ischemia findings.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

6.
Glioblastomlarda Klinikopatolojik Özelliklerin, Ki-67 Proliferasyon Endeksi, IDH1, EGFR ve p53 Mutasyonlarının Prognoz ile İlişkisinin Değerlendirilmesi
The Relationship of Clinicopathological Features, Ki-67 Proliferation Index, IDH1, EGFR, and p53 Mutations with Prognosis in Glioblastomas
Sevda Dalar, Şahsine Tolunay, Ahmet Bekar
doi: 10.5505/kjms.2023.04307  Sayfalar 237 - 244
Amaç: Glioblastoma en sık görülen malign beyin tümörüdür. Literatürde glioblastomların morfolojik bulguları ile hasta prognozu arasındaki ilişkiyi inceleyen az sayıda yayın bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, glioblastoma hastalarında morfolojik bulgular, IDH1, EGFR, p53 ekspresyonları ve ki-67 proliferasyon endeksinin hasta prognozu üzerindeki etkilerini araştırmaktır.
Materyal ve Metot: Bu çalışmada Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda 2014–2017 yılları arasında glioblastoma tanısı konulan toplam 166 hasta değerlendirildi. Morfolojik bulguların (geniş nekroz, fokal nekroz, palizadlanan nekroz, mikrovasküler proliferasyon, atipi, sellülarite, lenfosit infiltrasyonu, mitoz, hücre tipi) varlığı/ yokluğu veya yoğunluğuna göre sınıflandırıldı. IDH1, EGFR, p53 ekspresyonları ve ki-67 proliferasyon endeksleri boyanma/boyanmama durumları veya boyanma yüzdelerine göre gruplandırıldı. Bu bulgular ile postoperatif sağkalım süresi arasındaki ilişki araştırıldı.
Bulgular: Morfolojik bulgular, IDH1, EGFR, p53 ekspresyonları, ki- 67 endeksi ile hasta sağkalımı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamadı.
Sonuç: Morfolojik ve immünohistokimyasal özellikler glioblastomaların prognozunu tahmin etmek için yeterli olmayabilir. Prognozu tahmin etmede moleküler yöntemlere başvurmak daha uygun olabilir.
Aim: Glioblastoma is the most common malignant brain tumor. In the literature, few reports examine the relationship between morphologic findings of glioblastomas and patient prognosis. This study investigates the effects of morphological conclusions, IDH1, EGFR, p53 expressions, and Ki-67 proliferation index on patient prognosis in glioblastoma patients.
Material and Method: This study evaluated 166 patients diagnosed with glioblastoma between 2014 and 2017 in the Faculty of Medicine, Department of Pathology. Morphological findings (broad necrosis, focal necrosis, palisaded necrosis, microvascular proliferation, atypia, cellularity, lymphocyte infiltration, mitosis, cell type) were classified according to their presence/absence or intensity. IDH1, EGFR (Epidermal Growth Factor Receptor), p53 expressions, and Ki-67 proliferation indexes were grouped according to staining/non-staining conditions or staining percentages. The relationship between these findings and postoperative survival time was investigated.
Results: There was no statistically significant relationship with survival between morphologic findings, IDH1, EGFR, p53 expressions, and Ki-67 index.
Conclusion: Morphological and immunohistochemical features are insufficient to predict glioblastoma prognosis. Referring to molecular methods in estimating the prognosis may be more appropriate.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

7.
Bolu Bölgesinde Pterjiyum ve Pingekula Olgularındaki Sıklık ve Etiyolojik Faktörlerin İncelenmesi
Evaluation of Frequency and Etiological Factors in Pterygium and Pinguecula Cases in Bolu Region
Yonca Asfuroğlu, Mahmut Asfuroglu, Oya Kalaycioglu
doi: 10.5505/kjms.2023.33270  Sayfalar 245 - 251
Amaç: Bolu bölgesindeki hastalarda pterjiyum ve pingekulanın sıklığını değerlendirmek ve ileri yaş, UV maruziyeti, sigara kullanımı, eğitim durumu, sistemik hastalık gibi faktörlerin pterjiyum ve pingekula ile ilişkisini araştırmak.
Materyal ve Metot: Kliniğimize başvuran 18–80 yaş arası 1014 hasta çalışmaya dâhil edildi. Hastaların yaş ve cinsiyet gibi demografik bilgileri, meslekleri, eğitim düzeyleri, sistemik hastalıkları, sigara kullanımları ve gün içerisindeki UV maruziyetleri sorgulandı. Tam bir oftalmolojik muayene yapılarak, pterjiyum ve pingekula varlığı değerlendirildi. Sonuçlar p <0,05 düzeyinde anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen 1014 hastanın 553’ü kontrol grubunda (%54,5); 101’i pterjiyum grubunda (%9,96) ve 360’ı pingekula grubunda yer aldı (%35,5). Hastaların 382’si erkek; 632’si kadındı. Hastaların yaş ortalaması 46,33±15,83 idi. Pingekulanın pterjiyuma göre daha fazla oranda bilateral seyrettiği izlendi (p<0,001). Pterjiyum ve pingekula grubunda dış mekanda çalışanların oranı kontrol grubuna göre belirgin olarak yüksekti (p<0,001). UV maruziyetine bakıldığında gruplar arası anlamlı farklar tespit edildi (p<0,001). Pterjiyum grubundaki hastaların gün içindeki ortalama UV maruziyeti en üst sıradayken (median: 3,0, IQR: 0–4,5); pingekula grubunda bu süre ortalama iki saat olarak tespit edildi (median: 2, IQR: 0–4). Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında eğitim düzeyinin pterjiyum ve pingekula grubunda daha düşük olduğu saptandı (p<0,001).
Sonuç: İleri yaş, uzamış UV maruziyeti, dış mekanda çalışma ve düşük eğitim seviyesi pterjiyum ve pingekula gelişimi ile yakından ilişkilidir. Bu kesitsel çalışma ileride ülkemizde yapılabilecek geniş serili prevalans çalışmalarına katkı sağlayabilecek niteliktedir.
Aim: To evaluate the frequency of pterygium and pinguecula in patients living in Bolu region and to assess the relationship between advanced age, UV exposure, smoking status, education level, systemic disease and presence of pterygium and pinguecula.
Material and Method: This study comprises 1014 patients between 18–80 years of age. Demographic data, including age and sex, occupation, education level, systemic disease, smoking status and UV exposure, are questioned. A comprehensive ophthalmological examination was performed, and the presence of pterygium and pinguecula was evaluated. A p-value under 0.05 was taken to be statistically significant.
Results: Among 1014 patients included in this study, 553 patients were in the control group (54.5%); 101 patients had pterygium (9.96%) and 360 patients had pinguecula (35.5%). Three hundred eighty-two patients were men and 632 were women. The mean age of patients was 46.33±15.83 years. Bilaterality was more evident in the pinguecula group compared to the pterygium group (p<0.001). Patients with outdoor occupation were higher in the pterygium and pinguecula group compared to the control group (p<0.001). UV exposure time was significantly different between groups (p<0.001). While UV exposure time was the highest in the pterygium group (median: 3.0, IQR: 0–4.5), it was approximately 2 hours in the pinguecula group (median: 2, IQR: 0–4). Education levels were lower in the pterygium and pinguecula group compared to the control group (p<0.001).
Conclusion: Advanced age, extended UV exposure, outdoor occupation and low education levels are associated with developing pterygium and pinguecula. This cross-sectional study could contribute to prevalence studies with large series that would be held in our country in the future.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

8.
Diyabetli Hastalarda COVID-19 Aşı Tereddütünün Sıklığı ve Etkileyen Faktörler
Frequency and Affecting Factors of COVID-19 Vaccine Hesitancy in Patients with Diabetes
Mehmet Ali Eren, Hüseyin Karaaslan, Sanem Gökçen Merve Kılınç, Veysel Altınyaprak, Gizem Ilgın Kaplan, Tevfik Sabuncu
doi: 10.5505/kjms.2023.08058  Sayfalar 252 - 256
Amaç: Aşılama süreci, COVID-19 salgınıyla mücadelede en etkin stratejilerden biridir. Ancak, etkinliği aşı reddinden büyük ölçüde etkilenebilmektedir. Diyabetes mellitus, genel olarak immünsupresif bir durum olarak kabul edilmektedir ve bu hasta grubunda COVID-19’a bağlı morbidite ve mortalitede artış söz konusu olmaktadır. Bu nedenle diyabet hastalarına COVID-19 aşısı şiddetle tavsiye edilmektedir. Bu çalışmada diyabetiklerde aşılama sıklığı ve aşı reddini etkileyen sosyal, demografik ve klinik faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Bu kesitsel çalışmada aşı olan ve olmayan katılımcıların demografik, sosyal ve bireysel özelliklerini belirlemek için anket kullanıldı. Diyabeti olan ve soruları cevaplayabilecek fiziksel ve zihinsel kapasiteye sahip hastalar başvuru sırasına göre çalışmaya dâhil edildi. Önceden hazırlanmış sorular yüz yüze anket yöntemiyle katılımcılara soruldu. Katılımcılar COVID-19 aşısı olan (Grup 1=180) ve olmayan (Grup 2=26) olmak üzere iki gruba ayrıldı.
Bulgular: Aşılanma sıklığı %87,4 idi. Aşılı ve aşısız gruplar arasında yaş, diyabet yaşı, cinsiyet, diyabet tipi, insülin kullanımı, sigara kullanımı, medeni durum, yaşanılan yer, eğitim durumu, COVID-19 geçirme öyküsü, yakınlarından birinin COVID-19 geçirmesi ve yakınlarından birini COVID-19 nedeniyle kaybetmesi açısından fark yoktu. Herhangi bir zamanda influenza aşısı olma oranı aşılanmamış grupta aşılanmış gruba göre anlamlı olarak daha düşüktü (%7,7’ye karşı %26,1, p=0,047).
Sonuç: Diyabetik hastalarımızın COVID-19 aşılanma oranları il genelinden yüksek ve Türkiye geneli ile aynıydı ve bu durum demografik, sosyal ve bazı bireysel özelliklerden bağımsızdı. Diyabetik popülasyonda aşı ile önlenebilir hastalıkların ciddi sonuçları hakkında çeşitli ortamlarda daha fazla destek ve bilgi sağlanması, COVID- 19’da olduğu gibi, önerilen diğer aşıların da uygulanma oranlarını artırabilir.
Aim: While vaccines are the most important strategy in combating the COVID-19 epidemic, their effectiveness can be greatly affected by vaccine hesitancy. Diabetes mellitus is known as an immunecompromised condition, and COVID-19 is associated with an increased risk of morbidity and mortality in patients with diabetes mellitus. For this reason, the COVID-19 vaccine is strongly recommended for diabetic patients. This study investigated the social, demographic, and clinical factors affecting vaccination frequency and vaccine hesitancy in diabetics.
Material and Method: A cross-sectional study used a questionnaire to determine the demographic, social, and individual characteristics of the participants who were vaccinated or unvaccinated. Patients with diabetes mellitus and having the physical and mental capacity to answer the pre-prepared questions by face-to-face survey method according to the order of admission were included. There were two groups of participants: those who received the COVID-19 vaccination (Group 1=180) and those who did not (Group 2=26).
Results: The frequency of vaccination was 87.4%. A comparison of the vaccinated and unvaccinated groups did not show any significant differences in terms of gender, age, type, and duration of diabetes, smoking, insulin use, marital and educational status, living place, history of COVID-19, family members with COVID-19, and relatives who died due to COVID-19. Influenza vaccination rates were also significantly lower in the unvaccinated group than in the vaccinated group (7.7% vs. 26.1%, p=0.047).
Conclusions: Although the COVID-19 vaccination rates of our diabetic patients were higher than the general provincial rate, they were the same as in Türkiye, regardless of demographic, social, and individual characteristics. As evidenced by the COVID-19 experience, additional information and support regarding vaccination- preventable diseases could raise the rate of other recommended vaccinations among diabetic patients.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

9.
Hipertansiyon Hastalarında Ambulatuar, Ev ve Ofis Ölçümlerinin Korelasyonu ve Klinik Etkisi
Correlation and Clinical Impact of Ambulatory, Home, and Office Measurements in Hypertensive Patients
Onur Aslan, Behçet Varışlı
doi: 10.5505/kjms.2023.71324  Sayfalar 257 - 264
Amaç: Hipertansiyon majör kardiyovasküler risk faktörü olmasının yanısıra en sık görülen kronik hastalıktır. Tanı ve tedavisinde hedeflenen düzeyden uzak olunması ölçüm yöntemlerinin sıkça sorgulanmasına neden olmuştur. Ofis dışı ölçümler ön plana çıkıyor olmakla birlikte ofis ve ofis dışı ölçüm yöntemlerinin güvenilirliği ve klinik etkileri hem kullanılabilirlik hem de korelasyon açısından sorgulanmaya açıktır. Bizim bu çalışmadaki amacımız hipertansiyon hastalarında ambulatuvar, ev ve ofis ölçümlerinin korelasyonunun ve bunun klinik etkilerinin değerlendirilmesidir.
Materyal ve Metot: Hipertansiyon tanısıyla takip edilen hastaların ofis dışı tansiyon ölçümleri değerlendirildi. Ambulatuvar tansiyon ölçümleri planlanan hastaların bu ölçümden beş gün öncesinde ev ölçümlerinin yapılması istendi. Ofis ölçümleri osilometrik ve oskülatuvar yöntemle ölçüldü. Ev ölçümleri hastaların kendi kalibre edilmiş cihazlarıyla yapıldı. Ambulatuvar ölçümler beş günlük ev takiplerinin sonrasında uygulandı.
Bulgular: Çalışmaya 49±15 yaş ortalamasına sahip ve %52’si kadın hastalardan oluşan 463 hasta dâhil edilmiştir. Ev (256) ve ofis (220) ölçümlerine göre regüle olmayan hipertansiyon tanısı alan hasta sayısı, gündüz (63) ve ortalama (87) ambulatuvar ölçümlerine göre regüle olmadığı tanısına varılan hastalardan çok daha fazlaydı. Gündüz ambulatuvar ölçümlerine göre regüle kabul edilen hastalardan 157 (%71,4)’si ofis tansiyonlarına göre, 193 (%75,4)’ü ev tansiyonlarına göre regüle olmayan hipertansiyon olarak değerlendirilmiştir. Tansiyon ölçümlerinin kendi aralarındaki korelasyona bakıldığında ev ve ofis tansiyonları arasında yüksek bir korelasyon (r: 0,922, p<0,001), ambulatuvar ölçümleri ile ev ve ilk ofis tansiyonları arasında ise düşük derecede bir korelasyon (r: 0,438, r: 0,459, p<0,001) olduğu gözlendi.
Sonuç: Ofis ölçümleri sonucu hipertansiyon tanısıyla takipli iken regüle olmadığına karar verilen hastaların çok önemli bir kısmında ambulatuvar ölçümler sonucu takibin regüle olduğuna karar verilmiştir. Ev ve ofis ölçümleri arasındaki yüksek korelasyon ile bu ölçüm yöntemlerinden ayrışan ambulatuvar ölçüm arasındaki düşük korelasyon dikkat çekicidir.
Aim: Hypertension is a major cardiovascular risk factor and the most common chronic disease. Being far from the targeted level in diagnosis and treatment has led to frequent questioning of measurement methods. Although out-of-office measurements are gaining prominence, the reliability and clinical effects of office and out-of-office measurement methods are open to question in terms of both usability and correlation. Our aim in this study was to evaluate the correlation of ambulatory, home, and office measurements and their clinical implications in hypertensive patients.
Material and Method: We evaluated out-of-office blood pressure measurements of patients who were followed up with a diagnosis of hypertension. Patients who were scheduled to have ambulatory blood pressure measurements were asked to have home measurements five days before this measurement. Oscillometric and auscultatory methods used for office measurements. Home measurements were performed with the patient’s own calibrated devices. Ambulatory measurements were performed after five days of home follow-up.
Results: The study included 463 patients with a mean age of 49±15 years, 52% of whom were women. The number of patients diagnosed with non-regulated hypertension, based on home (256) and office (220) measurements, was much higher than the number of patients based on daytime (63) and average (87) ambulatory measurements. Among the patients considered regulated according to daytime ambulatory measurements, 157 (71.4%) were evaluated as hypertension according to office blood pressure, and 193 (75.4%) were assessed as non-regulated hypertension according to home blood pressure. When the correlation between blood pressure measurements was analyzed, it was observed that there was a high correlation between home and office blood pressure (r: 0.922, p<0.001) and a low correlation between ambulatory measurements and home and office blood pressure (r: 0.438, r: 0.459, p<0.001).
Conclusion: In a significant proportion of patients who were decided to be unregulated while being followed up with a diagnosis of hypertension due to office measurements, it was decided that the follow-up was regulated as a result of ambulatory measurements. The high correlation between home and office measurements and the low correlation between ambulatory measurements, which differs from these methods, are noteworthy.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

10.
Hastane ve Toplum Kaynaklı Deri ve Yumuşak Doku Enfeksiyonlarından İzole Edilen Metisilin Dirençli Staphylococus Aureus Suşlarında Fusidik Asit Duyarlılığı
Fusidic Acid Sensitivity in Methicillin-Resistant Staphylococcus aureus Strains Isolated From Hospitaland Community-Acquired Skin and Soft Tissue Infections
Sevda Soydan, Nurşad Çifçi, Feray Ferda Şenol
doi: 10.5505/kjms.2023.48030  Sayfalar 265 - 270
Amaç: Hastanemizde yara enfeksiyonlarından izole edilen metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) suşlarının sıklığı ve bunların fusidik asite (FA) in vitro duyarlılığı değerlendirerek FA’in ampirik tedavideki yerini göstermeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Çeşitli servis ve polikliniklerden alınan yara kültür örneklerinden izole edilen toplam 110 S. aureus suşu çalışmaya dâhil edildi. Bakterilerin tanımlanması ve antibiyotiklere olan duyarlılığı mikrobiyoloji laboratuvarımızda klasik yöntemler ve VITEK 2 (Biomerieux, Fransa) sistemi ile gerçekleştirildi. Metisilin duyarlılığı, Klinik ve Laboratuvar Standartları Enstitüsü (CLSI) kriterlerine göre ve Fusidik asit duyarlılığı ise European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) kriterlerine göre değerlendirildi. Veriler IBM Sosyal Bilimlerde İstatistik Paket Programı (SPSS) sürüm 17 programına kaydedilerek istatistiksel analizleri yapıldı (P <0,05 anlamlı kabul edildi).
Bulgular: S. aureus şuşlarının 51’i (%46,4) servis hastalarından 59’u (%53,6) polikliniklerinden izole edildi. One hundred and ten S. aureus suşunun total metisilin direnci %20,9 olarak bulundu. Polikliniklerde ve servislerde metisilin direnci sırasıyla %17,4 ve %23,7 idi ve aralarındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (P >0,05). Poliklinik hastalarında ve servis hastalarında FA sensitivitesi sırasıyla %90,2 ve %94,9 olarak bulundu ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (P >0,05). Methicillin-resistant Staphylococcus aureus çoğunlukla pediyatri, ortopedi, genel cerrahi ve Kulak Burun Boğaz (KBB) ünitelerinden izole edildi. Bu birimlerde FA sensitiviteleri sırasıyla %93,7, %96,1, %100, %100 idi.
Sonuç: FA, toplum ve hastane kaynaklı MRSA’ların neden olduğu yumuşak doku ve yara enfeksiyonlarının tedavisinde etkili ve güvenli bir ampirik tedavi seçeneği olarak akılda tutulmalıdır.
Aim: We aimed to detect the frequency of methicillin-resistant Staphylococcus aureus (MRSA) strains that were isolated from wound infections in our hospital, and then we want to evaluate the in vitro fusidic acid (FA) susceptibility rates of them to determine the place of FA in empirical treatment.
Material and Method: A total of 110 S. aureus strains, which were isolated from wound culture samples from various services and outpatients, were included in the study. The bacteria were identified and antibiogram using our microbiology laboratory’s classical methods and VITEK 2 (Biomerieux, France) system. Methicillin sensitivity was evaluated according to Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI) criteria, and Fusidic acid sensitivity was assessed according to European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) criteria. The data were recorded in the IBM Statistical Package for Social Sciences (SPSS) program version 17, statistical analyses were performed, and P <0.05 was considered significant.
Results: 51 (46.4%) of S. aureus were isolated from service patients, and 59 (53.6%) were separated from outpatient clinics. The total methicillin resistance of 110 S. aureus strains was 20.9%. Methicillin resistance in outpatient clinics and services was 17.4% and 23.72%, respectively; their difference was not statistically significant (P >0.05). Sensitivity rates of FA in the outpatient clinics and services were found to be 90.2% and 94.9%, respectively, and the difference was not statistically significant (P >0.05). Methicillin-resistant Staphylococcus aureus was primarily isolated from pediatrics, orthopedics, general surgery, and otorhinolaryngology. In these units, FA sensitivities were 93.7%, 96.1%, 100%, and 100%, respectively.
Conclusion: FA should be considered an effective and safe empirical treatment option in treating soft tissue and wound infections caused by community and hospital-acquired MRSA.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

11.
Escherichia coli Enfeksiyonu Üzerine Antibiyofilm ve Sinerjistik Etkili Bor Bileşikleri
Boron Compounds with Antibiofilm and Synergistic Effects on Escherichia coli Infection
Ozgur Celebi, Sumeyye Baser, Cigdem Eda Balkan Bozlak, Ali Taghizadehghalehjoughi, Aydin Mahmoudnezhad, Demet Celebi
doi: 10.5505/kjms.2023.22605  Sayfalar 271 - 278
Amaç: Biyofilm oluşturan bir bakteri olan Escherichia coli, esas olarak idrar yolu, peritonit, menenjit ve septisemi gibi bağırsak ve bağırsak dışı enfeksiyonlardan sorumludur. Escherichia coli enfeksiyonlarının üstesinden gelmek için farklı antibiyotikler (Aminoglikozid, Florokinolonlar vb.) tedavileri rutin olarak kullanılmaktadır. Biyofilm varlığı Escherichia coli ‘nin antibiyotiklere karşı direncini artırır. Bu çalışmanın amacı, in vitro karaciğer (HepG-2) enfeksiyon modelinde bor bileşeninin Escherichia coli biyofilm oluşumu üzerindeki etkisini değerlendirmeye çalışmaktır.
Materyal ve Metot: Escherichia coli üzerine bor bileşiklerinin antibakteriyel etkinliği Minimum inhibitör konsantrasyonu ile değerlendirildi. Bor bileşiklerinin kominasyonu ile gösterdiği antibakteriyel etkinlik Franksiyonel inhibitör konsantrasyonu ile değerlendirildi. Hücre hattında Escherichia coli ile oluşturulan enfeksiyon modelinde bor bileşiklerinin sitotoksik olmayan dozu belirlendi. Ardından hücre canlılığına etkisi ve patolojik incelemeler histopatolojik olarak incelenmiştir.
Bulgular: Sinerjistik etkiler (≤0,5), 32 μg/mL Etidote + 32 μg/mL Sodyum perborat metahidratta, Etidote 32 μg/mL + 32 μg/mL Çinko boratta ve Çinko borat 32 μg/mL + Sodyum perborat metahidrat 32 μg/mL’de izlenmiştir. 128 μg/ml Etidote + 512 μg/ml Sodyum perborat metahidrat, Etidote 512 μg/mL + Çinko borat 1024 μg/mL ve Çinko borat 512 μg/mL + Sodyum perborat metahidrat 128 μg/mL’nin antibiyofilm aktivitesine sahip olduğu belirlendi. Hücre hattında Çinko borat + Etidote’un enfeksiyonu azaltmasına rağmen kombinasyonunun tamamen azaltmadığı belirlendi. Histopatolojik analizler de bu sonuçlarla paralellik gösterdi.
Sonuç: Bor bileşenleri biyofilm oluşturan Escherichia coli’ye karşı kullanılma potansiyeline sahiptir.
Aim: Escherichia coli, a bacterium that forms a biofilm, is mainly responsible for intestinal and extraintestinal infections, such as urinary tract infections, peritonitis, meningitis, and septicemia. Different antibiotics (Aminoglycoside, Fluoroquinolones, etc.) treatments are routinely used to overcome E.coli infections. The presence of biofilm increases E.coli resistance against antibiotics. The study aims to evaluate the boron component’s effect on the biofilm formation of E.coli in vitro via a liver (HepG-2) infection model.
Material and Method: The antibacterial activity of boron compounds on Escherichia coli was evaluated with Minimum inhibitory concentration. Antibacterial activity with the combination of boron compounds was assessed by fractional inhibitor concentration. The non-cytotoxic dose of boron compounds was determined in the infection model created with Escherichia coli in the cell line. Then, the effect on cell viability and pathological examinations were examined histopathologically.
Results: Synergistic effects (≤0.5) were watched at 32 μg/mL Etidote + 32 μg/mL Sodium perborate metahydrate, at Etidote 32 μg/mL + 32 μg/mL Zinc borate, and at Zinc borate 32 μg/mL + 32 μg/mL Sodium perborate metahydrate. It was determined that 128 μg/ml Etidote + 512 μg/ml Sodium perborate metahydrate, Etidote 512 μg/mL + Zinc borate 1024 μg/mL, and Zinc borate 512 μg/mL + Sodium perborate metahydrate 128 μg/mL had antibiofilm activity. In the cell line, it was determined that although Zinc borate + Etidote reduced the infection, it did not completely reduce it in its combination. Histopathological analyses also paralleled these results.
Conclusion: Boron components can be used against biofilmformed E.coli.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

12.
Türkiyenin Doğusunda Bir Üniversite Hastanesinde Hepatit C Genotip Testi ve Sekans Analizi
Hepatitis C Genotype Assay and Sequence Analysis at a University Hospital in Eastern Türkiye
Çiğdem Eda Balkan Bozlak, Abdullah Gümüş, Ahmet Yılmaz
doi: 10.5505/kjms.2023.47108  Sayfalar 279 - 286
Amaç: Hepatit C virüsü (HCV), dünya çapında siroz, karaciğer yetmezliği ve kansere neden olabilen birçok genotip ve alt tipi olan bir virüstür. HCV enfeksiyonlarının tedavi sürecini belirlemek için ülkelerin HCV genotiplerini ve alt tiplerini belirlemeleri de önemlidir. Bu çalışmada üç yıldır Kafkas Üniversitesi Hastanesi’ne gelen ve makro-ELISA’da anti-HCV pozitif bulunan 71 hastada HCV genotipini belirlemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Hastanemize başvuran ve ELISA yöntemi ile anti-HCV pozitif saptanan hastalardan alınan 71 örnek çalışmamıza dâhil edildi. HCV genomunun 5’çevrilmemiş bölgesi (5’UTR) bölgesi, PCR ile amplifiye edildi ve sekanslandı. 5’UTR bölgesi için 5’-ctgtgaggaactactgtctt-3’ ve 5’-atactcgaggtgcacggtctacgagacct- 3’ primerleri kullanıldı. Sekans reaksiyonları, bir ABI Prism 3130xl DNA sekanslayıcı üzerinde gerçekleştirildi ve sekans analizi yapıldı. Ortaya çıkan sekans, genotipi tespit etmek için HCV Veri Bankasında tarandı.
Bulgular: Elli altı örneğin HCV genotip dağılımı şu şekildeydi; Hastaların 27’si (%48) erkek, 29’u (%51) kadındı. Genotip la, altı (%8,5); Genotip 1b, kırk (%71); Genotip 3a, yedi (%12); Genotip 4, üç (%6). Türkiye’de en yaygın tür olan Type1b, sonuçlarımıza göre ilimizde de en yüksek tür olarak bulundu.
Sonuç: HCV genotipini belirlemeye yönelik ilk çalışma olması nedeniyle bölgemizin Türkiye’de HCV pozitif hastalara uygulanacak tedavilerin oluşturulmasında izlenecek prosedürlerin bölgesel dağılımına katkı sağlayacağını umuyoruz.
Aim: Hepatitis C virus (HCV) is a virus with many genotypes and subtypes that can cause cirrhosis, liver failure, and cancer worldwide. Countries must also identify their genotypes and subtypes to determine the treatment process for HCV infections. This study aimed to determine the HCV genotype among 71 patients who visited Kafkas University Hospital and tested positive for anti-HCV via macro-ELISA over three years.
Material and Method: 71 samples collected from patients admitted to our hospital and identified as anti-HCV positive using the ELISA method were included in our study. The 5’untranslated region (5’UTR) region of HCV was amplified and sequenced by PCR. 5’-ctgtgaggaactactgtctt-3’ and 5’-atactcgaggtgcacggtctacgagacct- 3’ primers were used for 5’UTR region. Sequence reactions were conducted on an ABI Prism 3130xl DNA sequencer, and sequence analysis was performed. The resulting sequence was screened in HCV Databank to detect genotype.
Results: The HCV genotype distribution of 56 samples was as follows: 27 (48%) patients were male and 29 (51%) were female. Genotype1a, 6 (8.5%); Genotype1b, 40 (71%); Genotype3a, 7 (12%); Genotype4, 3 (6%). According to our results, Type1b, the most common species in Türkiye, was also found to be the highest in our city.
Conclusion: We hope this study provides the regional distribution of the procedures to be followed in the formation of treatments for HCV-positive patients in Türkiye since it is the first study to determine HCV genotype in our region.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

13.
Poliklinik Memnuniyet Anketi: Üçüncü Basamak Merkez Deneyimi
Outpatient Clinic Satisfaction Survey: Tertiary Center Experience
Müjde Canday, Aslıhan Yurtkal
doi: 10.5505/kjms.2023.65807  Sayfalar 287 - 293
Amaç: Sağlık hizmetlerinin kalitesini değerlendirmenin en etkili yöntemlerinden biri, hizmet sağlayıcının belirleyici olduğu gerçeğine dayanarak hasta görüşleri ve geri bildirim almak amacıyla hazırlanan memnuniyet anketleridir. Bu çalışma, bir hastane olarak halkın ihtiyaçlarına ve isteklerine yanıt verebilecek politikalar oluşturabilen bir altyapı hazırlamak amacıyla üçüncü basamak bir merkezde poliklinik hizmeti alan hastaların memnuniyetini ölçmeyi ve bu hizmetlerin kalitesini değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Bu çalışma, Kasım 2021 ile Şubat 2022 tarihleri arasında Kamu Hastanesi olarak üçüncü basamak bir merkez olan Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği’ne başvuran 780 poliklinik hastası üzerinde gerçekleştirildi. Anket, kurumdan aldıkları hizmetle ilgili 15 soru ve sosyodemografik özelliklerine dair altı soru içeren iki bölümden oluşmaktadır.
Bulgular: En yüksek “Evet” oranı, “Muayene eden doktor ilgiliydi” ifadesi ile %96,4 (752 kişi) olarak belirlendi. En yüksek “Hayır” oranı, %31,0 (242 kişi) ile “Hastanede bekleme süreleri hakkında bilgilendirildim” ifadesi ile kaydedildi. En düşük “Evet” oranı %51,5 (402 kişi) ile “Hastane genel olarak temizdi” ifadesiyle, en düşük “Hayır” oranı ise yine “Muayene eden doktor ilgiliydi” ifadesiyle oldu. Katılımcıların %87,1’i (679 kişi) kayıt için bekleme süresinin uzun olduğunu belirtirken, %52,7’si hastaneye ulaşmanın zor olduğunu, ve %88,8’i (693 kişi) hastaneyi arkadaşlarına ve ailelerine önerdiklerini belirtti. Hastalar, genel olarak sunulan hizmetlerden memnun olduklarını bildirdiler.
Sonuç: Her sektörde olduğu gibi, bugün sağlık sektöründe de sağlık hizmeti sunumunda kalite aranmaktadır. Bu hizmetleri ölçme açısından hasta memnuniyet anketleri önemli bir rol oynamaktadır. Hasta memnuniyet anketlerinin periyodik olarak gerçekleştirilmesi ve bu anketlerden elde edilecek sonuçların değerlendirilmesi, sağlık yöneticilerinin sağlık hizmetlerinin kalitesini artırmak için atacakları adımlarda kılavuz olabileceği düşünülmektedir.
Aim: Patient satisfaction surveys stand as one of the most effective methods for assessing the quality of healthcare services, aimed at gathering feedback from patient opinions and recognizing the service provider’s pivotal role. This study aims to measure the satisfaction of the patients receiving outpatient services in a tertiary center with the quality of these services and to prepare an infrastructure that can create policies that can respond to the needs and wishes of the people as a hospital.
Material and Method: This study was conducted on 780 outpatients who applied obstetrics and gynecology services at Kafkas University Medical Faculty Training and Research Hospital, a tertiary public hospital, between November 2021 and February 2022.” The questionnaire consisted of two parts, asking 15 questions about the service they received from the institution and six questions about their sociodemographic characteristics.
Results: The highest Yes rate was 96.4% (752 people) as “The doctor who examined me was interested”. The highest No rate was 31.0% (242 people) with the expression “I was informed about the waiting times in the hospital”. While the lowest yes rate was 51.5% (402 people), the statement “The hospital was clean in general”, the lowest no rate was again the statement “The doctor who examined me was interested”. 87.1% of the participants (679 people) stated that the waiting time for registration was long, 52.7% said it was difficult to reach the hospital, and 88.8% (693 people) said they would recommend the hospital to their friends and family. Patients reported that they were generally satisfied with the services provided.
Conclusion: Similar to every sector, the pursuit of quality in delivering healthcare services is a prevalent goal in today’s healthcare sector. Patient satisfaction surveys are essential in terms of measuring these services.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

14.
Üniversite Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Servisi’nde Yatan Hastaların Memnuniyet Değerlendirmesi
Satisfaction Evaluation of Patients Hospitalized in University Hospital Gynecology and Obstetrics Service
Aslıhan Yurtkal, Müjde Canday
doi: 10.5505/kjms.2023.04764  Sayfalar 294 - 300
Amaç: Kaliteli bir sağlık hizmeti, hasta memnuniyetinden bağımsız düşünülemez. Hizmet kalitesini artırabilmek için hasta memnuniyeti araştırması temel araçlardan biridir. Bu çalışma ile Kafkas Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde yatan hastaların memnuniyet düzeylerini ve beklentilerini değerlendirmeyi amaçladık. Ayrıca, memnuniyet düzeyinin sosyodemografik özelliklere göre farklılık gösterip göstermediğini belirlemeyi ve elde edilen olumlu ve olumsuz veriler ışığında sağlık hizmetlerinin yeniden gözden geçirilmesini hedefledik.
Materyal ve Metot: Mayıs 2021 ile Eylül 2022 tarihleri arasında Kafkas Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde yatan 655 hasta soruşturuldu. Anket, sosyodemografik özellikleri belirlemek için bir bölüm ve memnuniyetlerini değerlendirmek için 14 soru içeren bir diğer bölüm olarak oluşturuldu. Sorular, ‘evet’, ‘biraz’ ve ‘hayır’ olarak cevaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda, hasta ve doktor arasındaki iletişimde hemşirelerin bilgi verme konusundaki performansı değerlendirilmiş ve en yüksek memnuniyet düzeyine ulaşılmıştır. Çoklu değişkenli lineer regresyon analizi sonuçlarına göre, yaş, eğitim durumu ve kalış süresinin diğer değişkenlerden bağımsız olarak memnuniyet düzeyini etkilediği belirlendi (p<0,001). Hastanın çalışma hayatı ile ilgili durumunun memnuniyeti etkilemediği gözlemlendi (p=0,434).
Sonuç: Çalışmamızda, hastanenin temizliğinin genel memnuniyet düzeyini düşürdüğü tespit edildi. Sağlık hizmetleri yöneticileri tarafından temizlik hizmetlerinin hasta memnuniyetini artıracak şekilde yeniden düzenlenmesi gerekliliği ortaya konmuştur. Hasta memnuniyet değerlendirmelerinin periyodik olarak yapılmasının sağlık hizmetlerinin kalitesini artıracağına inanılmaktadır.
Aim: A quality health service is not independent of patient satisfaction. Patient satisfaction research is one of the primary instruments for better quality service. With this study, we aimed to evaluate the satisfaction levels and expectations of the patients hospitalized in the Department of Gynecology and Obstetrics of the Kafkas University Training and Research Hospital to determine whether the satisfaction level differs according to socio-demographic characteristics and to restructure the light of the positive and negative data obtained.
Material and Method: Between May 2021 and September 2022, 655 patients who received inpatient services at the Department of Gynecology and Obstetrics at Kafkas University Training and Research Hospital were surveyed. The questionnaire included a section about socio-demographic characteristics and 14 questions to determine their views on satisfaction. The questions were answered as ‘yes’, ‘a little’, and ‘no’.
Results: In our study, the highest level of satisfaction was for the nurses giving information about the treatment and care to the patient and the doctor’s interest in the patient. According to the results of the multivariate linear regression analysis, it was determined that age, education status, and length of stay affected the satisfaction level independently of other variables (p<0.001). It was observed that working status did not affect satisfaction (p=0.434).
Conclusion: Our study highlighted that hospital cleanliness significantly impacted the overall satisfaction levels, indicating a need for readjustments by hospital management.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

15.
Sağlık Çalışanlarının Pandemiye Yönelik Bilgi, Tutum ve Davranışlarının İncelenmesi
Examination of Healthcare Workers’ Knowledge, Attitudes, and Behaviors Regarding the Pandemic
Nazik Yalnız, Derya Hırçın Cenger, Ebru Köseoğlu, Canan Uygur, Zeynur Erdoğu
doi: 10.5505/kjms.2023.03789  Sayfalar 301 - 309
Amaç: Bu araştırmada, sağlık çalışanlarının pandemiye yönelik bilgi, tutum ve davranışlarının incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Tanımlayıcı olarak planlanan çalışma, bir eğitim araştırma hastanesinde çalışan 546 sağlık çalışanı ile gerçekleştirilmiştir. Veri toplama aracı olarak sosyodemografik özellikleri ve pandemiye yönelik bilgi, tutum ve davranışları belirlemek amacıyla hazırlanan bilgi formu kullanılmıştır.
Bulgular: Katılımcıların çoğunluğunun COVID-19 Pandemisi’ne yönelik eğitim ve bilgilendirme faaliyetlerine katıldığı, güvenilir bilgi kaynaklarından yararlandıkları, influenza aşısını düzenli yaptırmadığı, katılımcıların %41,8’inin İnfluenza A (H1N1) 2009 Pandemisi’nde sağlık sektöründe çalıştığı saptanmıştır. Çalışmaya katılan sağlık çalışanlarının influenza aşısı yaptırma davranışında, çocuk sahibi olması ve İnfluenza A (H1N1) Pandemisi’nde aktif olarak çalışmış olmaları istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. İnfluenza A (H1N1) Pandemisi’nde sağlık sektöründe çalışmış olanların, İnfluenza ve COVID-19 Pandemilerinin riskleri, korunma yolları, hasta yönetimi konusunda istatistiksel olarak anlamlı bir biçimde kendilerini yeterli gördükleri, hasta yönetimi esnasında daha az kaygı duydukları, influenza aşısı ve antiviral tedavinin istatistiksel olarak anlamlı biçimde kaygı duymalarını engelleyen birer faktör olarak tanımladıkları, çalışmanın yapıldığı dönemde COVID-19 için henüz etkili aşı ya da antiviral tedavi bulunamamasını kaygı duymalarını artıran faktör olarak tanımladıkları belirlenmiştir.
Sonuç: Katılımcıların pandemiye yönelik bilgi, tutum ve davranışlarının yeterli düzeyde olduğu, geçmiş pandemilerde görev almanın, çocuk sahibi olmanın ve pandemiye yönelik tedavinin bilgi, tutum ve davranış düzeyini etkileyen faktörler olduğu saptanmıştır. Bir afet olarak tanımlanan pandemi yönetiminde eğitimin sürekliliği ile sağlık çalışanlarının güçlü yönlerinin desteklenmesi ve zayıf yönlerinin iyileştirilmesi, konuya ilişkin daha geniş katılımlı ve niteliksel çalışmaların yapılması ve eğitim programlarına pandemiye ilişkin konuların eklenmesi önerilmektedir.
Aim: This study examined healthcare workers’ knowledge, attitudes, and behaviors towards the pandemic.
Material and Method: This descriptive study involved 546 healthcare workers, with data collected through an information form.
Results: The results indicated that most participants engaged in training and information sessions related to the COVID-19 pandemic, utilized trustworthy information sources, and did not consistently receive the influenza vaccine. 41.8% of the participants worked in the health sector during the influenza A (H1N1) pandemic. It was statistically significant that the participants had children getting influenza vaccinations and worked actively during the influenza A (H1N1) pandemic. Those who worked in the healthcare sector during the influenza A (H1N1) pandemic saw themselves as competent in terms of the risks of influenza and COVID-19 pandemics, ways of protection, patient management, had less anxiety during patient management, and influenza vaccine and antiviral treatment statistically significantly reduced anxiety. It was determined that they defined the lack of effective vaccine or antiviral treatment for COVID-19 as a factor that increased their stress during the study.
Conclusion: It was determined that the knowledge, attitudes, and behaviors of the participants towards the pandemic were at an adequate level and that past pandemics, having children, and pandemic treatment were factors affecting the level of knowledge, attitudes, and behaviors. In the pandemic, the continuity of education and supporting the strengths of healthcare workers are recommended, so more comprehensive and qualitative studies on the subject are recommended. Also, It is advised to incorporate pandemic-related topics into training programs.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

16.
MRG’de Saptanabilen ve MR Eşliğinde Biyopsi Yapılan Meme Lezyonlarında Maligniteyi Öngören Dinamik Kontrastlı Meme MRG Bulguları: Tek Merkez Deneyimi
Dynamic Contrast-Enhanced Breast MRI Findings Predictive of Malignancy in MRI-Only Breast Lesions Examined by MR-Guided Biopsy: A Single-Center Experience
Almıla Coşkun Bilge, Hale Aydın, Işıl Esen Bostancı
doi: 10.5505/kjms.2023.90001  Sayfalar 310 - 320
Amaç: MR kılavuzluğunda biyopsi yapılan, yalnızca MRG’de izlenebilen şüpheli meme lezyonlarının dinamik kontrastlı manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulguları ile malignite arasındaki ilişkiyi araştırmak amaçlandı.
Materyal ve Metot: Aralık 2014 ile Aralık 2020 tarihleri arasında yalnızca MRG’de izlenebilen 57 şüpheli meme lezyonu tespit edildi; bunların 46’sına MR kılavuzluğunda tel lokalizasyonu ve eksizyonel biyopsi, 11’ine MR kılavuzluğunda kor biyopsi uygulandı. Hastaların klinik verileri, MR bulguları, biyopsi sonuçları ve MR eşliğinde biyopsi işlemlerine ilişkin veriler kaydedildi. Lezyonun MR bulgularının, malignite açısından öngörü değeri analiz edildi.
Bulgular: Biyopsi sonuçlarına göre 57 lezyonun 14’ü (%24,6) malign, 43’ü (%75,4) benigndi. Alt iç kadranda yerleşen lezyonlarda (%55,5, p=0,040) ve wash-out kinetik eğrisi olanlarda, persistan ve plato eğriye sahip olanlara göre (p=0,034) malignite oranı anlamlı olarak daha yüksekti. BI-RADS-MRI kategori 5 olarak sınıflandırılan lezyonların %83,3’ünde malignite tespit edilirken, BI-RADS-MRI kategori 4 olarak sınıflandırılan lezyonların sadece %17,6’sında malignite tespit edildi (p=0,006).
Sonuç: Kinetik eğri tipi ve BI-RADS-MRI kategorisi, MR eşliğinde biyopsi ile değerlendirilen lezyonların malignitesini öngören MR bulguları olarak belirlendi. BI-RADS-MRI kategori 5 lezyonlar ve wash-out kinetik eğrisi olan lezyonların MR kılavuzluğunda yapılan biyopsi sonrası elde edilen patoloji sonucunda malign raporlanma olasılıkları anlamlı derecede yüksekti.
Aim: It was aimed to investigate the association between dynamic contrast-enhanced magnetic resonance imaging (MRI) findings and malignancy in suspicious MRI-only breast lesions performed by MR-guided biopsy.
Material and Method: Between December 2014 and December 2020, 57 suspicious MRI-only lesions were identified. Among these, 46 lesions underwent MR-guided wire localization and excisional biopsy, while 11 underwent MR-guided core biopsy. Clinical data, MRI findings, biopsy results, and information about the MRguided biopsy procedures were collected. The predictive value of MRI findings in determining malignancy was analyzed.
Results: According to biopsy results, 14 (24.6%) of the 57 lesions were malignant, and 43 (75.4%) were benign. The malignancy rate was significantly higher in lesions in the lower inner quadrant (55.5%, p=0.040) and those with a washout kinetic curve than those with persistent and plateau curves (p=0.034). Malignancy was detected in 83.3% of the lesions classified as BI-RADS-MRI category 5 versus only 17.6% of those classified as BI-RADS-MRI category 4 (p=0.006).
Conclusion: Kinetic curve type and BI-RADS-MRI category were identified as MRI findings predicting the malignancy of lesions assessed by MR-guided biopsy. According to MR-guided biopsy, BI-RADS-MRI category 5 lesions and those with washout kinetic curves were significantly more likely to be malignant.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

17.
COVID-19 Pandemisinden Sonra Solunum Patojenlerinin Dağılımı: Türkiye’den Tek Merkezli Bir Pediatrik Çalışma
Distribution of Respiratory Pathogens After the COVID-19 Pandemic: A Single-Center Pediatric Study From Türkiye
Elif Aydın, Güleser Güney Yılmaz, Neşet Aydın, Yalçın Dicle, Duygu Perçin Renders
doi: 10.5505/kjms.2023.37605  Sayfalar 321 - 328
Giriş: Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de salgın döneminde solunum yolu enfeksiyonu ön tanısı alan hastalarda viral ve bakteriyel patojenlerin sıklığını ve tiplendirmesini değerlendirmektir.
Materyal ve Metot: Ekim 2022-Mart 2023 tarihleri arasında Kütahya Sağlık Bilimleri Üniversitesi Çelebıya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniğine solunum yolu enfeksiyonu semptomları ile başvuran 0–17 yaş arası 215 hastanın solunum yolu patojenleri analiz sonuçları çalışmaya dâhil edilmiştir. Solunum panelinde 23 virüs ve altı bakterinin varlığı multipleks gerçek zamanlı PCR kullanılarak çalışılmıştır. Örnekler entübe olmayan hastalarda nazofarengeal sürüntüden, entübe hastalarda ise trakeal aspirasyon materyalinden elde edilmiştir.
Bulgular: Hastaların %92,1’inde bir veya daha fazla etken pozitif bulunurken, %7,9’unda hiçbir etken saptanmamıştır. Pozitif sonuçlar arasında tek patojen oranı %27,3 (n=54) iken, çoklu patojen oranı %72,7 (n=144) idi. Respiratuvar sinsityal virüs %23,3 ve Adenovirüs %19,1 oranıyla en sık görülen viral etkenler olurken, Haemophilus influenzae (%48,8) ve Streptococcus pneumoniae (%29,3) en sık görülen bakteriyel etkenler olmuştur.
Sonuç: Bu çalışmada çocuklarda viral ve bakteriyel patojenler yoğun olarak saptanmıştır. Bu etkenlerin eş zamanlı, hızlı ve duyarlı bir şekilde saptanması gereksiz antibiyotik kullanımının önlenmesi ve enfeksiyon kontrolü açısından önemlidir. Bu da mortalite ve morbidite oranlarının azaltılması açısından önemlidir.
Introduction: This study aimed to evaluate the frequency and typing of viral and bacterial pathogens in patients with a preliminary diagnosis of respiratory tract infection during the epidemic period in Türkiye.
Material and Method: The study included the respiratory pathogen analysis results of 215 patients aged 0–17 years admitted to the Pediatrics Department of Kütahya Health Sciences University Evliya Çelebi Training and Research Hospital between October 2022 and March 2023 with symptoms of respiratory tract infections. Twenty-three viruses and six bacteria in the respiratory panel were studied using multiplex real-time PCR. Samples were obtained from a nasopharyngeal swab in non-intubated patients and tracheal aspiration material in intubated patients.
Results: While 92.1% of the patients were positive for one or more agents, no agent was detected in 7.9%. Among the positive results, the rate of the single pathogen was 27.3% (n=54), while the rate of multiple pathogens was 72.7% (n=144). Respiratory syncytial virus was the most common viral agent with a rate of 23.3% and Adenovirus with a rate of 19.1%, while Haemophilus influenzae (48.8%) and Streptococcus pneumoniae (29.3%) were the most common bacterial agents.
Conclusion: In this study, viral and bacterial pathogens have been studied intensively in children. Simultaneous, rapid, and sensitive detection of these agents is essential in preventing unnecessary antibiotic use and infection control. This is also important in terms of reducing mortality and morbidity rates.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

18.
Yüksek Riskli Lokal İleri Prostat Kanserlerinde Radikal Prostatektomi Öncesi Dosetaksel Kemoterapisinin Cerrahi Sonuçlar ve Sağkalım Üzerine Etkilerinin Belirlenmesi
Determination of the Effects of Docetaxel Chemotherapy on Surgical Results and Survival in High-Risk Locally Advanced Prostate Cancer Before Radical Prostatectomy
Mehmet Ezer, Hakan Bahadır Haberal, Cenk Yücel Bilen, Bülent Akdoğan, Sertaç Yazıcı, Haluk Özen
doi: 10.5505/kjms.2023.24445  Sayfalar 329 - 335
Amaç: Neo-adjuvan dosetaksel kemoterapisinin (NADC) radikal prostatektomi (RP) ile kombine edilmesinin cerrahi sonuç ve sağkalım üzerine etkisinin belirlenmesi.
Materyal ve Metot: Ağustos 1987 ile Ağustos 2017 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Kliniğine başvuran hastalar arasından D’Amico Risk Evreleme Sistemine göre yüksek riskli kabul edilen ve RP uygulanan 132 metastatik olmayan prostat kanseri (PK) hastasının verileri geriye dönük olarak değerlendirildi. Kemoterapi almadan ameliyat edilen hasta grubundan “pair match” ile seçilen 28 hasta ile ameliyat öncesi NADC verildiği tespit edilen 14 hastanın verileri biyokimyasal nüks, sağkalım, cerrahi sonuçlar ve bazı ek değişkenler açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmamızın bulguları, NADC’nin genellikle hastalar tarafından iyi tolere edildiği ve ciddi yan etkiler olmadan uygulanabildiğini ancak PSA değerleri (p=0,145), Gleason skorları ve patolojik evre (p=0,273, p=0,109), biyokimyasal nüks riski (p=0,040) ve genel sağkalım (p=0,527) üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir avantajının olmadığını ortaya koydu. Cerrahi komplikasyon oranları üzerinde etki saptanamadı. NADC’nin lenf nodu tutulumunun azalmasında muhtemel olumlu etkileri olduğu ve biyokimyasal nükssüz sağkalım süresini uzattığı tespit edilmiştir.
Sonuç: Yüksek riskli PK hastalarında RP ile birlikte neoadjuvan androjen deprivasyon tedavisinin etkisiz olması, tanı anında var olan kastrasyona dirençli hücre klonlarının varlığını düşündürmekte ve kastrasyona etkili olabilecek tedavi seçeneklerini gündeme getirmektedir. Neo-adjuvan bir tedavi olarak, dosetaksel kemoterapisinin RP ile birleştirilmesi yüksek riskli prostat kanseri taşıyan hasta grubunda faydalı olabilir.
Aim: Determination of the effect of neo-adjuvant docetaxel chemotherapy combined with radical prostatectomy (RP) on surgical outcome and survival.
Material and Method: The data of 132 non-metastatic prostate cancer (PC) patients, considered high-risk according to the D’Amico Risk Stratification System and who underwent radical prostatectomy, among those who applied to the Hacettepe University Faculty of Medicine Urology Clinic between August 1987 and August 2017, were retrospectively evaluated. Data from 28 patients selected via pair matching from the group operated without chemotherapy and 14 patients identified to have received neoadjuvant androgen deprivation therapy (NADT) preoperatively were compared regarding biochemical recurrence, survival, surgical outcomes, and some additional variables.
Results: The findings of our study revealed that, while NADC is usually tolerated well by patients and can be administered without severe side effects, it has no statistically significant advantage on PSA values (p=0.145), Gleason scores, and pathologic stages (p=0.273, p=0.109), biochemical recurrence risk (p=0.040) and overall survival (p=0.527). It did not affect surgical complication rates, may have benefitted malignant involvement of lymph nodes, and prolonged biochemical relapse-free survival time.
Conclusion: In high-risk PC patients, the ineffectiveness of neoadjuvant androgen deprivation therapy in combination with RP suggests the presence of castration-resistant cell clones that exist at the time of the diagnosis and brings up treatment options that could be effective on castration-resistant clones as systemic treatments. As a neo-adjuvant treatment, combining docetaxel chemotherapy with RP can be beneficial.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

DERLEME
19.
Cyclospora cayetanensis Enfeksiyonu
Cyclospora cayetanensis Infection
Betül Adem, Ufuk Kamber
doi: 10.5505/kjms.2023.70120  Sayfalar 336 - 342
Gıda kaynaklı enfeksiyonlar dünya çapında büyük sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Bu enfeksiyonlara neden olan etkenler arasında bakteriler, virüsler daha çok sayıda olmakla birlikte bazı protozoonlar da bulunmaktadır. Bu protozoonlar içinde son zamanlarda çok araştırılan Cyclospora cayetanensis’in neden olduğu enfeksiyonun ülkemizde de oldukça yaygın olduğu düşünülmektedir. İnsan dışkısı ile kontamine olmuş su ve gıdalar etkenin başlıca rezervuarlarıdır. Etken fekal oral yolla bulaşır. Beslenme alışkanlıklarındaki dikkatsizlikler, yanlış uygulamalar, az pişmiş veya çiğ gıdaların tüketimi, kontamine içme ve kullanma suları enfeksiyonu ortaya çıkarmaktadır. Enfeksiyon sindirim sisteminde etkili olup, hastalarda daha çok ishal görülmektedir. C. cayetanensis semptomları HIV/AIDS’li hastalarda daha şiddetlidir. Enfeksiyon hijyen sanitasyonun yetersiz olduğu bölgelerde çok yaygındır. Koruma ve kontrolde ise bu bölgelerdeki hijyen koşullarının iyileştirilmesi, sebze ve meyvelerin iyi yıkanması, yıkama ve içmede kullanılan suların filtre edilmesi, gıda üretim hattında çalışan personelin başta el hijyeni olmak üzere genel hijyen kurallarına dikkat etmesi bulaşmayı ve enfeksiyon yaygınlığını büyük oranda azaltmaktadır.
Foodborne infections cause significant health problems worldwide. Among the causative agents of these infections, bacteria and viruses are more common, but there are also some protozoans. Among these protozoa, the infection caused by Cyclospora cayetanensis, which has been widely researched recently, is thought to be quite common in our country. Water and food contaminated with human feces are the main reservoirs of the agent. The agent is transmitted by fecal-oral route. Inattentions in eating habits, wrong practices, consumption of undercooked or raw foods, and contaminated drinking and utility water lead to infection. The infection affects the digestive system, and patients mainly suffer from diarrhea. C. cayetanensis symptoms are more severe in patients with HIV/AIDS. The infection is widespread in areas with poor hygiene and sanitation. Improving the hygiene conditions in these areas, washing vegetables and fruits well, filtering the water used for washing and drinking, and paying attention to general hygiene rules, especially hand hygiene, of the personnel working in the food production line significantly reduces the transmission and prevalence of infection.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
20.
PLASMIC Skoru Altı Olan ve Hepatit B Pozitifliğinin Eşlik Ettiği Kompleman Aracılı Trombotik Mikroanjiyopati Saptanan Bir Erkek Hasta: Ayırıcı Tanı ve Tanı Kriterleri Üzerine Bir İnceleme
A Review on Differential Diagnosis and Diagnostic Criteria of Complement-Mediated Thrombotic Microangiopathy with a PLASMIC Score Below Six and Coexisting Hepatitis B Positivity in a Male Patient
Halil İbrahim Erdoğdu, Eray Atalay, Eyyüp Garip, Serkan Ejder, Tuğba Karakaya, İhsan Kahraman, Büşra Ergüney, Merve Turan Çiftçi
doi: 10.5505/kjms.2023.33396  Sayfalar 343 - 347
Mikroanjiyopatik Hemolitik Anemi (MAHA); Konjenital Trombotik Trombositopenik Purpura (TTP), Edinsel (Otoimmün) TTP, shiga toksin ile ilişkili Endemik hemolitik üremik sendrom (HÜS) ve Complement-Mediated TMA (CM-TMA) olarak farklı klinik bulgular ile ortaya çıkabilen, trombositopeni, anemi ile seyreden birden çok organ sistemini etkileyen ciddi bir tablodur. Konjentinal formunda ADAMTS13 (Von Willebrand Faktör Ayırıcı Proteaz veya disintegrin’e ait bir metaloproteaz ve trombospondin tip I motifli metalloproteaz) olarak adlandırılan enzimin eksikliği ve antikor yokluğu ile teşhis edilirken, otoimmün TTP de ise enzim eksikliği antikorların varlığıyla ilişkilidir. Shiga toksini ile ilişkili endemik HÜS ise oluşan endotel hasarı sonucunda ADAMTS13 düzeylerinin azalması ile karekterezidir. CM-TMA ise bir genetik mutasyon sonucunda Complement Factor H (CFH) inhibitör fonksiyon bozukluğu ve kompleman düzeylerinin artması ile ilişkilidir. 27 mart 2023 tarihinde nefes darlığı, baş ağrısı, baş dönmesi, halsizlik, el ve kollarda uyuşma şikâyetleri olan 40 yaşındaki erkek hasta iç hastalıkları kliniğine yatırıldı.
Trombositopeni, haptoglobulin düşüklüğü, retikülositte artma, LDH yüksekliği, endirekt hiperbillüribinemi ve çevre kan yaymasında şistositleri görülen ve PLASMIC skoru 6 olan hasta TTP ön tanısı ile hastaneye yatırılarak tedavisi düzenlendi. Daha sonra ADAMTS13 düzeyi %73 (normal aralık: 40–130) saptanan hastada CM-TMA tanısı düşünüldü. Bununla beraber literatür taranarak TTP’nın klinik ayrımı ve tedavisine değindik
Microangiopathic Hemolytic Anemia (MAHA); Congenital Thrombotic thrombocytopenic purpura (TTP), Acquired (Immune) TTP, Shiga toxin associated Endemic hemolytic uremic syndrome (HUS) and Complement-Mediated TMA (CM-TMA), which may present with different clinical findings, Thrombocytopenia is a severe condition that affects multiple organ systems with anemia. In the congenital form, ADAMTS13 (von Willebrand Factor-Cleaving Protease or a metalloprotease that belongs to the “α disintegrin and metalloprotease with a thrombospondin type I motif) is diagnosed by the deficiency of the enzyme and the absence of antibodies. While in autoimmune TTP, the enzyme deficiency is associated with antibodies, endemic HUS associated with Shiga toxin is characterized by decreased ADAMTS13 levels due to endothelial damage. CM-TMA is associated with complement factor H (CFH) inhibitory dysfunction and increased complement levels due to a genetic mutation. On March 27, 2023, the patient with complaints of shortness of breath, headache, dizziness, weakness, and numbness in the hands and arms was admitted to the internal medicine clinic. The patient, presenting with Thrombocytopenia, reduced haptoglobin levels, elevated reticulocyte count, increased LDH, indirect hyperbilirubinemia, and a PLASMIC score of 6 in peripheral blood smear, was hospitalized and treated with the prediagnosis of TTP. Later, ADAMTS13 level was found to be 73% (normal range: 40– 130), and the diagnosis of CM-TMA was considered. In addition, we discussed the clinical distinction and treatment of TTP by reviewing the literature.
Makale Özeti | Tam Metin PDF

EDITÖRE MEKTUP
21.
Otizm Spektrum Bozukluğunda Diyet Tedavileri
Dietary Therapies in Autism Spectrum Disorder
Mutlu Muhammed Özbek
doi: 10.5505/kjms.2023.12989  Sayfalar 348 - 350
Makale Özeti | Tam Metin PDF