Cilt: 15  Sayı: 2 - Ağustos 2017
Özetleri Gizle | << Geri
OLGU SUNUMU
1.
Polimorf ışık erüpsiyonu: Erken başlangıç ve nadir klinik görünüm
Polymorphous light eruption: Early starting and a rare clinical appearance
Yalçın Baş, Zennure Takcı, Havva Yıldız Seçkin, Samet Özer
Sayfa 0
Polimorf ışık erüpsiyonu yaygın görülen idiyopatik fotoduyarlı bir dermatozdur. Ultraviyole radyasyon maruziyeti sonrası, ışığa maruz kalan deride, ataklar şeklinde gelişen skar yapmayan kaşıntılı papüller, veziküller ve plaklar ile tanımlanır.
Bu çalışmada, atakları 3 yaşında başlayan ve eritema multiforme benzeri döküntüleri olan bir vaka paylaşılmıştır. Bu olgu, atakların çok erken yaşta başlaması ve nadir klinik prezentasyonu nedeniyle sunulmaya değer bulunmuştur.
Polymorphous light eruption is a common, idiopathic photosensitivity dermatosis. It is characterized with non-scarring pruritic erythematous papules, vesicles or plaques that occur after ultraviolet exposure on light-exposed skin areas.
In this study, we introduce a case with erythema multiforme-like rash whose symptoms has started in 3 years old. This case found worthy to be presented owing to the onset of the attacks at a very early age and rarity.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
2.
Karbonmonoksit zehirlenmelerinde karboksihemoglobin düzeyleri önemsenmelidir
Carboxyhemoglobin levels should be considered important on carbonmonoxide poisoning
Ali Yurtseven, Eylem Ulaş Saz
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Karbonmonoksit (CO), çocukluk çağı zehirlenme nedenlerinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu çalışmada CO zehirlenmesi ile başvuran çocuklarda, başvuru semptomlarının karboksihemoglobin (COHb) konsantrasyonu ile olan ilişkisi araştırılmıştır. Ayrıca COHb konsantrasyonunun hedef organlardaki hasarlanmayı; miyokardiyal etkilenme ve/veya gecikmiş nörolojik sekel olasılığının öngörülebilirliği araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2011-Mayıs 2012 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi çocuk acil servisine CO zehirlenmesi nedeniyle başvuran tüm olgular çalışmaya alındı. Toplam 47 hastanın demografik verileri, CO kaynağı, acil servisimize geliş süreleri, yakınmaları, klinik bulguları, kan COHb düzeyleri, hasarla ilişkili biyokimyasal göstergeler, verilen tedavi ve gelişen komplikasyonlar incelendi. Hastalar başvuru sırasındaki COHb değerlerine göre 2 gruba ayrılıp (<%20 ve >%20), bu gruplar demografik özellikleri, klinik bulgular ve laboratuar göstergeleri açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya alınan toplam 47 olgunun yaş ortalaması 7.06±4.69 yıldı (4 ay-17 yıl) ve %53’ü (n=25) erkekti. Hastaların çoğunun (%91) başvuru sırasında bilincinin açık olduğu ve en sık Şubat ayında (%55) başvurduğu saptandı. CO kaynağı olarak en fazla saptanan kaynak kömür sobası idi (%78). Hastaların çoğunun (%70, n: 33) başvuru sırasındaki COHb değerleri %20’den daha düşüktü. COHb değeri >%20 olan olguların, daha ağır semptomlarla başvurduğu ve hedef organ hasarının daha yüksek olduğu saptandı. Akut nörolojik bulgular ve/veya COHb düzeyi >%20 olan olgular ile miyokardial etkilenmesi olan olgulara (n: 19, %40) hiperbarik oksijen (HBO) tedavisinin uygulandığı saptandı. Sadece bir hastada gecikmiş nöropsikiyatrik komplikasyon ortaya çıktığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pediatrik CO zehirlenmelerinde başvuru anında ölçülen COHb düzeyinin >%20 olması, hedef organ hasarını ön görmede kullanılabilir. Tüm CO zehirlenmelerinde başlangıç COHb değerlerinin elde edilmesi önemlidir
INTRODUCTION: Carbonmonoxide (CO) one of the leading causes of poisoning death in developing countries. This study sought to determine whether symptoms correlate with carboxyhemoglobine (COHb) levels in CO poisoned children. It also aimed to investigate the relationship of the concentration of COHb with end organ damage such as acute myocardial injury and delayed neurologic sequelae.
METHODS: All children who presented to the emergency department due to CO poisoning, between November 2011- May 2012 were included. Age, gender, month of presentation, time to presentation, presenting symptoms, source of CO, COHb levels, biochemical markers of end organ damage, treatment and outcome were recorded. Groups are classified based on blood COHb levels as (>%20, <20%), and they compared for demographical characteristics, clinical findings and laboratory results.
RESULTS: In total, 47 patients were included. The mean ±SD age was 7.06±4.69 years (4 month-17 years) and 53% were male; 91% of the patients had a normal Glasgow Coma Scale score. Majority of patients (55%) presented by February and the most common source of CO was the coal stove (78%). Most patients (70%, n=33) had <20% COHb levels. Children who presented with severe symptoms were more likely to have COHb levels > 20%. Hyperbaric oxygen treatment (HBO) administered for patients with COHb levels >20%, cardiac and/or neurologic involvement. Delayed neuropsychiatric complications were occurred in only one patient.
DISCUSSION AND CONCLUSION: COHb levels >20% can be used as a predictor marker of end organ damage in pediatric CO poisoning. Therefore, COHb level should be obtained for all children with CO poisoning.
Makale Özeti

3.
Anne Sütü, Anne Sütü ile Birlikte Mama ve Sadece Mama ile Beslenen Bebeklerin Koklear Fonksiyonlarının Değerlendirilmesi
Evaluation of Cochlear Functions of Breastfed, Mixed Fed Babies and Baby Food
Mesut Kaya, Selim Ünsal, Ahmet Yasin Sarıgül, Çiğdem Nüket Yüksel
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada; sağlıklı ve term doğan bebeklerde farklı beslenme şekillerine göre, koklear fonksiyonları değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla yaşamın ilk 6 ayı sadece anne sütü, anne sütünün yanında mama ve sadece mama ile beslenen sağlıklı bebeklerden oluşturulan üç grup ile çalışıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, herhangi bir risk faktörü taşımayan miadında ve sağlıklı doğmuş 53 bebek dahil edilmiştir. İlk 6 ay sadece anne sütü ile beslenen 23 bebek grup 1, anne sütünün yanında mama ile beslenen 19 bebek grup 2, sadece mama ile beslenen 11 bebek grup 3 olarak isimlendirilmiştir. Bebeklere altıncı ayın sonunda Kulak Burun Boğaz muayenesi yapılmış ve dış ve orta kulak problemi olmayanlar çalışmaya dahil edilmiştir. Bebeklerin Transient Evoked-Otoakustik Emisyon testi (TE-OAE) ile 1000 Hz, 1500 Hz, 2000 Hz, 3000 Hz ve 4000 Hz’de sinyal gürültü oranları (Signal to Noise Ratio-SNR) değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Anne sütü, anne sütü ile birlikte mama ve sadece mama ile beslenen bebeklerin değerlendirilen tüm frekanslarda TE-OAE değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunamamıştır (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamıza göre, anne sütü, anne sütü ile birlikte mama ve sadece mama ile beslenen bebeklerin ilk altı ay sonundaki koklear fonksiyonları arasında herhangi bir fark mevcut değildir.
INTRODUCTION: This research aims to assess cochlear functions of the healthy and term infants as to different type of nutrition. Three groups are formed as breastfed only, breastfed with formula and formula only baby food during 6 months.
METHODS: 53 healthy infants without any risk factors were enrolled in this study. Group 1 consisted 23 infants fed only with breast milk; group 2 consisted 19 infants fed with breast milk and formula; group 3 consisted 11 infants fed with only formula. When the infants were 6 months old, Ear Nose and Throat examinations were done and the infants with outer and middle ear pathologies were excluded. Signal to noise ratio (SNR) values of the infants at 1000 Hz, 1500 Hz, 2000 Hz, 3000 Hz and 4000 Hz were measured with Transient Evoked Otoacoustics Emission (TEOAE) test.
RESULTS: There were no significant difference of TE-OAE values in all evaluated frequencies between the infants who fed with breast milk only, breast milk and formula, and formula only (p>0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to our study, there are no difference of cochlear functions of breast milk only, breast milk with formula, and formula only fed infants after six months.
Makale Özeti

4.
Önemli Bir Halk Sağlığı Problemi: Vitamin B12 Eksikliği
An important public health problem: Vitamin B12 deficiency
Şahin Erdöl
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Merkezimize fenilketonüri ve biyotinidaz eksikliği şüphesi ile Sağlık Bakanlığı tarafından yönlendirilen bazı yenidoğan olgularda ayırıcı tanı için yapmış olduğumuz idrar organik asit analizinde sıklıkla metilmalonik asit atılımına rastlanıldığından etiyolojisine baktığımızda olguların tamamında B12 eksikliği saptanmıştır. Sonrasında B12 bakısını bu olgularda çalışmaya devam ettiğimizde B12 eksikliğinin çok sık olduğunu gördük. B12 eksikliği ciddi nörolojik hasara sebep olabildiğinden bu çalışma ile polikliniğimize başvuran olgulardaki sıklığını bildirmek istedik. Aynı zamanda literatürde ki B12 eksikliği ile ilgili çalışmalar daha çok hematolojik bulguları olan olgularda yapılmış olup, şikâyeti olmayan, aileleri tarafından sağlıklı kabul edilen bebeklerde yeterli çalışma mevcut değildir. İlaveten bu çalışma ile vitamin B12 eksikliğinin serum alt sınır değeri belirlenmeye çalışılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma grubu merkezimize Haziran 2011 ila 2016 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı tarama programı ile yönlendirilen 335 olgudan ilk 4 ayda serum B12 düzeyi bakılmış olan 215 bebek ile oluşturuldu. Olguların dosyalarından demografik verileri, öz geçmişi, soy geçmişi, serum vitamin B12, folat, plazma homosistein, idrar metilmalonik asit (MMA) düzeyi, tandem MS ile propiyonil (C3) karnitin düzeyi elde edildi. B12 eksikliğinin tanısının konmasında eşik değeri olarak 200 pg/ml olarak alındı.
BULGULAR: Olguların %48,8’inde B12 eksikliği saptandı. B12 eksikliği bulunan olguların ortalama plazma homosistein, kan tandem C3-karnitin ve idrar MMA düzeyleri B12 eksikliği olmayanlara göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Serum B12 vitamini alt sınır değeri serum homosisteinine göre 257 pg/mL, idrarda MMA atılımına göre ise 219 pg/mL olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: B12 eksikliği herhangi bir bulgu vermeden sadece nörolojik semptomlarla karşımıza gelebilmektedir, bu semptomların bir kısmı sonrasında B12 yerine konsa bile geri dönüşsüz olabilmektedir. Bizim gibi sosyoekonomik durumu kötü olan, B12 eksikliğinin sık görüldüğü toplumlarda, anne adaylarının gebelik öncesi serum vitamin B12 düzeyine bakılarak düşüklük saptanması durumunda desteklenmesi düşünülmelidir.
INTRODUCTION: We observed increased methylmalonic acid (MMA) excretion in urine in some cases referred to the centre by the Ministry of Health on suspicion of phenylketonuria and biotinidase deficiency detected by newborn screening. The etiology of increased urine MMA in almost all patients was vitamin B12 deficiency. Because vitamin B12 deficiency could cause severe neurological damage, we need to report its frequency for the cases referred to the outpatient clinic in this study. In addition, the previous studies on vitamin B12 deficiency mostly represent the cases with hematological findings and there is not enough research concerning infants with no complaints considered healthy by their families. Therefore, we also aimed to determine serum normal lower limit of vitamin B12 in this study.
METHODS: The study group consisted of 215 infants who had been tested for serum B12 level during the first 4 months of life out of 335 cases referred to the centre from June 2011 to June 2016 as a part of the screening program put in place by the Ministry of Health.
RESULTS: Vitamin B12 deficiency was determined in 48.8 % of the cases. Mean plasma homocystein, C3-carnitine, and urine MMA was significantly higher in patients with vitamin B12 deficiency. Lower limit of normal vitamin B12 in serum that did not cause elevation of serum homocystein was found 257 pg/mL, and the limit that did not cause elevation of urine MMA was 219 pg/mL.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Vitamin B12 deficiency may only manifest itself with neurological symptoms without any hematological findings, and some of those symptoms may be irreversible even after vitamin B12 supplementation. In populations with poor socioeconomic status such as ours, where B12 deficiency is common, women in childbearing age should be supported with vitamin B12 in cases of deficiency before pregnancy.
Makale Özeti

OLGU SUNUMU
5.
Juguler kateter komplikasyonu olarak hematomun neden olduğu vazovagal bradikardi
Hematoma related vasovagal bradycardia due to jugulary catheter complication
Oğuzhan Babacan, Erman Ataş, Nadir Korkmazer, Vural Kesik
Sayfa 0
Santral venöz kateterler genellikle küçük girişimsel işlemler ile kolayca takılabilmesi ve güvenli olması yanı sıra bazen büyük ve küçük komplikasyonlar ile karşılaşabiliriz. Bu komplikasyonlardan biri de takılma yerinde hematom gelişmesidir. Hematom sıklığı yapılan girişim metoduna, yapanın yeteneğine, hastanın tıbbi durumuna ve girişim gerektirecek problemlerin durumuna göre değişir. Servikal vagus siniri karotid arterin lateralinde seyreder. Servikal kardiyak dal genellikle servikal vagustan bazen de superior laringeal sinirden köken alır. Bu sinir dalı ayrıca aortik dal veya depresör sinir olarak adlandırılmakta olup, aortik ark baroreseptörlerinden çıkan afferent lifler içerir. Arteriovenöz işlemler veya vagal bölgeye kompresyon süresince vazovagal reaksiyonlar sıklıkla görülebilir. Juguler kateter komplikasyonu olarak hematom ilişkili vazovagal bradikardi akılda tutulmalıdır.
Central venous catheters are usually safe and placed with minor procedure easily but may sometimes be associated with some major and minor complications. One of the complications is hematoma. The frequency of the hematoma formation can be changed due to the method of insertion by specialist, medical status of the case and the problems that require intervention. The cervical vagus nerve runs parallel to the carotid artery on its lateral side. A cervical cardiac branch is given off along the course of the cervical vagus or in some cases from the superior laryngeal nerve. This nerve branch is also termed aortic branch or depressor nerve and contains mainly afferent fibers from baroreceptors of the aortic arch. Vasovagal reactions during the arteriovenous interventions or compression on the vagal site may be much more frequent. Hematoma related vasovagal bradycardia due to jugulary catheter complication may be kept in mind.
Makale Özeti

DERLEME
6.
Çocuk ve Adölesanlarin Elektronik Medya Kullanımının Obezite ve Uyku Sorunlarına Etkisi
The Effect of Electronic Media Use Children and Adolescents with Obesity and Sleep
Duygu Akçay
Sayfa 0
Elektronik medya araçlarının sayısının ve ulaşılabilirliğinin artması, çocukların sedanter aktivite için (TV, bilgisayar, internet, bilgisayar oyunu vs.) harcadıkları ortalama süreyi artırmaktadır. Yapılan araştırmalarla, sedanter davranış ile kilo arasında pozitif yönde bir ilişki olduğu belirlenmiştir. İlaveten, elektronik medyanın uykuyu olumsuz yönde etkilediği saptanmıştır. Bu nedenle; çocuk ve adölesanların, elektronik medya ürünleri ile etkileşimi daha önemli hale gelmektedir. Medyanın olumsuz etkilerini azaltmak için, uygun medya etkileşimi sağlanmalıdır. Çocuk ve adölesanların alışkanlıklarında major değişiklikler yapılmalıdır.
Increasing the number and availability of electronic media, the average time that children spend on sedentary activity (TV, computer, internet, computer games, etc.) increases. With surveys has determined that there is a positive correlation between weight gain and sedentary behavior. In addition, the electronic media is found to influence sleep negatively. Therefore; interaction with electronic media products on children and adolescents is becoming more important. To reduce the negative effects of the media, the appropriate media interaction should be ensured. Major changes must be made on children and adolescents habits.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
7.
Göğüs Duvarı Deformitesi Olan Çocukların Demografik, Klinik ve Ekokardiyografik Özellikleri
Demographic, Clinical and Echocardiographic Characteristics of Children with Chest Wall Deformities
Eyüp Aslan, Ahmet Sert, Fatih Şap, Ebru Aypar, Dursun Odabaş
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Göğüs duvarı deformitesi olan çocukların demografik, klinik ve ekokardiyografik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çocuk kardiyoloji ünitesinde üç yıl süreyle göğüs duvarı deformitesi tanısı alan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Ortanca yaşı 8 olan hastaların ortalama yaşı 7.6 ± 4.5 idi. Göğüs duvarı deformitesi olan yüz altmış dört (% 80) hastanın ekokardiyografik değerlendirmesi normaldi. Ekokardiyografik tanıları 10 (% 4.87) atriyal septal defekt, 8 (% 3.90) mitral kapak prolapsusu, 7 (% 3.41) hafif mitral yetersizliği, 5 (% 2.44) darlık olmayan biküspit aort kapağı, 4 (% 1.95) ventriküler septal defekt, 2 (% 0.98) hafif aort kapak yetersizliği, 2 (% 0.98) dekstrokardi, 2 (% 0.98) aort koarktasyonu ve 1 (% 0.49) kompleks kalp defekti (pulmoner atrezi ve ventriküler septal defekt) idi. Ekokardiyografi ile değerlendirilen sağ kalbe bası bulgusu 15 (% 7.3) idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Göğüs duvarı deformitelerinin doğuştan kalp hastalıkları ile ilişkili olması ve kalbe bası bulgusu oluşturabilmeleri sebebiyle ekokardiyografi ile değerlendirilmesi defektlerin en uygun şekilde yönetilmesini sağlayacaktır.
INTRODUCTION: To determine the demographic, clinical and echocardiographic characteristics of children with chest wall deformities.
METHODS: The patients diagnosed with chest wall deformities were investigated retrospectively in the pediatric cardiology unit over a period of three years. The study enrolled 205 children under the age of 18 years diagnosed with chest wall deformities.
RESULTS: The mean age of the patients was 7.6 ± 4.5 years with a median of 8 years. One hundred and sixty four (80 %) patients with chest wall deformities were found to have normal echocardiography results. Incidental echocardiographic diagnoses included 10 (4.87%) atrial septal defects, 8 (3.90%) mitral valve prolapses, 7 (3.41%) mild mitral regurgitations, 5 (2.44%) bicuspid aortic valve without aortic valve stenoses, 4 (1.95%) ventricular septal defects, 2 (0.98%) mild aortic regurgitations, 2 (0.98%) dextrocardia, 2 (0.98%) coarctations of the aorta and 1 (0.49%) complex cardiac defect (pulmonary atresia and VSD). Compression in the right heart was evaluated by echocardiography 15 (7.3%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Because chest wall deformities are associated with congenital heart defects in children and may cause compression in the right heart, evaluation by echocardiography can ensure an optimal management of the defects.
Makale Özeti

DERLEME
8.
Adölesan Dönemi Beslenme ve Sorunları
Nutrition and Issues in Adolescence Period
Sabiha Zeynep Aydenk Köseoğlu, Aslı Çelebi Tayfur
Sayfa 0
Çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi olarak bilinen ergenlik dönemi; fiziksel, psikolojik ve sosyal olgunluğa erişmenin tamamlandığı bir dönemdir. Büyüme ve gelişme, adölesanlarda hızlanma gösterir ve bu dönemin sonunda erişkin hayattaki antropometrik ölçüm değerlerine ulaşılır. Adölesan dönemde büyüme ve gelişmenin hızlanması bu dönemdeki beslenme gereksinimlerini etkiler. Günlük kalorinin %10-15’i yüksek kaliteli proteinlerden, %30-35’i yağlardan ve %50-60’ı karbonhidratlardan sağlanmalıdır.

Kalori artışı ile birlikte bu dönemde; protein, vitamin ve mineral gereksinimlerinde de artış vardır. Vücut büyüme ve gelişmesine paralel olarak A vitamini ve vücut dokusunun gelişmesinde rol oynayan folik asit ve B12 vitamini gereksinimi de artar. Ayrıca iskelet gelişmesinde yeterli düzeyde D vitamini alımı da gerekmektedir. Kan hacminin artmasında ve iskelet gelişiminde önemli görevi olan demir ihtiyacı artar. İlaveten C vitamininden yüksek gıdalar da demirin vücut tarafından kullanımını arttırır. Çinko büyüme, boy uzaması ve seksüel gelişim için gerekli olan bir mineraldir.

Besin gruplarından olan; Et Grubundan; demir, çinko, fosfor, magnezyum, A, B1, B6 ve B12 vitaminleri, Süt Grubundan; protein, kalsiyum, fosfor, B2 ve B12 vitaminleri, Ekmek ve Tahıl grubundan; B1 ve E vitaminleri ve posa, Sebze ve Meyve Grubundan; folik asit, beta karoten, B2 ve C vitaminleri, kalsiyum, potasyum, demir, magnezyum, posa gibi büyüme ve gelişmede, hücre yenilenmesinde, doku onarımında, görme işlevinde, kan yapımında görev alan ve bağışıklık sisteminde etkili nutrientler sağlanır.

Adölesan dönemde beslenmeye bağlı sağlık sorunları arasında; obezite, demir eksikliği anemileri, B12 vitamini eksikliği anemileri, çinko eksikliği ve büyüme-gelişmede gerilik, anoreksiya nervoza, bulimiya nervoza, diş çürükleri, akne vulgaris, depresyon gibi yaşamın bütün dönemlerini etkileyebilecek sorunlar yer alır.
Adolescence which is accepted as a transition from childhood to adulthood is a period of physical, psychological and social maturation. Growth and development shows an acceleration and adult anthropometric measurement values are reached at the end of this period. The pace of growth and development affects nutrition requirements in this period. Daily calorie intake should consist of 10-15% from high quality proteins, 30-35% from fats and 50-60% from carbohydrates.

Besides the increasing calorie intake, there is an increase in protein, iron, vitamin B requirements in this period. Vitamin A requirement increases collaterally with growth and development of the body. The requirement of folic acid and vitamin B12 which plays a role in the development of the body tissue increases. Moreover a sufficient amount of vitamin D intake which support skeletal development is required. Iron requirement which has a significant role in skeletal development and an increase in blood volume rises. In addition, foods that are rich in vitamin C increase the absorption of iron by the body. Zinc is a mineral that is necessary for growth and sexual development.

The nutrients effective on immune system and help with growth and development, cell regeneration, tissue repairment, vision, and blood production such as iron, zinc, phosphorous, magnesium, vitamin A, vitamin B1, vitamin B6, and vitamin B12 are obtained from Meat Group; protein, calcium, phosphorous, vitamin B2, and vitamin B12 from Dairy Group; vitamin E, vitamin B, and fiber from Grains Group; folic acid, beta carotene, vitamin B2, vitamin C, calcium, potassium, iron, magnesium, and fiber from Vegetable and Fruit Group.

Among the health problems which are related to nutrition during adolescence and also can effect all life periods are obesity, anemia due to iron and vitamin B12 deficiency, zinc deficiency, growth and development retardation, anorexia nervosa, bulimia nervosa, dental caries, acne vulgaris and depression.
Makale Özeti

9.
Kanserli Çocuklarda Travma Sonrası Gelişim
Posttraumatic Growth in Children with Cancer
Figen Işık Esenay, Sevcan Atay
Sayfa 0
Kanser, kişinin yaşayabileceği en travmatik deneyimlerden biridir. Kanser ve neden olduğu travma ile ilgili araştırmalar, genellikle olumsuz sonuçlara odaklanır. Ancak çalışmalar, kanser tedavisi biten bireylerde travmatik stresle birlikte kişisel gelişimin de oluştuğunu göstermektedir. Son yıllarda, çalışmalar bu olumlu değişimlere, özellikle de travma sonrası gelişime (TSG) odaklanmaya başlamıştır. Travma sonrası gelişim, kişinin yüksek stres yaratan durum ve olaylar sonucu olumlu kişisel gelişim yaşamasını ifade eder. Bu derlemede, çocukluk çağı kanseri geçirmiş ergenlerde travma sonrası gelişim ve etkileyen faktörler incelenmiştir.
Stress and trauma research has traditionally focused on negative sequelae of adversity. Cancer is one of the most traumatic experience. Cancer survivors report that cancer can elicit symptoms of traumatic stress, but also personal growth. Recently, research has begun to focus on positive outcomes, specifically posttraumatic growth (PTG) which described as emphasizes the positive transformative potential of one's experiences with highly stressful events and circumstances. This review examines concept of posttraumatic growth among cancer survivors of childhood cancer and affecting factors.
Makale Özeti

ARAŞTIRMA
10.
Büyüme Hormon Tedavisi Kemik Yaşını İlerletir mi?
Does Growth Hormone Treatment Advance Bone Age?
Enes Salı, Halil Sağlam, Erdal Eren, Ömer Tarım
Sayfa 0
GİRİŞ ve AMAÇ: Büyüme hormonu (BH) tedavisi, erken epifiz kapanmasına neden olan kemik matürasyonundaki ilerleme konusunda artan endişelerle, kemik matürasyonuna uyarıcı etkide bulunabilir. Bu çalışmada, bu olasılığın araştırılması ve ilerlemiş kemik matürasyonunun tahmini veya son boya etkisinin olup olmadığının saptanmasını amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1995-2005 tarihleri arasında BH tedavisi alan toplam 230 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar; izole BH eksikliği (Grup 1), Turner sendromu (Grup 2) ve diğer (Grup 3) olarak ayrıldı. Önceki el bileği X-ray verileri tıbbi kayıtlardan çıkarıldı ve klinik vizitlerde el bilek X-ray istendi. Kemik yaşı (KY) değerlendirilmesi Greulich ve Pyle atlasına göre yapıldı. Tahmini yetişkin boyu, KY kullanılarak Bayley ve Pinneau metoduna göre yapıldı. Bazal tahmini boy ile tedavinin 1. ve 2. yılındaki tahmini boy, takvim yaş (TY)-KY ve TY/KY değişkenlikleri kullanılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Her üç grupta boy SDS anlamlı olarak arttı (p<0,05). Grup 1 ve 2'deki TY-KY, tedavinin 1. ve 2. yılı süresince azaldı (p<0,05). KY'ndaki ilerleme, TY/KY oranındaki azalma ile teyit edildi. Bununla beraber, KY ilerlemesine karşın öngörülen boy olumsuz etkilenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TY-KY ve TY/KY oranındaki azalma kanıtı olarak BH, KY'nı artırdı. Bununla beraber, tahmini boy iki yıllık tedavi kohortumuzda ilerlemiş kemik matürasyonuna ters olarak etkilenmedi. Bu konu, kemik yaşının daha çok ilerlediği puberte prekoks gibi hasta gruplarında araştırılmalıdır.
INTRODUCTION: Growth hormone (GH) treatment may have a stimulatory affect on bone maturation which raises concern about acceleration of bone maturation leading to early epiphyseal fusion. In this study, we aimed to investigate this possibility and determine whether or not accelerated bone maturation affects predicted or final height.
METHODS: A total of 230 patients who received GH treatment between 1995 and 2005 were retrospectively studied. The patients were classified as isolated growth hormone deficiency (GHD) (Group-1), Turner syndrome (Group-2), and others (Group-3). The previous X rays were obtained from the medical records and follow-up X rays were requested during the clinic visit. Bone age (BA) assessment was done according to the atlas of Greulich and Pyle. Based on BA, adult height prediction was calculated by the method of Bayley and Pinneau. The predicted height (PH) at baseline and after the first and second years of treatment were evaluated along with the change in chronological age (CA)-BA and CA/BA.
RESULTS: Height SDS significantly increased in all three groups (p<0.05). CA-BA decreased in Groups-1 and 2 during the first and second years of treatment (p<0.05). The BA acceleration was verified by the decrement in CA/BA ratio. However, predicted height was not negatively influenced despite BA advancement.
DISCUSSION AND CONCLUSION: BA advances with GH treatment as evident from the reduction in CA-BA and CA/BA. However, predicted height is not adversely affected by accelerated bone maturation in our cohort over two years of treatment. This issue needs to be investigated in other patient groups such as precocious puberty where bone maturation is further accelerated.
Makale Özeti